ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / PORTRELER
Okunma Sayısı: 2797
Yazar: Alla Dudayeva (Dudayev'in hanımı)
DUDAYEV'İN SON GÜNÜ

DUDAYEV'İN SON GÜNÜ

Rus televizyonu, sabahtan beri Moskova’da bulunan askeri hastaneleri ve derinin değişik hastalıklarını araştırmak için oraya gelen Amerikalı doktorları gösteriyordu. Materyal zengindi: Ateş yaraları, yanmalar, yırtılan, kırılan, iltihaplanan, gözsüz çirkin yüzler, ayaksız ve kolsuz genç beden parçaları. Gazlı iltihaplanmanın ilginç örnekleri olan onlarca, binlerce, yüzlerce yaralı… Cevher, küçük masanın başında oturuyor, yumruklarını sıkıyordu:

– Onlar bir de savaşımızdan pratik yaptılar! Onlar için bizler, transplantasyon denemeleri için bedava materyaliz.

– Böyle bir şey olamaz! diye korktum ben.

– Hayır olamaz! Saf insansın sen! Çocuklarımıza öyleleri de uğruyorlardı… Yabancıların mikro buzdolapları insan organları ile dolu. Filtre kamplarını ve hapishaneleri bile ziyaret ettiler bu doktor grupları. Tüm dünya, savaşımızı okul gibi kullandı! Ama onları korkunç gelecek bekliyor… Bakalım sırası geldiğinde kim daha hızlı nükleer silahlarını yok edecek.

Bu konuşmadan yaklaşık bir yıl sonra, Rus gazetelerinden birinde Rostov’dan, doktor Patalogonom’un bir yazısını okudum: “Son zamanlarda, Rus askerlerinin ölü bedenlerinde, cerrahların yaptığı çok sayıda organ nakli ameliyatlarının izleri bulundu.” Yazı bana, Cevher’in gözlerindeki acı ve öfkeyi hatırlattı.

O gün Cevher, son rüyasını anlattı bana: “Kara bir gece, kaldırma makarası onu, ağır, büyük bir beton taşıyla yere yapıştırmak İstiyor. Ama son anda altından çıkmaya çalışıyor. Yandan, dönen makaranın kabinesini ve kumanda tablosunu görüyor. Şoför kabininde kimse yok. Bir an kör eden güneşin aydınlattığı bir sokakta buluyor kendisini. Çıplak ayaklarla yürüyor, üzerinde beyaz bir bez var ve arkasından oynaşan iki köpek yavrusu geliyor. Üçüncü, büyük bir köpek, duvardan öteye, Cevher’e havlıyor ama kalın zincir onu serbest bırakmıyor. Sonra köpekler kayboluyorlar ve onların yerine çocuklar geliyor. Cevher, şaka olsun diye, beyaz nevresim uçlarıyla onların kafalarına vuruyor. Sonunda çocuklar da kayboluyorlar ve birlikte yürümek için yanına Degi geliyor. Birbirlerinin yanında yeşil tepelerde bisikletler üzerinde hızla gidiyorlar. Önlerinde bir su kanalı beliriyor, Cevher üzerinden atlıyor, Degi bisikletini geçirmek için kanalın kenarında duruyor. Yolun kalan bölümünü tek başına gidiyor Cevher. Ama bu öylesine bir gitmek değil, sanki bir kuş gibi uçarak, yüksek tepelerin üzerinden göklere çıkıyor. Son duyduğu şey, yakınlaşan bombardıman uçağın uğultusu ve patlamaların sesi. Uzaklarda bir yerde, beyaz elbiseli bir kızın figürü beliriyor…”

Bu rüyayı da her zamanki gibi iyiye yormaya çalıştım. “Seni arıyorlar ve avlıyorlar (büyük makara), ama biz hepimiz zaten bunu biliyoruz; sen kurtulursun ve yine şan olacak bu sana (kör eden parlak güneş), yükselme(beyaz elbiseler), başarı ve şans (sokakta yarı çıplak) ve yine risk(tepeler). Degi ve bisiklet (ertelenen işlerin işareti) ise anlaşılamıyordu.

Degi için endişe etmeye başladım ama Cevher’e bir şey demedim. O gün, Şamsuttin Uvayasayev geldi. Degi, kendisi ve Magomet’in, Türkiye’de bulunan yaralı askerlerimizle birlikte çekilen fotoğraflarını gösterdi. Cevher,” Demek bunun için Degi’yi bugün rüyada gördüm!” diyerek sevindi. Ve diğer fotoğraflardan birini çıkardı. O fotoğrafta Degi ve Magomet bir seccadede namaz kılıyorlardı.

Beş buçuğa kadar iki misafirle sohbet etti, ben yemeği masaya koyduktan sonra uzun süre onları bırakmadı. Ben fotoğraflara bakıyordum. Fotoğrafların birinde Degi’nin yüzü çok soluktu, güçlükle gülümsüyordu. Ön planda çekildiği tek fotoğrafı buydu. Degi, Magomet’le kucaklaşarak bir kanepede oturuyor, alabildiğine hüzünlü ve kırmızılaşmış gözleri olduğu gibi görünüyorlardı. Bizi geceler boyunca hala merak ediyor mu acaba? Nihayet misafirler gittiler ve Cevher beni odaya çağırdı. Batan güneşin altın ışıklarıyla aydınlattıkları pencerenin yanında duruyor, çok dikkatlice bir şeyi izliyordu. Ellerinde eski, 1-5-10 dolarlık banknotlar vardı. Dikkatle dokunarak, bazen okşayarak ve gün ışığında onlara bakarak heyecanla konuşuyordu:

“Türk okul çocukları bu paralan bizim için topladılar,” öyle sevgiyle söylüyordu ki. sanki o çocuktan karşısında görüyordu, ”Belki de çocuklardan biri, annesinin kahvaltı için verdiği parayı gönderdi bize. Bir diğeri para kutusundan çıkardı. Bu paralar, başka paralardan çok daha değerli geliyor bana. Onlar kalbimi ısıtacaklar,”

Paralan montunun iç cebine koydu. Sonra, her zamanki gibi ta koridor hem küçük mutfak olan mekana geçti, sandalyeye oturdu ve ağır asker bollarını giymeye başladı. Bağcıkları bağlayıp ayağa kalkarak gülümsedi: “Ben hazırım!”

Bu defa iki arabayla çıktık yola. UAZ ve yeşil asker rengine boyanan “Niva”arabasıyla. “Niva” değişik yeşil renginden dolayı, anlamadığım, itici bazı duygular doğuruyordu içimde. Gehi-Çu köyünü geçtikten sonra dağlara çıkmaya başladık. Raşid’in evinin penceresinden sonbaharda gördüğüm yer burası işte, o zaman bu tarlaların kenarlarında ağaçlar vardı ve benim için, içinde olmak istediğim sihirli, mavi, uzak bir diyarlardı.

Sola kıvrılıp tarlaya çıktık. Arabaları durdurduk, “Niva”nın durduğu yer, iki küçük tepenin arasındaydı.

Yamaçlardaki ağaçlar arabayı yukarıdan görülmeyecek şe­kilde kapatıyorlardı. Cevher, uydu bağlantılı telefonun bulunduğu çantayı arabanın üzerine koydu ve antenin kablosunu çıkardı. Şala-ji’deki bombalamadan sonra kablo kesilmiş, uzunluğu iki metre ka­dar kalmıştı. Bu yüzden Cevher, son zamanlarda telefonda konu­şurken arabanın yanında bulunmak zorunda kalıyordu. Vaha İbragimov, sözde “Geçici Yönetim Başkanı” hakkındaki duyuruyu okudu. Doku Zavgayev, kendisine Cumhurbaşkanı sıfatını yakıştır­ma riskine girmemişti: “Çeçenistan Cumhuriyeti İçkeriya hüküme­ti, bu seçimlerdeki oyunun, Cumhuriyetle, savaş hareketlerinin canlanmasında ve onların Rusya topraklarına sıçramasında önemli rolü oynayacağı konusunda uyarıyor.”

Ondan sonra da ben çıkmak istedim radyoya, duyurumu yapmak ve şiirimi okumak için. Çok iyi hazırlamıştım, şöyle idi:

“İçkeriya ve Rusya halklarının sesimi duyacaklarını umut ediyo­rum. Sesim kanlı katliamın ve savaşın alevi içinden geliyor. Anla­manızı istiyorum, Rus halkına karşı savaşmıyoruz, Kremlin’de otu­ran hainler ve pisliklerin çetesine karşı savaşıyoruz. Onlar, Rus hal­kını soyuyorlar, öldürüyorlar ve hainlikler yapıyorlar. Hem kendi halkını hem de komşu halkları. Çeçen ve Rus anneleri uyanın! Rus ordusunun askerleri ve siperlerde, bombalar ve kurşunlar altında bulunan Çeçen savaşçılar, sizin içindir benim şiirlerim.” Ama Cev­her, konuşmamın Hamad Kurbanov’un, Borovoy ile barış görüş­melerini konuştuktan sonra ilan edileceğini söyledi ve bitirene ka­dar arabadan uzaklaşmamı istedi.

Benim gereğinden fazla riske gir­memi istemiyordu, bunu çok iyi anlıyordum. Her zamanki gibi ba­na vakit yetmeyecek! Cevher, küsmüş halime baktıktan sonra gü­lümsedi ve telefon açmaya başladı. İlk kelimelerden sonra konuş­ma her zamanki gibi kesildi. Bulutların ötesinde, yükseklerde bom­bardıman uçaklarının uğultusu duyuldu, ben hemen Cevher’in ya­nma koştum: “Uçaklar!” Cevher sakince cevap verdi: “Bombaladı­lar, yetti, Gürcistan’a gidiyorlar.” Gerçekten de bu uçaklar bize bi­raz uzaktan, dağların üzerinden gidiyorlardı ve uğultuları çabucak kesildi. Ağaçların perdelediği uçurumun kenarına yaklaştım, araba­dan yaklaşık yirmi metre uzaktaydım. Akşamın saat altısı, güneş yavaş yavaş inerek ağaçların uçlarını altın rengine boy uy ordu. Mu­sa İdigov ve Vaha İbragimov yanıma yaklaştılar. Saydam pembe havada kuşların çok sesli korosu duyuluyordu. Ayaklarımız altında, kıştan sonra güneyden gelen yüzlerce kuş, yeşeren bahara şarkılar söylüyorlardı. Yukarıdan bakınca yuvaları çok iyi görülebiliyordu.

Bir kaç dakika değişik konulardan bahsettik, sonra aşağıdan, ağla­ma ve inlemeye benzeyen sesler duydum. Sesleri dinlemeye başla­dım ama onları kimin çıkardığını anlayamadım. “Vaha, sen avcısın, orada ağlayan kim olabilir?” dedim; “Kedi mi yoksa kuşlar mı?” “Kuş” dedi Vaha. “Neden tüm kuşlar dallarında oturarak neşeli şar­kılar söylüyorlar da, bir tanesi uçurumun dibinde acılı bir şarkı söy­lüyor? Belki biri yuvasını bozmuştur ha?” Vaha bir şey demedi, ye­niden ‘Niva’nın yanma gitti. Arkama döndüğümde, Cevher bir yan­dan Magomet Janiyev ve Hamad Kurbanov’a bir şeyler anlatıyor bir yandan da bana bakarak sessizce gülüyordu. Morali iyi olduğu zamanlarda hep böyle benimle latife etmeyi severdi. “Eğer bana bakıyorsa yine benim hakkımda komik bir şeyler anlatıyordur” diye düşündüm. Galiba, bunun için beni buraya yolladı… Üçü de, üzerinde telefonun olduğu “Niva”nın yanında duruyorlardı. Vaha, arabanın öbür kapısının yanında oturdu ve sigara içmeye başladı. Gerçek bir  Çeçen gibi  büyüklerin gözü önünde sigara içmeyi istemezdi.  Cevher yine Borovoy’un numarasını çevirdi ve konuşmaya başladı. Borovoy’la yaptığı konuşmada da ondan hemen sonra yaptığı röportajda da aynı cümleyi: “Rusya, Çeçenistan’a yaptığına pişman alacak”. Ben ters döndüm ve dinlemeye koyuldum, kuş hala ağlamaya devam ediyordu. Onun iniltileri kalbimi acıtıyor, kötü bir şeyin sezgisi beni rahatsız ediyordu. Sanki bir şey havada asılı duruyordu. Tuhaf bir hafiflik… Buna benzer bir duyguyu, Cevher’e yapılan suikastlardan birisi sırasında da yaşamıştım. O zaman da gülüyorduk omuzlarımıza dokunan tehlikenin tüm ağırlığı  kaybol­muştu sanki. Ama bunu, aynı beklenmedik şekilde, soldan gelen füzenin ıslığını duyduğum zaman anladım. Sırtımın arkasındaki patlama ve sarı alevler beni uçuruma atlamaya zorladılar. Bu derin etki bombalarının düşüşü sırasındaki patlamalar gibi korkunç bir patlama değildi. Bundan dolayı hiç korkmadım, uçurumdan çıkma­ya çalıştım. En azından kafamı çıkarttım ve etrafı gözlemeye baş­imam Kimseyi gidemiyordum… “Ne kadar da hızlı saklandılar diye düşünürken ikinci füzenin gelişim duydum. Nereden geldiği belli olmayan korumalarımızdan biri üzerime düştü, beni parçalardan korumaya çalışıyordu, galiba Rusik’ti. “Çıkma diye emir verdiler ama bir dakika sonra yukarı çıktım. Ellerimle ağaçların dalla­rını tutmuş öylece asılı kalmıştım. Yeniden bir sükunet başladı, “Bizimkilere ne oldu?”

Kalbim deli gibi çarpıyor, her şeyin iyi olduğunu umut etmek istiyordum. Birden, yukarıdan Vishan’ın ağla­ması duyuldu. Tanrım, biri ölmüş olmasın? Uçurumdan çıktım ve hiçbir şey anlamadan etrafa bakmaya başladım. İşte başörtüm çalıların dallarında dalgalanıyordu. Titreyen ellerimle aldım onu ve başımı örtmeye çalıştım. Hala kimseyi görmüyordum, olanları henüz anlamış değildim… “Ama araba ve etrafında duran herkes nereye gitti? Cevher nerede?” birden sanki ayağım taklidi. Ayaklarımın altında oturan Musa’yı gördüm- “Alla, Cumhurbaşkanımıza yaptıklarına bak!” Cevher, onun dizlerinde yatıyordu… Başlangıçta onu tanımadım. Biraz önce yanımda duruyor, bana gülümsüyordu. Şimdi ise yüzü acıdan bembeyaz olmuştu. Kendisinde değildi, göz­leri hiç bir şey görmüyordu. Aniden dizlerimin üzerine çöktüm ve vücudunu ellemeye başladım. Hiç bir yerden kan akmıyordu, ama parmaklarım kafasına gelince, boynunun arkasında, sağ tarafında, kanayan bir delik yarası hissetim. Tanrım, böyle yarayla yaşanmaz. Tanrım… Zaman benim için durmuştu. Onunla yavaş yavaş ölüyor­dum… Artık ben de etrafımdaki hiçbir şeyi görmüyordum. Yalnız ona bakıyordum. Onu UAZ’a götürmeye çalışan Musa’ya yardım ettim. Yürürken:

– Diğerleri nerede? diye sordum ona.

– Magomet ve Hamad öldüler, Vaha hafif yaralandı, diye ce­vap verdi Musa. Biz onu güvenli bir yerde sakladık. Şimdi Cum­hurbaşkanı’nı götürelim, sonra onun için geri döneceğiz.

– Neden hemen almıyoruz?

– Sadece bir arabamız kaldı.

“Niva”yı neden sevmediğimi ancak şimdi anladım. Aslında arabayla ne alâkası var… Fikirler bilinçte ortaya çıkıp bir dayanak bulamadan sönüyorlar, içimde oluşan korkunç boşlukla kaybolu­yorlardı. “Vaha’ya ne olacak?” diye yine sordum ben. “Cumhurbaş­kanı’m kurtarmak zorundayız” diye inledi Musa. Yüzüne tektim ve onun da olanlara hala inanamadığını anladım. Vıshan ve Rusik koşarak yanımıza geldiler. Geçen dakikalar içerisinde onlar, yanan “Niva”dan bazukaları, silahlan ve Cevher’in yanından ayırmadığı çantasını çıkarıyorlardı. Yan açılmıştı. Dağılan evraklar çantadan düşecek gibi duruyorlardı. “Onlan yerden aldık” diye açıkladı Vıshan. Evraklar, Cevher gibi toprağın ve san tozun ince tabakası al­tındaydı. Savaştan hemen önce yazdığım şiirin mısraları, kafamda dönmeye başladılar: “Toprak beni örttüğünde…”



Karşı odada, halıda yatan Cevher’in iyi görünebildiği bir yerde yatağa yattım. Gözlerimi kapamıyordum, saat üçte, divanda Musa’nın yattığı odaya girdim. “Musik, ben böyle yapamıyorum, Cevher orada tek başına, onun yanına gidelim.” Yaklaştık ve diz çöküp nevresimi açtık. Musa titredi. “Alla, o şimdi gözlerini açtı!” Nefesimi tuttum. Belki de şu an hayattadır? Göğsüne dayandım, kalbi çarpmıyordu, nefes almıyordu ama gözleri bize bakıyordu. Bize işaret verdiğini anladım. “Musik, o bizi bekliyordu, bizi görmek istiyordu.” Ölenin, sevdiği insanlar kendisine yaklaştıklarında böyle olduğunu duymuştum. “O bizi bırakmadı, hala bizimle.” Ahmet, yanan saçlarına beyaz örtü koydu, alnına ise cihat yazılarıyla yeşil bir bant yerleştirdi. “Cevher kardeşimin yakışıklı olmasını istiyorum” dedi giderken…

Derin bir üzüntüyle bakıyordum Cevher’e. Yüzü sakin değildi, sanki kaybolmuştu, hala yollardaydı sanki. Ona nasıl yardım edebilirim? Kendisine olanları hala anlamış değildi. Tanrı’ya dua etmeye başladım, onun, öbür dünyada bizim Cevher’i burada sevdiğimiz kadar sevmesini ve kabul etmesini istiyordum. Uzun uzun dua ettim, sözlerimi hatırlayamıyorum ama her şey temiz kalbimden çıkıyordu. Saat altıda, Musa ile yeniden Cevher’in yanma girdik ve gördüğümüz değişikliğe şaşırdık. Önümüzde, muhteşem yüzlü 17 yaşında bir genç vardı, dudaklarında mutlu bir gülümseme oynuyordu, gerçekten de Tann’yı görmüş gibiydi. Çok güzeldi!

“Yakışıklı bedevim benim, hangi çöl ve ovaları uçurur sıcak rüzgarın…” Bu sözler kalbimde doğdu ve titreyen ruhumla, güneşin erittiği gökyüzü ve bedevilerin beyaz elbiselerinin olduğu sıcak kumların ve dünyaların karıştığı diyarlara götürdüler beni. Filistin miydi, Arabistan mı; bilmiyorum ama onların arasındaydı.


Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Alla Dudayeva (Dudayev'in hanımı)
24-08-17
E mail: izdiham.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
DUDAYEV'İN SON GÜNÜ
Online Kişi: 27
Bu Gün: 184 || Bu Ay: 9.407 || Toplam Ziyaretçi: 2.201.082 || Toplam Tıklanma: 51.941.846