ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / ŞUUR YAZILARI
Okunma Sayısı: 3349
Yazar: Mehmet Özgün
MUHABBETİN KUDRETİ

Aşağıdaki hikâye aslında bir hâtıradır. Yaşayan hayattadır. Hoca ile talebe arasındaki muhabbetin nelere kâdir olabileceğine çarpıcı bir misal... Okumayanlar için söyleyelim: Bu hâtıra-hikâyeyi Ahmet Ar'ın "Aşk gelince cümle eksikler biter" ve "Aşk bir âlet değildir" yazılarını okuduktan sonra okuyunuz. Çünkü bu hâtıra o yazıların ete kemiğe bürünmüş hâlidir. (Doğruluş)

“Bir varmış, bir yokmuş” tekerlemesinin “bir yokmuş”unu bir köşeye koyarak başlayalım. Bir seneden fazla zamandır kendilerini okutan Kur’an hocası başka bir şehre tayin edilmişti. Hocalarından ayrılan talebenin huzuru kaçmıştı. Durumu fark eden ve her birini kendi çocukları kadar seven emekli müftü, alelacele hazırladığı bir binada tahsile devam etmeleri için onları kendi köyüne davet etmişti. Bu teklife büyük bir minnetle karşılık vermiş, hep birlikte bir yaz sonu izninden sonra kendilerine hazırlanan yerde buluşmuşlardı.

Bugünkü şartlarda olsa kırktan fazla talebenin orada nasıl okuyacağını düşünürdük. Belki de aynı teklif bize yapılsa reddederdik. Çünkü hazırlanan yerde imkânsızlık kol geziyordu. Zaten öğrendikleri bilgilerin dünyevi bir getirisi de yoktu. Bırakın müftülük veya vaizliği, imamlık ve müezzinlik gibi kadrolara bile o türlü kadroları doldurmak üzere kurulmuş okul mezunlarından tayin edildiği için bir iş garantileri yoktu. Ancak o çocuklar öyle düşünmediler. Çünkü kendilerini evlatları gibi seven bir hocanın denetiminde birkaç ders denemesi yapmış, öğrenme hazzını dimağlarında hissetmişlerdi.

Kendilerine hazırlanan yer, üç odalı bir bina idi. Binanın girişi olarak ayrılan orta bölme, ikiye bölünmüş, ilk girilen bölüm ayakkabılık olarak ayrılmıştı. Oraya bir kapı ile bağlı diğer bölme, onları murakabe edip yetiştirecek bekar hocaların odasıydı. Otuzar metrekareden daha geniş olmayan diğer iki odadan biri sağda, diğeri soldaydı. Birinde küçükler sadece Kur’an okumasını öğreniyor, Arapçaya başlamak üzere hazırlanıyorlardı. Diğerine Arapça okuyan büyükler yerleşmişti. Zeminin o günlerde yeni piyasaya çıkan fabrika dokuması kilimlerle kaplanması, büyük bir lüks olarak değerlendirilmişti. Dersler orada okunuyor; yemekler orada yeniyor ve aynı odada yatılıyordu. Sabah kalkınca odanın bir köşesine yataklar yığılıyor ve oda bir dershaneye dönüştürülüyordu. Talebeden boyu kısa olanlar, herkesten önce kalkıp yatağını en tabana yerleştirmek zorundaydı. Yoksa üst üste konan yataklarla yükselen yığının üstüne yatağı kendileri koyamazdı. Her gün köyden bir ailenin talebeye ikram etmek üzere kovalarla getirip ikram etmek istediği yemek gelince aynı oda bu defa bir yemekhane oluyordu.

Bina, meyilli bir alana yapıldığı için, güney tarafı tek kat, kuzeyde kalan kısmı iki kat idi. Kuzeydeki alt katta on beş metre kareden daha geniş olmayan bir oda, mutfak olarak ayrılmıştı. Daha küçük bir kısım da banyo olarak planlanmıştı. Ama ne mutfakta bir ocak vardı ne de banyoda bir soba. Sadece banyo olarak ayrılan odanın bir tarafına birer buçuk metrekare büyüklüğünde bölünen iki odacık, banyo kabini diye düşünülmüştü. Şükür, ikisinin de kapısı vardı ama içeride ne üzerine oturacak bir tabure vardı ne de ılık su tenekesini koyacak bir taş.

Henüz tuvalet ve abdest alabilecekleri hususi bir yer yapılamadığı için talebe abdestini binanın yaklaşık elli metre yakınından geçen bir arktan veya yüz metre kadar daha ilerideki dereden almak zorundaydı. Kış günlerinde bilhassa geceleri dışarının buz tutmasını veya kar yağmış olmasını çok isterlerdi. Çünkü ayaklarına taktıkları mest lastiği denilen ayakkabıların karanlıkta çamur içinde kaldığını ancak ayaklarına su değmeye başladığında anlayabiliyorlardı. Elektrik olmadığı için lastik ayakkabının nerede kaldığını bulmak oldukça zor oluyordu. Mecbur kalmadıkça tuvalet ihtiyacı gündüz giderilmezdi; çünkü bu ihtiyaç için dere boyunda tenha bir yer bulunmalıydı. Haftalık banyo ihtiyacı, yirmi litrelik bir tenekede dışarıda ısıtılan suyun banyo olarak ayrıldığından bahsedilen odacıklardan birine taşınmasıyla giderilebiliyordu.

Soğuk bir kış sabahı kalkıldı; bir karış kar üstünde yürüyerek arktan abdest almaya inildi. O arada Mehmet, en iyi arkadaşı ve sırdaşı olan Fuat’a namazdan önce gusül etmek mecburiyetinde olduğunu söyleyerek fikrini sordu. Fuat’a göre güneş doğmadan bunun yetişmesi imkânsızdı. Çünkü yirmi litrelik bir teneke arktan doldurulacak, dışarıda bir ateş yakılacak, su ısınacak ve ihtiyaç için kullanılacaktı. Odunlar, tam kurumamış söğüt dalları olduğu için tutuşması oldukça zordu.

Yaklaşık yirmi dakikalık zamanda cemaatle eda edilen sabah namazından sonra Fuat, Mehmet’i aynı gün içinde dershane, yemekhane ve yatakhane olarak kullandıkları odada yanan kömür sobasına sırtını dönmüş, neredeyse sobaya değecek kadar yaklaşmış, oturuyor gördü. Fuat, namazdan önce konuştuklarını unutmuş olmalı ki, durumu sordu. Mehmet, titremekten cümle kuramıyor, her kelimeden sonra birkaç saniye dişlerini şakırdatıyor, sonra diğer kelimeyi söylemeye çalışıyordu. Meğer, diğer arkadaşları namaza durunca o, aşağıda yaklaşık bir değirmen döndürümlük suyu olan dereye inmiş, kendince bir keşif yaptıktan sonra suyun hafifçe derin olduğu bir yeri gözüne kestirmiş. Oraya kendini attığı takdirde fazla uğraşmadan her yanının çabucak ıslanacağına kanaat getirmiş ve soyunup kendini suya atmış. Sonra hemen giyinip binaya dönmüş ve sabah namazını yetiştirmiş. Mehmet namazdan sonra sobaya sırtını vermiş ısınmaya çalışıyordu.

Fuat’ın anlattığına göre o şartlarda tahsile devam ettikleri köyde pazartesi günü ayrı bir heyecan yaşanırdı. O gün ilçe pazarına giden birisi, hafta boyu biriken mektupları getirir, sahiplerine teslim ederdi. Bir pazartesi kardeşinden gelen bir mektupla Fuat’ın yüzü gülmüştü. Ancak mektubu açınca sevinci kursağında kaldı. Bir cümle, Fuat’ın gözlerini karartmış, şok etmişti. Hatta kısa boylu olduğu için onun mektubunu arkasından omzunun üzerinden uzanarak okuyan İsmail de afallamış olmalı ki, ağzı açık “Aaa!” diye bağırmıştı. O zaman Fuat, kendine gelen mektubu gizlice İsmail’in de okuduğunu anlamıştı. İsmail çok mahcup olmuştu ama sanki ana-baba kardeş gibi onu teselli etmeye başlamıştı.

Fuat’ı şok eden şey, o sene henüz ilkokul üçüncü sınıftaki kız kardeşinin mektuba yazdığı şu cümleydi: “Ağabey, annemin öldüğünü sana söylemek istememiştik. Sen nereden duydun?” Fuat’ın hayatta en çok sevdiği, kokusunu içinde misk gibi hissettiği, gece rüyasında gördüğünde gün boyu neşelendiği anası ölmüştü. Tüylerinin diken diken olduğunu, ellerinin buz kesilip uyuştuğunu, hatta bir an başının  döndüğünü hissetti. Ağlamamak için kendini tutmaya ve ayakta durup dengesini kaybetmemeye çalıştı. Birkaç dakika sonra elinde mektup, hocaların kapısını çaldı ve içeri girince kendini tutamadı; ağlamaya başladı. Mektubu hocasına uzattı. Bu sefer hoca şok olmuştu âdetâ. Fuat, hocasının yüzüne bir göz gezdirdiğinde kendi üzüntüsünü hocasının da hissettiğini anlamıştı.

Hocası Fuat’a, “Hemen seni memlekete göndereyim.” dedi. Ama Fuat reddetti. Hocası onun bu teklifi parası olmadığı için reddettiğini sanmış olmalı ki, “Ben sana para veririm.” diye devam etmişti. Fuat meselenin para olmadığını söyleyince hocası, memlekete niçin gitmek istemediğini sordu. Dünyanın fani olduğunu iyi kavradığı için kendini kalıcı hayata adamış olan Fuat, şu birkaç cümleyle büyük idealin resmini çizivermişti: “Hocam, bu mektup yazılalı bir haftadan fazla olmuş. Annem öleli bu kadar zaman geçmiş. Ben gidersem zaten annemi geri döndüremeyeceğim; hatta onu bir kere göremeyeceğim bile. Bu günden sonra memleketime gidersem evin küçük oğlu olduğum için benden küçük altı tane kız kardeşimin başında kalmamı teklif edebilirler. Ben de bu teklifi reddedemeyebilirim. Teklifi kabul ettiğim takdirde tahsil hayatım sona erer. Bu da benim ölüm fermanım olur. Ben burada derslerime devam etmek istiyorum.”

Fuat, altmış yaşına girdiği şu günlerde, henüz on dört yaşındayken ve anlatılan şartlarda öyle bir kararı nasıl verebildiğini düşünüyor. Kendine o ruh ve ideali verenlere duyduğu minnet borcunu nasıl ödeyeceğini hesaplıyor. Bunu kendi imkânlarıyla yapamayacağını bildiği için Yaradan’dan yardım istiyor. Her namazından ve evrâd-ı ezkârından sonra şu duayı tekrar ediyor: “Allah’ım! Ders halkasında ve sâir zamanlarda yaptığı sohbetleriyle bize cennet hazzının nümûnesini yaşatan, nimete şükretmesini öğreten “halka hizmet, Hakk’a hizmet” düsturunu benimseten emekli müftü hocamızın kendine gani gani rahmet et; kalanlarına selâmet ver. Bugün hâlâ hayatta olan diğer hocalarıma da uzun ve bereketli ömür, daha büyük gayret, daha büyük kazançlar nasip eyle. Hepimizi Hz. Peygamber’in hamd sancağı altında cemâlinle müşerref eyle...”

Yazar: Mehmet Özgün
21-07-13
E mail: Mail Adresi Yok
 
 
Yorumlar: 4
TAC 1
KÖKÜMÜZ SAĞLAM
Tarih : 10-08-13

Yazınızı gözyaşları içinde okumuştum. Bu gün bayramın 3. günü yorum yazma ihtiyacı hissettim. Ben inanıyorum bu gün de böyle çilekeş hizmet aşığı kardeşlerimiz var. Zaten onlar sayesinde ayaktayız. Yani kökümüz sağlam, yapışacak sağlam dallarımız da var. Yüce Rabbimiz meyve yüklü bütün dallarımızı ve meyvelerimizin sayısını artırsın!...

 
İbrahim TUNÇ
SIR
Tarih : 22-07-13

EDİTÖRÜN NOTU: İbrahim Tunç kardeşimizin yorumunu "O Kapıya Vurulmak" başlıklı bir yazı olarak değerlendirdik. Oradan okuyabilirsiniz. Kendisine teşekkür ediyoruz.

 
M.GÜLERDEM
DAVA RUHU
Tarih : 21-07-13

"ŞEREFÜL MEKÂN BİL MEKÎN" Bir mekanın şerefi, içindekilerdir. Müessesenin altın kaplama olması değil, İman ve Aşk-ın olmasıdır. Vesselam... Hocam En Derin Muhabbetlerimle...

 
AHMET
SORU
Tarih : 21-07-13

En kıytırık bahanelerle "dışarı"ya fırsat arayan gençlere kapak olsun bu yazı. Herkes şu soruyu sorsun: "Bundan kötüsü de olamaz" dedirtecek şartlarda talebelerin "dışarı"yı akıllarından bile geçirmemelerinin sebebi nedir? Hatta annesinin ölümünü bile "dışarı"ya bahane yapmıyor, "Kalacağım!" diyor talebe. Niçin? Günümüzde ise lüks otel imkânları içinde yaşayıp "dışarı"ya can atmanın sebebi nedir? Cevabı, Ahmet Ar'ın "Aşk gelince cümle eksikler biter" ve "Aşk bir âlet değildir" yazılarında.

 
MUHABBETİN KUDRETİ
Online Kişi: 23
Bu Gün: 32 || Bu Ay: 6.022 || Toplam Ziyaretçi: 2.214.892 || Toplam Tıklanma: 52.115.142