ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : İKTİBAS / Muhtelif Mevzûlar, Yazarlar, Yazılar
Okunma Sayısı: 1252
Yazar: Ahmet Ar
TARTIŞILABİLEN TARTIŞILAMAZ OLUNCA…

TARTIŞILABİLEN TARTIŞILAMAZ OLUNCA…

Birçok problemimiz ilim ve tefekkür hayâtımızın disiplinden uzak olması ve sâhaların birbirine karışmasından doğmaktadır. Bir beşer olarak fikir beyân edebileceğimiz sâha var, edemeyeceğimiz sâha var. Bunlar birbirine karışınca susmamız gereken yerde konuşabiliyor, konuşmamızın meşrû olduğu yerde de susmak mecbûriyetinde kalabiliyoruz. Her ikisi de sahih ve sıhhatli tefekküre zarar veriyor.

Şu meşhûr hâdise hudutların çizilmesinde çok mühimdir:

Hz. Peygamber -aleyhisselâm- Bedir'de orduyu bir noktaya mevzîlendirmişti. Hubab bin Munzir isimli bir sahâbî, "Ey Allah'ın resûlü, vahiy sebebiyle mi bu vaziyeti aldık; yoksa bu senin kendi görüşün mü?" diye sordu. "Benim görüşüm" cevâbını alınca, Hubab, gerekçelerini de açıklayarak "Şuraya geçsek daha iyi olur." dedi; ordu başka noktaya yeniden yerleştirildi. Savaşın gidişatında, Hubab’ın verdiği taktiğin çok kritik faydaları oldu.

Hubab’ın rahatlıkla görüşünü ifâde edebilmesi, Efendimiz’in ashâbına sağladığı bir serbestiyetti. Saygı ve edep çerçevesinde, sahâbe, îtirâzlarını serbestçe dile getirir, Rasûlullah da onları sabırla ve ilgiyle dinlerdi. “Sen ne karışıyorsun?”, “Sana mı kaldı?”, “Aklını kendine sakla.” türünden azarlamalar, Efendimiz’in örnek ahlâkında yoktu. Hamd olsun. Sahâbîler de, utanıp sıkılmazlar; bir durum kafalarına yatmadığında, “Vardır bir hikmeti”, “Biz kimiz ki?”, “Şimdi konuşup çıkıntılık etmeyeyim.” deyip susmazlardı. Diğer sahâbelerin, suâl soran, görüş beyân eden sahâbeleri “Sen Resûlullâh’a îtirâz mı ediyorsun?” diye suçlamamaları da ibretlerle doludur.

Demek ki vahiyle gelen üzerinde tartışma yok, değilse görüş beyânı mümkün. Sahâbeden sonraki nesiller, hele hele bizim için ise Kitap ve Sünnet’le sâbit olan üzerine söz yok, aksi hâlde fikir yürütmek memnû değil. İlmî kifâyeti olmayanlar için müctehid imamların sözü üzerine de söz yok. Söze, haddi aşmamak şartıyla yol vardır. Burada şahsımıza söz hakkı çıkarmaya değil belli şartlar muvâcehesinde beşerin sözüne yol olup olmadığına bakmaya çalışıyoruz. Söz hakkının belli şartlar istediğini elbette biliyoruz.

Mezhebimizin kurucusu İmâm-ı Azam’ın ders verme usûlü de meseleye netlik kazandıracak mâhiyettedir:

İmâm-ı Azam’ın ders verme usûlü: O, doğrudan doğruya dersi takrîr etmezdi. Herhangi bir meseleyi ele alır ve ortaya kordu. Sonra bu meseleye âit hükümlerin dayandığı esasları açıklar ve talebeleriyle bunun üzerinde münâkaşa ederdi. Herkes kendi görüşünü açıklardı. Onlar bazen hocalarına uyar bazen de onun içtihâdına muhâlefet ederdi. Kimi zaman yüksek seslerle ona îtirâzda bulunurlardı. Mesele bütün yönleriyle incelendikten sonra o, bu karşılıklı konuşmaların netîcesinde meydâna gelen görüşü ortaya kordu ki onun ulaştığı bu görüş meselenin kesin bir çözüm şekli olurdu. Artık bu görüşü bütün talebeleri kabul eder, beğenirdi. İmam Ebû Hanîfe’nin çağdaşı olan Mis’ar b. Kidâm, onun ders verişini şöyle anlatmaktadır:

“Ebû Hanîfe’nin talebeleri sabah namazını müteâkip ihtiyaçlarını görmek için dağılırlar, sonra onun dersinde bulunmak üzere toplanırlardı. İmam Ebû Hanîfe gelip yerine oturur ve “Sorusu olan veya bir mesele üzerinde münâkaşa etmek isteyen var mı?” derdi. Bunun üzerine her taraftan sesler yükselirdi. Allah İslâm’da şanı büyük olan böyle bir kimse sâyesinde bütün bu sesleri sükûnete kavuştururdu. (Bu bilginin kaynağı eserin dipnotunda verilmiş)

Şüphesiz bu metodu ancak büyük bir rûha, güçlü bir şahsiyyete sâhip olanlar uygulayabilirler. Çünkü bu metodu tatbîk eden kimse, hoca olduğu halde talebelerinin seviyesine inmektedir. Hem hocalık vasfını korumak hem de talebelerin seviyesine inmek heybet ve şahsiyyet sâhibi büyük kişilerin işidir. Böyle bir ders ve araştırma usûlü, öğrenciyi daha iyi yetiştirir ve öğretmenin görüşlerini daha iyi ortaya kor. Hem hoca için hem de talebe için daha faydalı olur. İmam Ebû Hanife’nin bu tarzda derse devam edişi, kendisini ölünceye kadar hakîkatleri araştırıp öğrenmek isteyen bir insan hâline koymuştur. Onun ilmi sürekli artmakta ve fikri durmadan gelişmekte idi. (Muhammed Ebû Zehrâ, Mezhepler Tarihi, Hisar Yayınevi, s. 216-217)

İmâm-ı Azam'ın tedrîs faâliyetinde dikkat ettiği en önemli hususlardan biri de, talebeleriyle istişâre yapmaktı. Onlarla istişâre etmeksizin kendi başına bir içtihatta bulunmazdı. Müminler için nasihatte bulunurken katı davranmazdı. http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=576

Buradan anlaşılıyor ki ilimde farklı görüş ileri sürmek vardır, meşrûdur. Bilhassa tefsîr, fıkıh, hadîs, kelâm gibi ilim sâhalarında farklı görüş ve ictihadların olması kaçınılmaz bir vaziyet. İlimler farklı görüşlerin tartışılması ile inkişâf ve terakkî eder. Temel ölçülere bağlı kalmak şartıyla üretilen farklı görüşler bastırılır, yasaklanırsa ilmi dondurmuş oluruz. İmâm-ı Azam Hazretlerinin talebelerinin birçok hususta hocalarından farklı ictihadlarda bulundukları mâlûmdur. Mezhep içinde bile farklı görüşlere yol açık. İmâm-ı Azam’ın gölgesi, talebelerini farklı içtihadlardan alıkoymuyor. Ebû Hanîfe Hazretlerinin ders verme usûlünden anlıyoruz ki bu sâha tartışmaya açıktır.

Hanefî mezhebinden sonra üç sünnî mezhebin daha ortaya çıkması da gösteriyor ki ilim sâhası yeni ictihadlara, görüşlere kapalı değildir.

Gelelim tartışmanın, îtirâzın olmadığı sâhaya… İmâm-ı Rabbânî Hazretleri şöyle buyuruyor:

“Eğer mürid şeyhini tam bir muhabbet ve ihlâsla sevdiği hâlde içinde ona karşı kıl kadar da olsa îtirâza yer bulursa iyi bilsin ki, bu, mahvolmaktan, hüsrâna uğramaktan, şeyhin kemâlâtından mahrum olmaktan ve rezil olmaktan başka bir şey değildir.” (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât Tercümesi, Yasin Yayınevi, c.2, 313. Mektup, s. 440)

Bu sâha tasavvuf, tarîkat, şeyh/mürşid, mürid… sâhasıdır.

Tasavvufun mâhiyeti üzerine farklı sözler söylemek elbette mümkündür, bu yol da ehline açıktır. Nitekim İmâm-ı Rabbânî Hazretleri Muhyiddîn-i Arabî’ye bazı hususlarda îtirâz etmiş, oldukça keskin tenkidlerde bulunmuştur. Yine İmâm-ı Rabbânî, Ebû Said Ebu’l-Hayr’ın, hatta kendinin de mensup olduğu Nakşibendiyye silsilesinden Ebu’l-Hasan Harakanî’nin bâzı sözlerini yanlış bulduğunu açıkça ifâde eder.* Îtirâz ve tartışmanın olmayacağı sâha şeyh, yani mürşid ile mürid arasındaki husûsî sâhadır. Yani seyr ü sülûk sâhası… Seyr ü sülûk, Hakk'a ermek için ehil bir zâtın rehberliğinde ve  kontrolünde çıkılan mânevî, kalbî, rûhî yolculuk ve ahlâkî tâlim ve terbiyedir. Tartışma nasıl olsun ki insan kendini, bu işe tam ehil olduğuna şüphesiz inandığı bir zâtın rehberliğine baştan teslim etmiştir. Îtimât ettiğin bir doktorun masasına ameliyat için yatmak gibi… Bundan sonrası doktorun bileceği iştir. Doktor hâzık birisiyse seni sıhhate kavuşturacak, aksi hâlde ya öldürecek ya da sakat bırakacaktır. Bu yüzden ameliyata yatmadan evvel doktorun tedkîk edilmesi, işinin ehli olup olmadığının araştırılması gerekir. Ama ameliyat başladıktan sonra “O neşteri değil şunu kullan, şu ilâcı şu dozda verme, çok kestin, canımı yaktın, dikişi düzgün atmadın… vb.”  tarzında doktorun işine karışmak her şeyi berbat edecektir. Doktor seçildikten sonrası teslîmiyet…

Ehil şeyh, mürîdinin bütün hâllerine vâkıf olarak onu çıkardığı yolda neye ihtiyâcı varsa onu verecektir. Şu kadar salavât, şu kadar istiğfâr, şu kadar tespih namazı, şu kadar riyâzet, şu kadar Kur’an okuma, harama-helâle dikkat… vb. Mürîdin seyr ü sülûkta bunlara îtirâzı memnûdur. Karar baştan verilmiştir ve teslîm olunmuştur. Nasipte olan yere kadar yürünecektir.

Buraya kadar tartışmanın olabileceği sâha ile olamayacağı sâha netleşmiştir sanırım.

Tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm gibi ilimlerle tasavvuf ve tarîkatlar tren rayları gibi hem birbirlerinden kopmadan hem de kendi yerlerinde durarak yüzyıllarca devâm etti. Birbirlerinden istifâde de ettiler, hep kendileri olarak da kaldılar.

An’aneye bağlı ilim ehlinin hemen hemen tamâmının tasavvufla az veya çok ünsiyetlerinin bulunduğunu, birçoklarının bir şeyhe bağlı olduklarını biliyoruz. İmâm-ı Gazâlî gibi… Bunun tersi de doğrudur. Hemen hemen bütün tasavvuf erbâbı da medrese tahsîli görmüştür. En azından bu dünyâya âşinâdırlar. Meselâ Nakşibendi şeyhlerinin hepsi sıkı bir medrese tahsîlinden geçmiştir. Bu yüzden Nakşibendiyye için “Hâcegân yolu” da derler. Nakşibendiyye’nin disiplini ve bozulmadan devâm edebilmesinin temelinde bu vardır. Bütün Nakşibendiyye silsileleri şerîatsız bir tarîkat hayâtının boş olduğunu, menzil-i maksûda ulaştırmayacağını söylerler. Meselâ İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, ehl-i sünnet âlimlerinin çalışarak buldukları ile kendilerinin keşifle buldukları arasında kıl kadar fark olmadığını ifâde eder. Fakat her şeye rağmen şeyh, şeyhtir; âlim de âlim… İmam-ı Rabbânî ilimle ne kadar meşgûl olursa olsun, şeyh; İmâm-ı Gazâlî ne kadar sûfî olursa olsun âlimdir. Doldurdukları boşluk budur.

Asırlarca tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm âlimleri kendi kulvarlarında, tasavvuf erbâbı şeyh-mürşidler de kendi kulvarlarında yürüdüler, büyük hizmetler yaptılar.

Osmanlı medreselerinin son mezunları da iç dünyâlarında bir tenâkuz yaşamadılar. Tartışma ve îtirâzın meşrû olduğu sâha ile memnû olduğu sâhayı birbirine karıştırmadan yetiştiler. Kafaları net ve aydınlıktı. Çünkü gelenek henüz canlıydı, ayaktaydı.

Sonra… Bize zorla medeniyet değiştirtilmeye kalkılınca… İnancımızın üzerinden silindirler geçirilince… Gökkubbenin başımıza yıkılmasıyla… Dîn adına dudak oynatan asılınca… Allah demek yasak olunca… Hocaların tamâmına yakını korkup meydânı terk edince… Âhiret hesâbını dünyâ hayâtına tercîh etme salâbet ve cesâretini gösterebilen birkaç kahraman kalınca… Medrese ulemâsı şeyh, şeyhler ulemâ olmak zorunda kaldı. Şeyh, mürîdlerine seyr ü sülûk yaptıracakken elifba, tecvid ve olabildiğince diğer ilimleri okutmaya başladı. İş, çocuklarımıza dinsiz olmayacakları kadar bilgi vermekti. Bu arada belki de normal şartlarda ulemâdan olacak kişiler de kendilerini şeyh postunda buluverdi. Onlar da karınca kararınca etraflarına toplanan mürîdleri yetiştirmeye çalıştılar. Devir, armudun sapı, üzümün çöpü ile uğraşacak devir değildi.

Bu arada bir şey daha oldu. Âlimlik ile şeyhlik bir kişide birleşince kadîm hudutlar berhavâ oldu. Her şey birbirine karıştı. Necip Fâzıl’ın dediği gibi:

Büyük meydâna düştüm, uçtu fildişi kulem;
Milyonlarca ayağın altında kaldı kellem.

Ve… tartışma ve îtirâza açık ilim, tartışma ve îtirâza kapalı tarîkat, mürşid-mürid münâsebeti sâhasına dâhil ediliverdi. Bunu usûl erkân bilen medrese mezunları yapmadı elbette. Onların kafaları karışık değildi. Bunu onların dünyâsına yabancı, üzerinden silindir geçmiş, ilim sâhası ile mürşid-mürid münâsebeti sâhasını birbirinden ayırabilecek bir zihniyete sâhip olamayan nesiller yaptı. Ancak tartışmayla, farklı görüşlere açıklığı ile inkişâf edip bütün zamanları kuşatacak olan ilim, tartışmanın, îtirâzın yasak olduğu sâhaya sokularak donduruldu.

Hadi buna da eyvallah diyelim. O medrese görmüş zâtların zâten fazla îtirâz edilecek görüş ve tâlîmâtları yoktu. Şeyhti onlar ve seyr ü sülûkta îtirâz olmazdı. Ama onlardan sonra gelenler de kendi duruş, görüş, söz ve tâlîmâtlarını şeyhin görüşleri gibi tartışma ve îtirâz dışı yaptılar. Hem şeyh değiller hem de şeyh gibi tartışılmaz insanlar… İşte burada sancılar başladı. Bağlıların iç dünyâlarında  sıkıntılar baş gösterdi. Şeyhin seyr ü sülûk için verdiği emir ve talîmâtlara îtirâz yoktu ama tamâmen dünyevî işlerdeki emir ve tâlîmâtlar da seyr ü sülûktan mı sayılacaktı? Filanca dünyevî işle alâkalı bir tâlîmâta uymadı diye bir mürîd mânevî yolculuğunda tökezler mi? Ya bir de bu emir ve tâlîmât şerîata ters ise ne olacak? Şerîata mugâyir olan bir işi yapmaya kim zorlayabilir bir Müslümanı? Böyle bir emri yerine getirmeyen bir Müslüman dînî bakımdan mes’ûl olur mu? Müslüman, işlerini yaparken şerîata uymakla mükelleftir. Şerîata uymayan bir tâlîmâta uymakla değil uymamakla vazîfelidir. Şerîata uymayan bir teklif itâat mükellefiyetinden düşmüş demektir. Nitekim “Allah’a isyan olan yerde mahlûka itâat yoktur.”

Yukarıda mürid-mürşid arasındaki münâsebette îtirâz ve tartışma yoktur, demiştik. Kabûl etmek lâzımdır ki o husûsî sâhada bile şerîat ölçülerine dikkat edilmelidir. Bir insanın yolu sahte bir şeyhe uğradıysa bu yanlıştan nasıl dönecektir? Elbette şerîat ölçülerine bakarak… Eğer şeyhte ehl-i sünnet îtikâdına apaçık aykırı bir hâl görürse o şeyhi terk edip kendisine ehl-i sünnete tam uyan bir şeyh aramalıdır. Doktor-hasta teşbîhi üzerinden gidersek, tamam, doktorun masasına yattıktan sonra îtirâz yok ama kalp ameliyatı olmak için yatıp da doktorun elinde balta görürsek “Bir dakika!” demek ve o masadan savuşmak hakkımız da vardır herhâlde. Demek ki yanlış yapmışız; bu, gerçek ve hâzık bir hekim değil, sahteymiş. Şerîat ölçülerine uymayan hâlleri olan şeyhten kastımız böyle bir şeydir.

Nitekim şeyhe kıl kadar îtirâzı bile reddeden İmâm-ı Rabbânî Hazretleri aynı mektûbun sonlarında bakınız ne buyuruyor:

“Şeyhten bâzen şerîata muhâlif bir durum zuhûr ederse müridler kendisini taklit etmemelidir. (…) Ağlayıp yalvararak Allah Teâlâ’dan şeyhi selâmete çıkarması ve âfiyete kavuşturması talep edilmelidir.” (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât Tercümesi, Yasin Yayınevi, c.2, 313. Mektup, s. 440)

Şerîata muhâlif bir vaziyette şeyhe bile uyulmaması gerekirken şeyh olmayanın şerîat ölçülerine sığdırılamayan bir kısım tâlîmâtlarına îtirâzsız uymak nasıl olur? Müslüman, Müslüman olmakla şerîata uyacağına söz vermiştir ve şerîattan başka mutlak olarak uyacağı bir ölçü yoktur. Bütün emir ve tâlîmâtların şerîata uyarsa bir kıymeti vardır, bunlar ancak o zaman uymaya lâyık olur.

Şeyh olmayan kişi seyr ü sülûk yaptıramaz. Seyr ü sülûk dışındaki emir ve tâlîmâtlar da ilmin sâhasındadır ve bu mahâlde suâl ve gerekirse îtirâz meşrûdur. Her Müslüman neyi niçin yaptığını bilmekle mükelleftir. Aksi hâlde hesâbını vermek mecbûriyetinde kalır ki ağır iştir.

“O gün, onların yüzleri ateşte evirilip çevirilirken; “Ah! Keşke biz, Allah’a itâat etseydik, Peygamber’e de itâat etseydik.” diyecekler. (Ahzâb, 66)

Ve diyecekler ki: “Ey Rabbimiz! Doğrusu biz, efendilerimize ve büyüklerimize (onların isteklerine, hevâlarına ve çağırdıklarına) uyduk, (onlar) da bizi (hak) yoldan saptırdı.” (Ahzâb, 67) (Feyzü’l-Furkân)

Netîce: Ehl-i sünnet ölçüleri muvâcehesinde şu anda hayatta olan hiçbir fânînin duruş, görüş, ictihâd ve tâlîmâtı tartışma ve îtirâz dışı değildir. Bu, olur olmaz yere her şeye îtirâz etmek şeklinde değil, “Îtirâz ve tartışmaya açıktır.” şeklinde anlaşılmalıdır. Şerîata uyan görüşler elbette kabûl edilecek, uymayanlara îtirâz edilecek. Îtirâza muhâtap olanların yapacakları iş çok basit ve net: Duruş, görüş veyâ tâlîmâtın şerîata uyduğunu ispatlamak…

Tartışılabilen ile tartışılamayanın hudutları net olarak çizilince sancılar da biter.

*(…) Gazneli Mahmut, gönderdiği adama, “Şeyh gelmek istemezse ona ‘Allah’a, Resûlüne ve ulü’l-emre itâat ediniz.’ meâlindeki âyeti okursun.” demiş. Elçi, Ebu’l-Hasan-ı Harakanî’nin biraz gönülsüz davrandığını görünce ona yukarıdaki âyeti okumuş. Ebu’l-Hasan-ı Harakanî de cevâben “Ben daha Allah’a itaatten Resûlüne itaate geçemedim ki ulü’l-emre itâat edeyim.” demiş.

İkinci olay da şöyledir: Ebû Said Ebu’l-Hayr, Horasan’da mühim bir şahsiyet olarak bilinen bir seyyidin de katıldığı bir meclis oluşturur. O meclise bir meczûb girer. Şeyh Ebû Said, onu o anlı şanlı seyyidden yukarı oturtur. Bir davaranış, seyyidin hoşuna gitmez. Şeyh Ebû Said, seyyide, “Sana gösterdiğim tazim, Hz. Resûl-ü Ekrem’in sevgisindendir. Ama şu meczûba tazimim Hakk’a sevgimdendir.” der.

İmâm-ı Rabbânî, Ehl-i sünnet kimliği ile bilinen tarîkat meşâyıhının hepsini saygı ile zikretmesine rağmen, Ebu’l-Hasan Harakanî’nin ve Ebû Said Ebu’l-Hayr’ın yukarıdaki sözlerini doğru bulmaz. Ona göre “İstikâmet içinde olanlar, böyle şeyleri söyleyemezler çünkü onlar şerîat, tarîkat ve hakîkat mertebelerinin her birinde Allah’a itâatin, Resûlüne itâat etmekle gerçekleşeceğini bilir ve ona itâat etmeden Hakk’a itâat etmenin sapıklık olduğuna inanırlar.”

Hatta İmâm-ı Rabbânî “Resûle itâat eden, Allah’a itâat etmiştir.” (Nisa, 150) meâlindeki âyeti temele koyunca Ebu’l-Hasan el-Harakanî’nin ve Ebû Said’in yukarıda zikredilen cümlelerine benzer şeyler söyleyenleri şaşkınlıkla itham eder. (Mustafa Özgen, İmâm-ı Rabbânî’de Ehl-i Sünnet Kimliği, Palet Yayınları, Konya 2013, s.32-33)

Yazar: Ahmet Ar
18-01-18
E mail: ahmet_ar@dogrulus.com
Yazar Hakkında Bilgi ve Diğer Yazıları
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
TARTIŞILABİLEN TARTIŞILAMAZ OLUNCA…
Online Kişi: 17
Bu Gün: 595 || Bu Ay: 9.818 || Toplam Ziyaretçi: 2.201.643 || Toplam Tıklanma: 51.946.580