ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : İKTİBAS / Muhtelif Mevzûlar, Yazarlar, Yazılar
Okunma Sayısı: 630
Yazar: Mehmet Önder
BİZİM BÜYÜK DELİRMEMİZİN NEDENİ OLARAK KEMALİZM

BİZİM BÜYÜK DELİRMEMİZİN NEDENİ OLARAK KEMALİZM
 Refik Halit Karay

Bu kurmaca hikâyeler biliyoruz ki gündelik hayatın içinde var olan hadiselerin edebiyata yansımasının bir sonucudur. Örneğin İlki Fuad Şemsi İnan’dır, ölünceye kadar evine kapanmış ve gördükleri karşısında kendi deyimiyle sekte-i kalpten ölmemek için hiç dışarı çıkmamıştır. ‘Hak Dini Kur’an Dili’ isimli Kur’an-ı Kerim tefsirinin yazarı Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın, inkılapların uygulamaya konulmasından sonra şapka giymemek için yıllarca evinden çıkmadığı belirtilir.

Bir Piyesin Anatomisi

Eskilerin ‘tebeddül’ dedikleri değişim, olumlu gibi algılanır ama değişim ancak zamana yayılır ve kendi seyrinde gerçekleşirse bu olumlu kanaati destekler. Tepeden inme, ceberut bir değiştirme çabası ancak yıkım ve imha etme olarak tanımlanabilir. Bunun sonucu kişi ve toplum zihninde büyük kırılmalara, tabiri caizse delirmeye neden olur. Böyle ânî ve tepeden inme değişimlerin tezahürü olarak insanların akıl ve beden sağlığını yitirmesi teması sanatın farklı alanlarında örneklerini gördüğümüz eserlere konu olmuştur.

Yönetmenliğini Wolfgang Becker’in yaptığı 2004 Almanya yapımı Elveda Lenin (Good Bye Lenin) filminde, Berlin duvarının yıkılmasından hemen önce komaya giren, komünizme sıkı sıkıya bağlı bir kadının, Berlin duvarının yıkılmasının akabinde komadan çıkmasıyla birlikte yaşadığı süreci seyrederiz. Doktorların “ânî şok yaşamasın” telkininin ardından gerçek üstü bir çabaya girişen çocuklarının tüm gayretlerine rağmen anneleri bu değişimi fark eder ve yeni bir travma yaşar. Bir diğer örnek ülkemizden olsun dersek Rasim Özdenören’in Gül Yetiştiren Adam romanı aynıyla bu tema üzerine kurgulanmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında evine kapanan bir adamın 50 sene sonra dışarıya çıkmasıyla yaşadığı şaşkınlığı anlatır. Ülkemizden yine bir başka örnek de Devekuşu Kabare’nin 1980’li yıllarda sahneye taşıdığı Deliler oyunundan bir bölümün konusudur. 12 Eylül darbesinden hemen önce Konya mitingini görüp delirerek akıl hastanesine kapatılan, Cumhuriyet ideolojisine bağlı bir karakterin sekiz sene sonra iyileşip taburcu edilmesi ve sonrasında yaşananlar anlatılır. Oyun, sekiz ay hastanede kaldığı söylenen başkarakterin darbe sonrası biçimlenen Türkiye’de, ailesinin ve ülkesinin değişimlerini görüp yeniden delirmesiyle sonlanır.

ALFABE DEĞİŞİMİNE DAYANAMADI

Bu kurmaca hikâyeler biliyoruz ki gündelik hayatın içinde var olan hadiselerin edebiyata yansımasının bir sonucudur. Büyüklerimizin anlatımlarından yaşamış bu şahsiyetlerden birkaçını biliyoruz. Örneğin İlki Fuad Şemsi İnan’dır, ölünceye kadar evine kapanmış ve gördükleri karşısında kendi deyimiyle sekte-i kalpten ölmemek için hiç dışarı çıkmamıştır. ‘Hak Dini Kur’an Dili’ isimli Kur’an-ı Kerim tefsirinin yazarı Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın, inkılapların uygulamaya konulmasından sonra şapka giymemek için yıllarca evinden çıkmadığı belirtilir. Bir diğer mümtaz şahsiyetse harf yasağının olduğu gece kahrından ölen ulemadan Ubeydullah Efendi’dir.

150’LİKLER TRAJEDİSİ

Bütün bu örnekleri verdikten sonra sizlere asıl anlatmak istediğimiz, bu temanın en eski ve sanat değeri en yüksek eseri olan Refik Halit Karay’ın Deli piyesi… Karay bir yandan cumhuriyet dönemi eliti portresi çizerken diğer yandan kurucu aklın 150’likler listesinde adı bulunan “sakıncalı” bir münevver. Ama bu sizi şaşırtmasın, Cumhuriyet’in ilk ve gerçek muhalifleri sanıldığının aksine sol-seküler kesimden çıkmıştır ve ilk bedel ödeyenler de bunlardır. Mesela Türkiye Komünist Partisi başkanı Mustafa Suphi ve arkadaşları katledilen ilk muhaliflerden… Sabahattin Ali’nin yazdığı bir şiir nedeniyle 1930’ların başında 21 yıl hapis cezası alması ve Sinop cezaevine gönderilmesi, en nihayetinde Cumhuriyet rejiminin siyasi suikastına kurban gitmesi… Nazım Hikmet’in bitmek tükenmek bilmeyen hapishane döneminin başlaması… Aziz Nesin ve Halikarnas Balıkçısı olarak bilinen Cevat Şakir Kabaağaçlı gibi önemli yazarların sürgün hayatı yaşaması… Halide Edip gibi isimlerin yurtdışına kaçmak zorunda kalması… Ve bunun gibi daha pek çok örnek sayılabilir.

Refik Halit Karay da yukarıda bahsettiğim üzere 150’likler denilen, pek çoğu Cumhuriyetin ilanında katkısı ve desteği bulunan fakat devrim tarafından yenilmeye teşebbüs edildikleri için soluğu yurt dışında alan isimlerden biridir. Karay’ın yine yurt dışında sürgünde olduğu sırada kaleme aldığı, yazımızın da konusu olan Deli piyesi kendisinin “affedilmesini” sağlayan oyunudur.

DELİ’RTİLMENİN HİKÂYESİ

Oyun 1930 senesi İstanbul’unda geçer. Sultan Abdülhamid devrinde şuur kaybı yaşayan Mâruf Bey 1930 senesinde iyileşir. 21 senelik şuur kaybından dolayı bu zaman zarfında yaşanan hiçbir şeyi hatırlamaz. Doktoru Mâruf Bey için ailesini ikaz ederek “Her şeyi birden söylemeyin, alıştıra alıştıra anlatın. Aksi halde şoka girerek tekrar şuurunu kaybedebilir” der.

Ailesi bu duruma çözüm olarak, Mâruf Bey’i evden dışarı çıkarmama kararı alır. İyileşme süreci tamamlanıncaya kadar Mâruf Bey ev gözetiminde tutulacaktır ancak bu durumda yaşayacağı şoklar aile tarafından hesaplanamaz. Tam bu noktada dikkatinizi karakterimizin yazar tarafından özellikle tercih edildiğini düşündüğüm ismine çekmek isterim. ‘Mâruf’, lügavî mânâ olarak “şeriata uygunluk, iyilik” anlamını taşıyor. Dinin hükümlerinden biri olan “Emr-i bil-mâruf nehy-i ani’l-münker” ifadesinden de vakıf olduğumuz gibi.

Konumuza geri dönecek olursak duyduğu ve gördüğü her şey kendisini hayretten hayrete düşüren Mâruf Bey kız torununun saçlarının kısa olmasından dolayı Tifoya yakalandığını zanneder, torunu ise tifoya yakalanmadığını, bugünkü beşeriyetin kadınla erkeğin arasında baştan taşkın bir alametifarika istemediğini anlatır. Bunun üzerine Mâruf Bey erkeklerin artık sakal ve bıyıkları olup olmadığını sorar. Torunu ise bugünkü erkeklerin sakal bıyık bırakmadıklarını söyler ve damatlarını görüp görmediklerini sorar. Mâruf Bey ise gördüğünü ama köse zannettiğini ifade eder. Yine torununa duvarı göstererek ”Matruş [traş olmuş], yakışıklı İngiliz”in fotoğrafının niçin asıldığını sorar. Torunu ise resimdekinin İngiliz olmadığını, Gazi Paşa (Mustafa Kemal) olduğunu söyler.

‘VAY KÂFİR VAY!’

Eski arkadaşı Yakub Hoca’nın şapka taktığını duyunca “Şapka mı?” ‘Demek Yakup Hoca tanassur da etti [Hıristiyan oldu]… Vay kâfir vay!” der ve fesle, sarıkla gezmek ayıp mı’ diye sorar. Bunun üzerine Şebnur, “Ayıp değil, yasak! Adamı yakaladıkları gibi karakola tıkarlar, en aşağı üç ay hapis” der. Bunu duyan Mâruf Bey başta Şebnur’un ‘deli’ olduğunu düşünür, daha sonra ise kendinin ‘deli’ olabileceği vehmine kapılır.

Bir diğer sahnede Torunu Özdemir, Mâruf Bey’e gazete uzatır, ‘harf inkılabı’ndan haberi olmayan Mâruf Bey gazeteye bakar ve ‘ben Frenkçe bilmem’ der, torunu ise gazetenin Fransızca olmadığını Türkçe olduğunu söyler. Mâruf Bey ise torununun kendisiyle alay ettiğini düşünerek gazetede tek bir Türkçe kelimenin olmadığını söyler, torunu ise “Ha sahi, siz bilmiyorsunuz, eski harflerin pabucu çoktan dama atıldı, artık Arapça hurufat kullanmak yasak! Latince! Latince!” der. Mâruf Bey iyice fenalaşarak hepsinin kendi aleyhine ittifak ettiğini düşünür. Yaşadığı hadiselerle iyiden iyiye fenalaşan Mâruf Bey bir başka sahnede Şebnur’a sonraki gün Merkez Efendi Tekkesi’ne gitmeyi ve orada bir kurban kestirmeyi teklif eder. Şebnur ise Tekkelerin 3 senedir kapalı olduğunu söyler, ardından Mâruf Bey, “Öyleyse Sultan Mahmud türbesine gider, babamızın kabrini ziyaret ederiz” der. Şebnur türbelerin de kapalı olduğunu söyler. Bunun üzerine Mâruf Bey sinirlenerek “Medrese ve camiler de kapalı mı” der. Şebnur ‘medreseler de kapalı, camilerin ise sadece büyük olanları açık’ der.

Mâruf beye kalırsa bu haller kötü bir rüyanın eseridir. “Ankara, payitahtmış, hükûmet laikmiş, gramofon eşliğinde dans edeceklermiş; Suriye Hükümeti, Arnavut Kralı varmış; yok efendim müftü efendi Ayten’i denizden çıkınca alnından öpmüş… Bunlar deli saçması değildirler de nedirler! Mâruf Bey’in sıkıldığını düşünerek aile efradı Çarliston eşliğinde dans ederler:

“Bacaklar eğri sakat
Bel yampiri iki kat
Felekten yemiş tokat
Gibi beşeriyet
Garip gülünç vaziyet
Miyav miyav
Hav hav.”
Birdenbire Mâruf Bey de ayağa fırlar ve dansa benzemez bir şekilde tepinir ve sadece “miyav miyav, hav hav” sesleri çıkarır. Panikle eve doktorlar çağırılır. Doktorun kararı, Mâruf Bey’in evvel sakin, şimdi zır deli olduğudur.

Bu son iktibasda Refik Halit gayet nüktedan bir yaklaşımla insanın nasıl aşağının da aşağısı yani esfeli safilin olabildiğini ortaya koymaktadır.

‘İNKILÂBIMIZI HİCVETMİYOR, TEBÂRÜZ ETTİRİYOR’

Piyesten direkt alıntılayarak verdiğimiz bu örnekler Refik Halit Karay’ın mizahî üslubuyla kitabın içerisinde fazlasıyla mevcut. Refik Halit 20 sene içerisinde yaşanan bu akıl almaz değişimi en çarpıcı şekilde anlattığı oyunla ne enteresandır ki, affedilir ve sürgün hayatı sona erer. Bu hususta Refik Halid’in nasıl affedildiği, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Gençlik ve Edebiyat Hatıraları”nda şöyle anlatılır: “Bir akşam Atatürk, sofraya oturduğumuz sırada ‘Çocuklar’ demişti, ‘size bu akşam doyum olmaz bir ‘ziyafet-i edebiye çekeceğim’ ve elinde tuttuğu cep dergisi kıtasında bir kitabı göstererek: ‘Bu’ diye ilave etmişti, ‘Refik Halid’in, yirmi yıllık akıl hastasının, şuuru yerine gelip kendini baştan aşağı değişmiş bir Türkiye içinde bulunca, tekrar delirişini gösteren bir tiyatro piyesidir’ ve gözlüğünü takarak bizzat kendisi okumağa başlamıştı…

Yakup Kadri burada piyesin içeriğinden bahsederek şöyle devam eder: “…Kemal Paşa sayfalarca süren bu konuşmaları bize okurken, gözlerinden yaş gelesiye gülüyordu. Paşa, Karagöz perdesi karşısında bir çocuk gibi kahkahalarla güldükten sonra: ‘Yazık oldu şuna!’ diye söylendi ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya dönerek ‘Ne yapacaksak yapalım, onun bir an evvel memlekete dönmesinin çaresine bakalım’ dedi.” (İletişim Yayınları, s. 72)

Bu hadise üzerine yurda dönen Refik Halid’in kitabını da hemen bastıracaktır. Kapağı açtığınızda da ne gariptir ki şu cümleler büyük harflerle kaydedilmiştir:

BU ESER HAKKINDA: “İNKILÂBIMIZI HİCVETMİYOR, TEBÂRÜZ ETTİRİYOR” DİYEN LÜTFUNUN MİNNETTÂRI OLDUĞUM (ATATÜRK)’DÜR. R. H.

Refik Halit Karay gibi modernist bir yazarın neden böyle bir piyes yazdığı edebiyat tarihçilerinin araştırması gereken bir konu. Piyeste “İngiliz Generali” olarak tanımladığı ve kendisini sürgüne gönderen bu kişiye sonrasında minnettar olmasının nedenlerini de siyaset tarihçilerimiz tespit etmeli. M. Kemal’in bu piyesi nereden bulduğu ve neden kahkahalarla okuduğu da ayrı bir yazının konusudur. Merhum Cemil Meriç’in “mundar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir” sözündeki “namuslu” Mâruf’u ve Mârufları delirtmek bugün bizim anlamamızın çok zor olduğu bir keyif vermiş olabilir müelliflerine.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Mehmet Önder
12-05-20
E mail: gercekhayat.com.tr
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
BİZİM BÜYÜK DELİRMEMİZİN NEDENİ OLARAK KEMALİZM
Online Kişi: 25
Bu Gün: 174 || Bu Ay: 6.164 || Toplam Ziyaretçi: 2.215.105 || Toplam Tıklanma: 52.116.574