ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / ŞUUR YAZILARI
Okunma Sayısı: 4384
Yazar: Nevzat Kösoğlu
ERTUĞRUL GÂZÎ'DEN ÖZÜR



Nereden nereye... Kısa bir yazı içinde koca Osmanlı târihini ihtişamlı günlerinden göçüşüne kadar özetlemek; geldiğimiz acıklı hâlin hüznünü sarsıcı bir şekilde ifade etmek; sonra da geçmişten günümüze ışıklar-ibretler düşürmek; her şeye rağmen bir ümit aydınlığı serpebilmek kolay bir iş olmasa gerek. N. Kösoğlu bu yazısında bütün bunların üstesinden geliyor. Okuyalım... (Doğruluş)



Altı Yüz Seksen Yedi Yılın Ardından Ertuğrul Gâzî’ye Haber

 

 “Korkut Ata’dan naklederler ki, demişmiş ki: Hanlık, Oğuz Kağan vasiyeti mûcibince âhir Kayı Hân evlâdına düşse gerekdür; tâ kıyâmete denlü ol nesilden almasa gerekdür.”

Edirneli Rûhî, Târîh-i Âl-i Osman

 

Sonra, ümitler, bekleyişler öldürdü bizi; toprağına sürmeye yüzümüz, gücümüz kalmadı. Sen Söğüt’ün harmanına çadır kurduğun gün böyle değildik Gâzi’m; yıllar, şimdi utancımızı yenmeğe yetmiyor.

●●●

 Önce zaman nasıl geçti bilemedik. O zaman, nal seslerimizin ardından gelirdi zaman. Şarkılar söylerdik; denizler deryâlarla kucaklaşır, dağlar sıradağlara taşırdı sesimizi.

Kanımız deliydi Gâzi’m; ama, Allâh’a ayan ya, Rabbi'mizin buyruğunca akıttık kanımızı. O gün, Kosova’da mekâna sığmadı yürüyüşümüz. O, şimdi uzak, ama ancak altı yüz seksen yedi yıl önceki kadar uzak Kosova’da Rabbi'miz çağırdı Hüdâvendigâr’ımızı.

Söğüt’te bir bahar yağmuru kadar saf, yeşertici idi, sonra bir tükenmez çığ, bir başka dünya oldu da yüklendi durdu bu dünyaya îmânımız. Yeryüzü, şarken Osmanlı, garben ve cenûben ve şimâlen Osmanlı olmaya yüz tuttu. Kâfir, Avrupa ortalarında hâlâ çan çalar akıncılarımız için. Tuna yemyeşildi Gâzi’im, biz Tuna’yı çok severdik!...

Bir sabah, Efendimiz’in müjdesi gerçekleşti; dünya cennetinin kapılarını kılıçlarımızla açtık. Mehterimiz, üç kıt’anın nabzında vurmaya başladı. Sonra, Sultan Selim Han, Rabb'imiz Elçisi’nin emânetlerini aldı ve Halîfe-i Rûy-i Zemîn olduk. Kubbe altının tavanından bir küre astık da Gâzi’m, altından sarkan zincirden dilediğimiz gibi çevirdik dünyayı. İçimiz ışıl ışıldı…

●●●

Ölçülerimiz sağlam, söz sâhibinindi her zaman. Bir gün, Zembilli Efendi yapışmıştı da Hünkâr atının dizginlerine… Heeey!.. Oysa, yüce Hâkân’a cihan dar gelirdi; boyun eğmişti Şeyhülislâma…

 Gün geldi, gün dönmeye başladı. Kazan kalktı, bir gün pâdişâhımıza kılıç kalktı. O gün gök kubbemiz çözülmeye başlamıştı artık. Şeyhülislâmlar Allah’tan değil, vezirlerden korkmağa başladılar.

●●●

Heybetimiz daha nice asırları gölgesinde tuttu. Bir gün vezîr-i âzamımız, Polonya Kralına şöyle yazdı: “Mâlûmunuz olsun ki, lehü’l-hamd İslâm’ın kuvveti ve kudreti o derecededir ki, Rus ve Lehistan ittifâkının hiçbir ehemmiyeti yoktur. Devlet-i Osmâniye üzerine yürüyen yedi ve dokuz kral, Allâh’a ve Resûlullâh’a şükürler olsun, sakalımızdan bir kıl koparamamışlardır.”

Cihâna hükmeden gene Osmanlı idi ama, güneş şimdi eskisi kadar parlak değildi Gâzi’m; o, aydınlığını bizden alırdı…

Anlatıyorlar da, o eski deli fişekliği kalmamış Tuna’nın; o da bir ince illete tutulmuş yâdellerde, gizli gizli akıncı türküleri söylermiş.

Estergon’u Ciğerdelen’in ardından vermiştik, sonra Budin gitti: Allah şâhidimizdir Gâzi’m, biz öyle kolay vermedik o yerleri; kolay vermedik, ama çabuk unuttuk. “Kırım, Kırım!...” diye son nefesini verdi hâkânımız. Zamana boyunduruk vuramıyorduk artık. Özü kalesinin düştüğü haber verildiğinde, inme indi, uçmağa vardı Birinci Abdülhamid Hân. Dayanamıyorduk artık Gâzi’m, biz savaş alanlarının çocukları, hakkın, adâletin yeryüzü mübeşşirleri, görmemeliydik o günleri!..

Ne çâre, gün sıcaklığını kaybediyordu! Yeniden dinlesin diye dünya şarkımızı, etmedik çılgınlık bırakmadık. Gün geçtikçe söz ayağa düşüyordu. Sonra ihânetler, kahbelikler kapladı ufkumuzu.

Galiçya’da, Kafkaslar’da, Trablus’ta, Yemen’de, biz, Gâzi’m, hasta dedikleri gün, dünyanın dört bucağında vuruşuyorduk. Kaybederken de büyüktük…

●●●

Bir gün, Anadolu’nun ortasına kısıldık kaldık. Türben kurşunlandığında, Sakarya’da, Dumlupınar’da kölemizle boğuşuyorduk. Şimdi, Anadolu’ya sâhibiz ve artık ne Halîfe-i Rûy-i Zemîn, ne de iki imparatorluk tâcı taşıyanız. Geçenlerde, Sultan Abdülhamid Hân’ın bir oğlu, bilmem hangi kâfiristanda, dünyaya vedâ eylemiş dediler; tabutunu omuzlayan oldu mu?...

●●●

Şimdi Kaf Dağı’nda hâlâ Şeyh Şâmil’in türküsü söylenir. Türkistan’da yedi türbede yatan bir Enver’imiz var… Âlem-i İslâm beyhût, biz kendimize gelemedik. Ülkeler verdik, biz Gâzi’m; asıl rûhumuzu yitirdik de ayılamadık… Melekler ağlaştı göçüşümüze, anlayamadık…

Yıl, 1968 Gâzi’m; yeryüzünde ezanlar böyle ölgün, ezanlar böyle bitkinse biz suçluyuz. O ki, Peygamber yâdigârıdır, gök gürültüsünce ses ister; suçluyuz.

Ama, bak Gâzi’m. Güneş yine aynı yerden doğuyor…

 

Ekim 1968

 

Kitap Şuuru, Ötüken Yay. 2. baskı 1994, s. 32



Yazar: Nevzat Kösoğlu
02-08-09
E mail: Mail Adresi Yok
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
ERTUĞRUL GÂZÎ'DEN ÖZÜR
Online Kişi: 22
Bu Gün: 279 || Bu Ay: 9.502 || Toplam Ziyaretçi: 2.201.195 || Toplam Tıklanma: 51.942.463