ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : İKTİBAS / Muhtelif Mevzûlar, Yazarlar, Yazılar
Okunma Sayısı: 1058
Yazar: Ali Ayçil
ÂŞIKLAR KAHVESİ

ÂŞIKLAR KAHVESİBir zamanlar kendilerini yedi uyuyanlara benzettiğim birkaç halk ozanı, şehrin kuzeyindeki “Âşıklar Kahvesi”nde haftada bir kez sahneye çıkar, eski ustalardan ve şahsi repertuarlarından türküler söylerdi. Bu loş mekânın müdavimleri de gönlü bir kıyıya atılmış adamlardı. Kimlerdi onlar, ne iş yaparlardı, hangi kalp cephesinin mağlubuydular, bunu bilmek mümkün değildi. Gelip sessizce sandalyelere oturur, telaşsız ve hatta vakur bir şekilde biraz sonra sahneye çıkacak olan halk ozanlarını beklerlerdi. Âşıklar Kahvesi, belki de bilerek fazla aydınlatılmaz, o yarı karanlık haliyle içkisiz bir meyhaneyi andırırdı. Ozanlar da öyle hemen sahneye çıkmazdı zaten, hem salonun dolmasını hem de şu dertli müşterilerinin biraz daha sabırsızlanmalarını beklerlerdi. Biz cılız bir ışıkla aydınlatılan sahnedeki boş sandalyelere bakar, bakarken dalıp bir yerlere gider, nihayet sahneye çıkan halk ozanları tarafından geri getirilip yerlerimize oturtulurduk. Açış konuşmasını ozanlardan biri yapardı; sonra arkadaşını takdim eder, aralarına hikâyeler serpiştirilmiş serbest bir fasıl yapılır ve nihayet sıra “ayak atma”ya gelirdi. Elbette biliyorduk; bunlar eski bir hayatın türküleriydi, yar gitmiş yarası ortada kalmıştı…

Âşıklar Kahvesi’ne birkaç kez girip çıkanlar, bir süre sonra bütün türkülerin birbirine benzediğini hatta birbirinden kopyalandığını hemen anlardı. Ozanlardan biri şu ayrılık hasretini annenin, kardeşin üzerine yıkmışsa, bir diğeri biraz dinlensinler diye yükü onların sırtından alır, alevli bir şal gibi nazlı bir gelinin omuzlarına bırakırdı. Şu sevda kervanını bir ozan Erzurum’un çarşılarında dolaştırmışsa, bir diğeri Kars darılmasın diye önüne katıp oraya sürerdi. Hikâyeler de birbirinden pek farklı değildi; Hasan Bey’in güzel kızının bir gece evin bahçesinde bir oğlanın eline tutuşturduğu oyalı yazmayı bir başka gece bir başka evin bahçesinde bir başka gencin elinde bulurduk. Ama biz zaten kanmaya hazırdık; elden ele dolaşsa da rengi solsa da şu oyalı yazmanın hayatımızdan çıkmasını hiç istemiyorduk. Adını koyamadığımız şu hasretlik istediği gurbetin yollarında gezinsindi, onu mu mesele edecektik? Onlar yeter ki kınadan bahsetsindi, biz mutlaka bir serçe parmak bir nazik el bulur, kınayı avuçlarına konduruverirdik. Ozanlarımız da bizden başka taliplisi kalmamış bu yaşlı hayalleri aynı teknede yoğurup aynı gamlı sesle pişirdiklerinin farkındaydı. İçlerinden biri şöyle derdi: Geçen hafta bazı kardeşlerimizin yüreğini dağlayan Mahsune Hanımın hikâyesini, istek üzerine bir daha çalıp hikâye edeceğiz…

Ve biz âşıklar kahvesinin müdavimleri, Kağızmanlı Mahsune Hanımın hikâyesine bilmem kaçıncı kez yeniden dönerdik. O ki yapayalnızdık, o ki gönüllerimiz hepten harap olmuştu, o ki kendimize ancak Mahsune Hanım sayesinde hicret edebiliyorduk; öyleyse bir çalıp bir söyleyerek, bir anlatıp bir durarak, bizi birbirimize rakip ede ede Kağızman’nın bey konağına götürmekten başka çaresi kalmıyordu ozanımızın. Bazen hikâyeyi anlatan, diğer iskemledeki halk aşığını da yardıma çağırıyor, “Beni bu nazlının işmarı çok yordu yiğidim, hele sen de türküsünü söyle biraz hafifleyelim,” diyor, düz hikâyenin nakışı bu sefer de sazla, sözle işleniyordu. Mahsune Hanım her hikâyede biraz daha güzelleşmese, yürüyüşü, boynu, gözleri haftadan haftaya değişmese tabii ki sıkılırdık. Onun türküsünü gönlümüze nakşeden âşık Şubat’ın başında “Mahsune Hanımın gerdanı kardan beyazdır,” demişse; Nisan’da fikrini değiştirir, esmer bir ceylanı yaylalarda gezmeye çıkarırdı. Ozanlarımız elbette bize acırdı; hikâyenin sonunda her birimiz mahcup ve terli bir halde Mahsune Hanımın yüzünü örten incecik kırmızı şalı kaldırır, onun gamze sarayına kabul edilmenin bahtiyarlığını yaşardık. Mahsune’nin kölesine lütuflarını burada nasıl anlatayım!

Âşıklar Kahvesi’nde halk ozanlarından biri ayak verince, artık bütün hikâyelerin sonuna gelindiğini, iki âşığın söz güreşinden sonra evlerimize dağılacağımızı bilirdik. Ayak çoğunlukla ozanların genci tarafından verilirdi. Mahsune Hanımın sarayından çıkıp, kendimizi şu loş ışıklı salonda sonu “yalandır”la biten bir atışmanın içinde bulmayı kim tercih ederdi ki? Ama hayalin bağcığı incedir. İşte genç ozan sazına vurmaya başladı bile: “Nice diyarlarda gezdim nice dağlarda / Baktım gönül her beldede talandır/ Gidip yârin huzuruna oturdum / Her ne söylediysem dedi yalandır.” Rakibi, yani usta olanı ise daha ayağın ilk safhasında gencin sazını sırtına verecek ağır bir hamlede bulunurdu: “Gafil ne gezersin sen bu diyarda / Aklından geçenler silme haramdır / Üstelik binmişsin sıska bir ata / İki adım atsan biri yalandır.” Biz Kağızmanlı gelinin bendeleri, bir halk ozanının diğerine attığı söz güllelerinin en son kimin kucağında patlayacağını merak eder, her bir cevabı kahkahayla onurlandırır, nihayet söz bizim kucağımızda can vermiş gibi, kalkıp evlerimizin yolunu tutardık. Sanki biraz, Leskov’un hikâyelerinde anlattığı, bir avuç bağlısı kalmış eski bir tarikatın müritleri gibiydik…

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Ali Ayçil
25-04-18
E mail: gercekhayat.com.tr
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
ÂŞIKLAR KAHVESİ
Online Kişi: 15
Bu Gün: 324 || Bu Ay: 5.894 || Toplam Ziyaretçi: 2.195.541 || Toplam Tıklanma: 51.877.280