ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / MÜLÂKÂT
Okunma Sayısı: 2309
Yazar: Ali Haydar Haksal ile mülâkât
ROMANDA ÇAPLI ESERLER VERME ŞANSINI BÜYÜK ÖLÇÜDE KAYBETTİK

ROMANDA ÇAPLI ESERLER VERME ŞANSINI BÜYÜK ÖLÇÜDE KAYBETTİK

Müslüman yazarlara düşen sorumluluğu, medeniyet ve düşünce tarihini, insanlık tarihini kendi ruhundan doğan bir bilinçle yeniden yorumlamak, anlatmak olarak öne çıkaran Ali Haydar Haksal, ‘Kendilik ve Edebiyat’ kitabı çevresinde Şakir Kurtulmuş'un sorularını cevapladı.

Ali Haydar Haksal usta bir öykücü. 14 öykü, 4 tane de yayınlanmış romanı var. Son bir iki yıldır tek bir yayıneviyle yaptığı sözleşme doğrultusunda hem yayınlanmamış yeni eserleri hem de mevcudu tükenmiş kitapların yeni baskıları peş peşe çıkıyor. Yeni bir roman üzerinde çalıştığını, yayınlanmak üzere yayınevine teslim edilmiş yeni eserlerinin olduğunu bildiğimiz Haksal’ın araştırma dalında yayınlanmış eserleri arasında önemli bir yeri var ‘Kendilik ve Edebiyat’ adlı kitabın. Öykü Ağacı’nda olduğu gibi yine poetik metinlerin de yer aldığı bu kitap, asıl Cumhuriyet dönemi yazarlarını ve eserlerini incelemesi, bu alanda önemli bir boşluğu doldurması açısından da önemli.

Ali Haydar Haksal, Cumhuriyet dönemi edebiyatını kendi düşüncemiz, medeniyetimiz sınırları içinde inceliyor. İlk gençlik yıllarından itibaren okuduğu pek çok kitabı ‘yeni okumalar’ penceresinden bakarak yeniden okuyup inceliyor. Bir eserin oluşumunu sağlayan unsurları bilmek, anlamak için ruhunu tanımak gerektiğine inanıyor. Kavramlar, sözcükler, cümleler, anlatımlar benzerlik gösterebilir, ne kadar aynı görünseler de farklı ruhtan doğdukları için değişik renkler ve vurgular taşır diyor. Her medeniyetin de sanat eserine kendi ruhunu kattığını, onu şekillendirdiğini kaydeden Haksal, hayatın kendisinin esere yansıması ile de hayatın sanatla birlikte doğal akışında yürüdüğünü ifade ediyor. Son yüzyılın sanatının ve insanının açmazını da çağın ideolojileriyle parçalanmış olmasında gördüğünü ifade edip ruhun önemine işaret ederek, “eserde asıl önemli olan ruhtur, özdür” diyor. Eserin ilk bölümlerinde, insan - hayat ilişkisi, roman, öykü, romancının tavrı gibi konularda yazdığı poetik metinlerin yanı sıra Halit Ziya, Reşat Nuri, Falih Rıfkı, Halide Edip, Yakup Kadri, Refik Halit ve Musahipzade Celal’e kadar pek çok yazarın eserlerini inceliyor. Yazarların eserlerine kendilerini katmalarının önemine işaret ediyor. İncelediği yazarların eserleriyle birlikte, dönemin özelliklerini daha yakından görme imkânı bulduğumuz gibi, edebiyat ilgilileri için de önemli bir kaynak olarak gösterilebilecek bir kitap Kendilik ve Edebiyat.

Müslüman yazarlara düşen sorumluluğu da, medeniyet ve düşünce tarihini, insanlık tarihini kendi ruhundan doğan bir bilinçle yeniden yorumlamak, anlatmak olarak öne çıkaran Ali Haydar Haksal ile ‘Kendilik ve Edebiyat’ kitabı çevresinde bir söyleşi yaptık. Romanı, bizim romanımızı ve romanın açmazlarını konuştuk.

Halit Ziya, Reşat Nuri, Falih Rıfkı, Refik Halit, Peyami Safa ve Tanpınar gibi yazarlarımızın eserleri üzerinde yaptığınız inceleme yazılarının toplamından oluşuyor  ‘Kendilik ve Edebiyat’ kitabınız. Roman üzerine çalışma yapma isteği nasıl gelişti?

Biliyorsunuz ki edebiyat bilimi üzerine öğrenim gördüm. Yazı hayatım şiir ve öykü ile başladı. Sanatsal yoğunluk beni alıp götürdü uzun bir süre. Zaman zaman kimi dostlarım eleştiri çalışmaları yapmamı söylüyorlardı. Okuma bilincimin geliştiği ilk andan itibaren eleştirel bir bakışım vardı zaten. Özellikle de yerli yazarların yerlilikten uzaklıkları dikkatimi çekiyordu daha o ilk zamanlarımda. Bu konuda yerli yazarların, ruh dünyaları bakımından hiç de yerli olmadıklarını fark etmiştim.

Okumalarıma özellikle Batı romanı, klasikleri, modernleri ile başladım. Her milletin kendi romanının özelliklerini görüyordum. İnce Memed romanının iki cildini dört günde okumuştum 1970’li yılların başında. Isınamamıştım. Pek de gerçekliğimize uymuyordu. Köy romanları, öyküleri o zaman daha çok gündemdeydi. Bir köylü idim, köyün en ağır koşullarını yaşıyordum ama bunların hiçbiri bizim gerçeklerimizle uyuşmuyordu. Oralarda anlatılanlar bambaşkaydı, bizimle ilgisi yoktu.

“Diriliş” ile tanışmam, Sezai Karakoç’un kasaba edebiyatı bilinci, yaklaşımı bizler için ufuk açıcıydı. Kendi öykümüzün ya da romanımızın yerini bile belirleme bakımından etkili oldu. Sonra Edebiyat dergisi, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Akif İnan gibi isimleri bilmem, tanımam benim için bir şanstı. Sonrasında Mavera dönemimiz var. Kendimizi orada bulduk.

Okuma sürecimde, edebiyat fakültesine başladığım güne kadar, özellikle Batıcı ruha sahip yerli yazarların eserlerinden uzak durdum. Modern öykülerini ve romanlarını okudum kendimi zorlayarak. Fakülteye başladığım zaman da zorunlu okumalarımdan tat aldığımı söyleyemem. İlahiyat fakültesinde yüksek lisans yaptığımda felsefi metinleri okuma ve eleştiri bakışına yoğunlaşmam bir başlangıç oldu. Çalışmalarımı sürdürdükçe Yedi İklim dergimizde yayımladım. Bunlar yeni ve farklı bakışlardı. Edebiyat sosyolojisi bakımından da değerlendirmelerde bulundum. Hocam Orhan Okay Bey’in dikkatini çekti bu çalışmalarım. Yayımlanan hemen her yazımdan sonra telefonla görüştük, düşüncelerini söyledi. Yaptığım bu çalışmalar aslında geçmişte zorunluluktan okuduğum kitaplardı. Bu kez daha dikkatli bir bakışla okudum; “Yeniden Okumalar” başlığı altında yayımladım. Bu yazıları “Kendilik ve Edebiyat” başlığı altında topladım.

Böylece güzel bir çalışma çıkmış oldu ortaya. Buradan devam edersek, romanın edebiyatımızdaki yeri nedir? Bugün geldiği noktayı yeterli görüyor musunuz?

Roman, modern edebiyatımızda önemli bir yere sahip. Oldukça da etkili. Romanlar en çok satanlarla başı çekiyor şu zamanda da. İlk çıkışından beri bu böyledir. Edebiyatın merkezine oturuyor. Çok satan romanlar serisi her zaman oldu. Bunların çoğu unutuldu gitti. Bu romanlar yabancılık ruhu taşısa da okundu, okunuyor. Tarz ve üslupları veya ruhlarının yabancılıklarına rağmen… Roman kimi zaman ideolojik sorumluluklar üstlendi ya da böyle konumlandırıldı. Köy romanı adı altında Marksist felsefenin tuzağına düşüldü. Bu, yılları aldı götürdü. Bunun karşısında “Yeşil Roman” dizisi başladı. Bunlar da sıradan ve gerçeklikten uzak, derinlikleri olmayan romanlar oldu. Arada elbette iyi romanlar yazıldı, bunu yok sayamayız. Fakat bunlar da tam yerini bulmuş sayılmaz.

Yakın zamanda iki tarz roman daha çok gündemde. Bunlar oryantalist bakışlı kişilerin romanları. Çarpık ve hileli, önyargılı. Bir de ticari sektöre göre yazılmakta olan kalıp romanlar. Bestseller roman öykünmesi daha çok. Felsefi derinlik ve sanatsal estetik ve yoğunluktan uzak olanlar bu tür romanlardır.

İnsanımızın, toprağımızın, uygarlığımızın ruhunu veren saf roman ne yazık ki çok az. Bu anlamda öykü daha çok öne çıktı.

“Sanat eserini bütünleyen asıl ruhtur” diyorsunuz. Romanımızda ve öykümüzde bu gerçeklik ne kadar yansıyor eserlere?

Rus edebiyatı romanını okuduğunuzda buram buram Rus insan karakterleri yoğun. Fransız romanı da böyle. Bu hemen her coğrafyanın seçkin romanlarıyla ilgili. Türk edebiyatı romanında böyle bir yaklaşım var mı? Köy romanı tamamen karşı düşünce ile yazılmış, niyet belli. İslâmî değerleri yok sayan, Marksist ideoloji güdümünde. Feodalizme, ağalığa, sermayeye, din adamına karşı olmak adına bir milletin bütün değerlerini yok sayma ve karşı savaş açma romanlarıdır bunlar. Batıcı ama suya sabuna dokunmayanlar da bu toprağın insanının kıyısından köşesinden geçiyor. Asıl ruhu anlatmaktan uzak. Elbette yaklaşan yazarlar var ama bunlar bütünü tanımlama için yeterli olamıyor.

Bizim romanımızda bu toprağın insanını bir bütün olarak veren roman var mı? Hepsi yabancı. Caminin içine giremeyen, dışarıdan bakan, adı Mehmet olamayan, Memed olan, ve benzeri duygularını karşıtlık üzerine kuran bir romann bu toprakların ruhunu taşıyan roman olarak görebilir miyiz? Elbette insan, hatası, sevabı, günahı, çirkinliğiyle, hemen her yönüyle ele alınabilir. Ancak salt bu olumsuzluklarla bir milletin ruhu, düşüncesi, özü yadsınabilir mi? Yadsındı elbette.

Romanın bize gelişinin üzerinden yaklaşık yüz elli yıl geçti. Bu kadar zaman içinde büyük bir roman çıkamaz mıydı? Rus milletinin yaşadıklarıyla bizim yaşadıklarımız aslında birbirinden çok da farklı değil. Fransız romanı etkisinden kurtulup büyük bir Rus romanı ortaya koyan bir düzey neden yakalanamadı? Asıl sorun bu. Dostoyevski Katolik Hıristiyan ruhun büyük romanını yazdı. Bat ülkelerinde birçok bölgede büyük romancılar çıktı. Ya bizimkiler?

Romanda biraz daha fazla özgür bir alan buluyoruz sanki. Bu yüzden mi acaba  ‘roman pervasız ve acımasızdır’?

Roman, hayatın bütününü ele alıyor. Hayatın bütününde hemen her şey var. Pervasızlıklar da, iyilikler ve kötülükler de. Öykü öyle değil. Öykü belli bir ân’ı, bir kesiti seçerek alıyor. Dolayısıyla sınırlarını çok da geniş tutmuyor. Bu bağlamda daha rahat. Şiire daha yakın. Rahatlık biraz da insanın bağlı bulunduğu ruh dünyasıyla ilgili. Müslüman bir yazar kendi hayatında kendine bir sınır belirlemek zorunda kaldığı gibi bunu romanında da sınırlamak zorunda. Çünkü bir Müslüman hemen her hal ve davranışından sorumludur. Bunlar kayda geçiyor. Yazı da böyledir. Yazı, kayda geçen düşüncelerimiz oluyor. Batı için böyle bir sorumluluk yok. Kendilerini böyle bir sorumluluk altında görmüyorlar, daha rahattırlar.

Bizde olumsuzlukları deşifre etmeme, gerektiğinde örtme gibi bir düşünce var. Bu, olumsuzlukların hem yaygınlaşmasının önüne geçmedir, hem de kişilerin dünyalarını kendi içinde tutma çabasıdır. Müslüman insan her davranışında dikkatlidir. Doğal bir otokontrole sahip. Böyle olunca bir bakıma alan daralması oluyor. Biliyor ki omuzlarındaki melekler hemen her şeyini kayda geçiyorlar ve bunlar bir gün karşısına çıkacak. Nasıl da önemli bir durum değil mi? Bu bile bir ayrıcalık.

Romanın şiire göre, öyküye göre daha az ilgi görüyor olmasını neye bağlıyorsunuz?

Tam tersi. Roman uzun soluklu çalışma, sabır ve dikkat gerektiriyor. Diğer türler daha kısa, yazılması daha kolay. Bir roman için birkaç ay gerekiyor, belki de yıl veya yıllar. Öykü için öyle diyemeyiz. Şiir için de.

Ben de eser bazında söylemiştim zaten.

Evet. Bunun için eline kalem alan daha kestirme yolu tercih ediyor. Roman için düşünsel anlamda uzun süreli yoğunluk gerekiyor. Roman yazarı âdeta bir filozof olma konumunda. Çünkü bir hayat felsefesini ortaya koyma durumunda. Bizde büyük romanın yazılamayışının nedenlerinden biri de budur.

Bir roman yüzbinler satabiliyor ya da nitelikli olan bir roman rakam olarak az da olsa birkaç baskıya ulaşabiliyor. İslâmî duyarlıkla yazılan romanlar da yüzeysel ve sıradan. Ne yazık ki bunlar daha çok ilgi görüyor. Alt katmanın ruhunu okşuyor sadece. Bir adım öteye götürmüyor.

“Öykü, şiirle birlikte âdeta bir koşuya çıkmıştır. Roman, bu anlamda hâlâ bize yabancıdır. Roman, Batı’dan gelen bir tür olduğuna göre, o tür, bulunduğu toplumun ve medeniyetin ruhundan izler taşır.” diyorsunuz. Son yüzyılda ideolojik parçalanmışlığı da dikkate alırsak, romanımızda bu anlamda kendi izlerimizi yansıtabildiğimizi söyleyebilir miyiz?

Tabiî bir Ahmet Hamdi, Peyami Safa romanı var. Bunlar belli ruh dünyaları içinde olan hayatların romanı. Tanpınar, Huzur romanında bir türlü iç dünyaya giremiyor. Bir caminin penceresinden içeri bakıyor. Burada durup düşünmek zorunda kalıyoruz. Bir hesaplaşma da yok aslında. Peyami Safa’nın orta romanlarından biri Fatih Harbiye’dir. Aslında bu yoğunluklu romanlara ne çok gereksinim var. Bu toprağın ruhuna bağlı yazarların ortaya koydukları yeterli midir? 80 milyon nüfusa varan bir toplumda yabancı ruhlu Elif Şafak, Orhan Pamuk, Ahmet Ümit gibi yazarların romanları Müslüman gençlerin ellerinde geziniyorsa bu toplumda ciddî bir başkalaşım ve bir sorun var.

Tabiî dikkat çeken şey başörtülü genç kızların bunlara ilgi göstermesi. Metroda, Marmaray’da, toplu taşıma araçlarında dikkat çekici bir durum. Doğal olarak şu soru akla gelebilir: Neden hemen başörtülü kızlara dikkat çekiyorsunuz da erkeklerden söz etmiyorsunuz? Erkeklerin giyim, kuşam ve davranışlarında nasıl bir ruh ve dünyaya sahip olduklarını fark edemiyorsunuz. Başörtülü hanımlar ise “Ben kılığım, kıyafetim ve duruşumla Müslümanım” dedikleri için dikkat çekiyor. Bu durum elbette ki genç Müslüman erkekler için de geçerli. Sorunlar ortak ne yazık ki.

Üstad Necip Fazıl hemen bütün alanlarda eser verdiği gibi romanlar da yazdı. Asıl yoğunluk merkezi roman değildi. Üstad Sezai Karakoç’un sorumluluk alanı daha çok düşünce odaklı. Medeniyet, millet, devlet ve ümmet ruhunun yeniden dirilmesi çabasında oldu. Şiir merkezde yer aldı. Büyük ve önemli eserler verdi. Roman düşüncesini kısa hikâyeler ile sınırladı. Merhum Mustafa Miyasoğlu, Durali Yılmaz ile sınırlı kaldı ne yazık ki roman çabası. Durali Yılmaz’ın Hacı Bektaş-ı Veli romanının üzerinde ne yazık ki yeterince durulamadı. Bu türden romanlara ne çok gereksinim var oysa. Bunların üzerinde durmama adına kendimi de sorumlu tutuyorum. Sorumluluğumu çok geniş alana yayınca her şeye yetişemiyoruz ne yazık ki. Merhum Kadir Tanır, romanlarını yayımlayacak bir yayınevi bile bulamadı. Yazdıkları bir kenarda kaldı. Müslüman görünen yayınevleri daha çok popüler olana ilgi gösterdi, paraya ve çıkara tamah etti.

Bu durum son zamanlarda biraz olsun değişiyor. Rasim Özdenören öyküde yoğunlaştı, kendini daha çok deneme ve düşünce eserlerine adadı. Ondan büyük roman beklenebilirdi. Gül Yetiştiren Adam aslında iç içe olan iki uzun öykü. Ama bu bile bir başlangıç yapmaya yeterdi. Büyük ve güçlü öyküsü ile sınırladı kendini. Düşünce yazılarına verdiği yoğunluğu romana verse sanırım büyük eserler kazanacaktık. Cahit Zarifoğlu Savaş Ritimleri girişimiyle kaldı, ömrü de yetmedi. Mustafa Kutlu hikâye ile kendini sınırladı. Uzun metinlerine de hikâye dedi. Nedense romanın sınırlarına girmemekte direndi. Uzun metinlerine ısrarla “hikâye” dedi. İskender Pala, biraz karşı tarafla bir rekabet içinde gibi. Muhafazakârların romanını yazıyor mu desek!.. Romanlarını çoğaltma ve piyasaya yetişme rekabeti içinde gibi. Çok satanlar içinde yer alıyor böylelikle. Hasan Aycın’ın klasik metinleri bugüne, bu hayata kazandırması yeni bir tarz denemesi önemli. Bunlar örnek alınabilir. Nazan Bekiroğlu, Fatma Barbarosoğlu’nun çabalarını da anmalıyız. Bekiroğlu romana daha çok yoğunlaştı. Yeni kuşaktan Güray Süngü önemli bir atılım içinde. Belki benim gözümden kaçanlar da var. Ortamı yeterince izleyemediğimi söylemeliyim. Bunu kendi eksikliğim olarak görüyorum.

Günümüze ilişkin çok fazla isim ve eser sayamıyoruz ne yazık ki.

Evet. Benim kuşağımdaki arkadaşların yoğunlaşma alanları farklı oldu. Gazetecilik, televizyonculuk ve şiir ağır bastı. Bu eleştirilerimizi gündeme getirdiğimizde bir iki deneme ile bunu yaptıklarını söylüyorlar. Oysa bizim beklentimiz çaplı eserler. Bu şansı büyük ölçüde yitirdik diyebiliriz.

Şiir elbette özgünlük, toplumda görsel olarak da bir karşılığı var. Roman gibi emek ve zaman isteyen bir çabaya kimsenin girmeye bir niyeti yok.

Bizim romanımızın yeterince yazılmadığını söylüyorsunuz. Neden yazılamadı sizce?

Bu sorunuza söyleşi içinde cevapladığımı düşünüyorum. Batı romanı yeni çıkış yolları bulabiliyor.

Şöyle geliştireyim o zaman sorumu: Çaplı eserler neden yazılamadı?

Güney Amerika romanının çıkışı önemli. Fantastik roman. Modern romanın yeni hamleleriyle kendisini yeniledi. William Faulkner, Proust, Virgina Woolf gibi. Fransız romanı Camus, Sartre gibi yeni bir bilinç akımı geliştirdi. Kafka romancılığı da Batı romanı için yeni çıkışlar. Bunu bizde göremiyoruz ne yazık ki. Ne gelenekten beslenerek yeni bir roman ortaya çıkarma ne de mevcut durumdan roman oluşturma düşüncesi var.

Biz her şeyden önce karakter oluşturamadık. Toprağımızın ruhu çok yönlü ve çok zengin. İnsan karakterlerimizin çeşitliliğini romana geçiremedik, yediremedik. Müslüman yazarların bir kısmı öğüt verme, hayata yol gösterme sevdasına düştü. Yani insanı bir batan olarak ele almayı düşünemedi. Romanı propaganda aracı gibi kullandı, gerçeklikten uzaklaştı ve bir yere tutunamadı.

Hızlı bir değişim yaşanıyor. Geçmişe ait hayatlar unutulup gidiyor, siliniyor. Onun için bizim medeniyetimizin ruhundan doğan insanları kayda geçiremedik. Bu fırsat az da olsa var.

Umut var mı peki? Romanımızın geleceği nasıl görünüyor bugünün penceresinden?

Gelecek şu an için pek de umut verici değil. Öyle bir göz göremiyorum ne yazık ki. Dergilerde şiir yayımlama yarışındadırlar. Daha çok roman okuma, daha çok felsefi eserler okuma ve roman alanına yoğunlaşma gibi bir durum göremiyoruz. Arada hamle yapacaklar olur mu, neden olmasın? Gönlümüzden geçen bu.

Ali Haydar Haksal, Kendilik ve Edebiyat, İz Yayıncılık.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Ali Haydar Haksal ile mülâkât
27-09-16
E mail: dunyabizim.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
ROMANDA ÇAPLI ESERLER VERME ŞANSINI BÜYÜK ÖLÇÜDE KAYBETTİK
Online Kişi: 18
Bu Gün: 579 || Bu Ay: 5.969 || Toplam Ziyaretçi: 2.214.827 || Toplam Tıklanma: 52.114.554