ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / DARBE İZLERİ
Okunma Sayısı: 1578
Yazar: Sadık Yalsızuçanlar
"Sizin çocuklar" ARTIK BAŞARAMAYACAK!

On iki Eylül Bindokuzyüzseksen kâbusu memleketimizin üzerine çöktüğünde, Ankara’da, Hacettepe Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünün birinci sınıfında öğrenciydim. Kocatepe Câmii yakınlarında, birinci bodrumda, birkaç öğrenci arkadaşımla birlikte kalıyordum. Günlerden Cuma idi. Sabah sınavımız vardı. Servisi kaçırmamak için erkenden evden çıktım. Tam apartman kapısından çıkmıştım ki, bir asker, tüfenklerini çapraz tutmuş bir halde, ‘nereye?’ diye sordu. ‘Okulaa’ dedim. ‘Okul yok, ihtilal oldu hemşerim, içeri içeri!’ diye çıkıştı.

O gün başlayan kâbus, üniversite tahsilim boyunca devam etti. Sonrasına da uç verdi. Bütün bir toplumsal ve bireysel hayatımızı zehirledi.

Türkiye’de, bu kanlı ve kirli sürecin bence en vahşî, en pervasız başlangıç tarihi, 1876’dır.

Sultan Abdulaziz’in, kapatıldığı sarayda, annesinin ve kızının gözü önünde, beş haince bileklerinin kesilmesiyle başlayan darbenin temizlenmesi ve adaletin gerçek anlamda sağlanması ancak Yıldız Mahkemeleri’yle mümkün olacaktı. Yeğeni, Sultan II. Abdulhamid’in sabırla bekleyip günü geldiğinde bir darbeyi nasıl yargıladığını, darbecileri nasıl tasfiye ettiğini merak ediyorsanız, merhum Yılmaz Öztuna’nın, “Bir Darbenin Anatomisi” adlı o muhteşem kitabını okumalısınız. Ben, bu kitabın, liselerde ders olarak okutulmasını öneriyorum. Bu öneriyi yıllardır yapıyorum. Katıldığım televizyon programlarında, konferanslarda, yazılarımda bunu dile getiriyorum. İnşallah bir gün gerçekleşir.

Öztuna, gün gün, saat saat, belgelere dayanmak suretiyle, Emperyalist İngiliz’in, Devlet-i Âliyye’yi nasıl yıktığını, tarumar ettiğini, müşfik, âdil ve yetkin bir Hakan’ın nasıl bir darbeyle alaşağı edildiğini, bununla da kalınmayıp, kapatıldığı Feriye sarayında nasıl hunharca katledildiğini ayrıntılı biçimde anlatır. Bugün dahi, bazı tarihçilerimiz bu olayın bir cinayet olduğu konusunda ikircikli bir tutum içindedirler. Ne diyeyim! Allah akıl fikir versin!

1876 kanlı darbesinden itibaren, Türkiye’mizin bulunduğu bu aziz topraklarda adeta periyodik biçimde askerî darbeler yaşandı.

Sultan II. Abdulhamid’den sonra hızla çözülen Devlet-i Âliyye, bugün, bir beylerbeyi büyüklüğünde yeni ülkeye yerini bıraktı.

Birinci Meclis’e yapılan örtük ve sinsi bir ‘darbe’dan sonra, İstiklal Muharebelerini yürüten kadroların ve halkın bir kısmı tasfiye edildi. Bu da, bir tür darbe idi.

Tek Parti yönetimine 1950 seçimlerinde son veren süreç yine kanlı bir darbeyle bitti.

Adnan Menderes ve iki bakan idam edildi. Sayı çok daha fazla planlanmıştı ama korktular.

Yassıada, başlı başına bir yargı, bir hukuk rezaletidir.

Bu cümle bile, Yassıada’yı tarife yetmiyor. Çünkü, bu sözümona mahkemenin hukukla da bir ilgisi yoktu. Yassıada, bir zindandı, bir esaret kampıydı, oradakiler de esirdi. “Yeter söz milletindir” diyerek seçilen ve milletin gerçek anlamda iradesini temsil eden bu vatansever insanlara olmadık zulümler yapıldı. Siyasal kültürümüz kirlendi, hukuk çiğnendi, insanlık adeta tarumar edildi.

27 Mayıs cinayeti, kollektif  bilinçaltına bir umacı, bir korku cini yerleştirdi.

Türkiye’de, halkın içinden çıkan ve halka hizmete talip olan siyasetçilerin pek çoğunda Menderes ve yol arkadaşlarının maruz kaldığı vahşetin gölgesi daima olageldi.

Bununla da kalmadı. 12 Mart’ta, yine seçimle işbaşına gelen hükumete muhtıra verildi. ABD’nin, Türkiye’deki üstyapısı yine, sözümona bu ülkenin ordusundan bazı subaylara görev emri verdi.

Nihayet 12 Eylül askerî darbesi, bu aziz milletin ve memleketin üzerine karanlık bir bulut gibi indi.

12 Eylül bir kuşağı tümüyle zehirledi, ülkeyi her bakımdan geriye itti, toplumsal yapıyı çürütücü bir virüs gibi hastalıklı bir hale getirdi.

Mehmet Ali Birand’ın, “12 Eylül Saat:04.00” adlı kitabından öğrendiğimize göre, CIA Türkiye Masası İstasyon Şefi Paul Henze askerî müdahaleyi haber alırken, haberi ulaştıran diplomatın "[y]our boys have done it" (seninkiler yaptı/bizim çocuklar işi bitirdi) şeklinde konuşmuştu.

Türkiye’de, askerî darbelerin arkasında ADB’ye bağlı “Üst Yapı”nın olduğu konusu artık kaziyeye dönüşmüş durumda. Bunu halk biliyordu. Elitler ise, bu yapıya çalışan, direkt veya dolaylı biçimde ona hizmet edenleri, bu gerçeği karartmak için, böylesi yorum ve iddiaları, komploculukla suçladılar. Siyasetçilerin bir kısmı, bunun üzerini özenle örttüler. Bu yapıyı bilen, memlekette her türlü faaliyetine izin veren, seyirci kalan Demirel gibileri ise, oyunun bir aktörü olarak rollerini başarıyla icra ettiler.

Türkiye gizli bir ABD sömürgesiydi.

2006-2007 aralığına kadar, Türkiye, ABD’nin “Üst Yapı”sınca yönetilmiştir.

2006-2007 aralığında durum değişmeye başladı.

Bu değişimin sonuçlarını gün geçtikçe daha açık biçimde göreceğiz.

İleride, arşivlere dayalı yakın Türkiye tarihi yazıldığında, bu aralığın, Türkiye’nin yakın tarihinde nasıl önemli bir değişim, bir kırılma olduğu görülecektir.

Türkiye’de 12 Eylül’den sonraki en kanlı darbe, 28 Şubat’tır.

Ustalıklı biçimde, “postmodern” sıfatıyla üzeri örtülen asıl gerçek budur.

28 Şubat’ın planlayıcıları, 10 bini aşkın bir infaz listesi yaptılar, 3600 kişiyi öldürdüler.

Bunu, Hizbullah’ın sözümona pıtırak gibi biten betonlara gömülü cesetlerinin bulunduğu evler filmiyle yaptılar, zehirlediler, kaza süsü verdiler veya gözaltlarında kayıplar biçiminde gerçekleştirdiler.

O dönem yaşanan sıradan ölümlerde bile titiz bir araştırma yapılsa, 28 Şubat cuntasının kanlı elleri belirlenebilir.

2 milyona yakın kişiyi fişlediler. Sicillerini bozdular, şaibeli hale getirdiler.

Üniversiteler, Valilikler, çeşitli kurumlar bu cuntanın suçlarına katıldı, bu kirli ve kanlı sürece katkı verdi.

28 Şubat’ın büyük hırsızları hâlâ yargılanmadı. Bir kısmını FETÖ’nün “altın nesil”inin savcıları, yargıçları korudu, davaları sürüncemede bıraktı, Yargıtay aşamasına müdahale etti.

O dönem, işadamları ve siyasetçilerin pek çoğu, ülkenin, milletin parasını çaldı, milyarlarca dolar buharlaştı.

28 Şubat’tan sonra yine bir askerî darbe girişimi, 27 Nisan Muhtırasıdır.  Bu müdahale, -ki, Türkiye’nin artık bir ABD sömürgesi olmadığının bir belirtisi olarak da görülebilir- siyasî iktidarca püskürtüldü.

Ve, 15 Temmuz 2016 kanlı işgal girişimi…

Milletin, ülkenin kaderine el koyduğu destansı bir gecenin de adı olan 15 Temmuz, ‘dinî ve yerli zannedilen- bir küresel ihanet şebekesini kullanan ABD bu kez tam anlamıyla kayaya tosladı. Bu kaya, Anadolu’nun irfan ve aşkla mayalanmış halkıydı. Bu kez, Henze gibi CİA görevlileri, çıkıp, ‘sizin-bizim çocuklar başardı’ diyemediler; aksine, ‘sizin/bizim çocuklar için bu sonun başlangıcı oldu galiba’ diye kara kara düşünmeğe başladılar. Türkiye’nin aziz milleti, bu kez, işgale dur dedi, yepyeni bir özgürlük destanı yazdı, yakın tarihe şanlı bir sayfa ekledi. Aziz şehitlerin ve gâzilerin hüzünlü hâtırâlarıyla dolu 15 Temmuz, artık Türkiye’de, örtülü sömürgeciliğin tam olarak bittiği tarih olmuştur. Türkiye, tarihdaşlarının umudu olduğunu bir kez daha gösterdi. Bundan böyle, kader-i İlahî, “Amerikanın zevâline, Türkiye’nin kemâline…” hükmünü vermiş, yepyeni bir dönem başlamıştır.

Bugün, yine bazı etki ajanları ile safdiller, “darbelerin arkasında ABD var mı yok mu”yu tartışıyorlar.

Gözlüye gizli yok, denilmiştir.

ABD’ye, İngiltere’ye, İsrail’e, Almanya’ya çalışan etki ajanlarına bir sözüm yok. Onlara bu alçalma yeter. Ama safdiller gözlerini açmalı.

Sultan Abdulaziz Han’ı, İngilizler katletti.

Birinci Meclis’e yapılan örtülü darbeden itibaren, bütün askerî müdahaleleri İngiltere-ABD, sonradan Almanya ve İsrail’in de katıldığı Haçlı-Siyonist cephesi desteklemiş, planlamış, yönlendirmiştir.

Bu, güneş gibi ortadadır.

Bunun tartışılması dahi, onların ekmeğine yağ sürmektedir.

Asıl mesele, milletin bu aziz emanetini layıkıyla taşımaktır.

Bu yüzden de bürokratik, siyasal ve kültürel elitlere büyük bir sorumluluk düşmektedir.

Ya, onurlu, özgür bir yaşam veya onurlu bir ölüm.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Sadık Yalsızuçanlar
24-09-16
E mail: kanalahaber.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
"Sizin çocuklar" ARTIK BAŞARAMAYACAK!
Online Kişi: 26
Bu Gün: 39 || Bu Ay: 9.262 || Toplam Ziyaretçi: 2.200.904 || Toplam Tıklanma: 51.940.936