Kategori : / PORTRELER | Okunma Sayısı: 429 |
Merhum Rasim Özdenören ile yapılmış bir mülakat:
Rasim Özdenören: "Bugün Müslümanlar İslâm’ı sonradan edindiği putların süzgecinden geçirebildiği kadarıyla yaşayabiliyor."
"Oysa İslam’la tanışmak, ancak sahabilerin tabula rasa; “boş bir plak” hükmündeki zihinsel yaklaşımıyla mümkün olur. Onların İslam’ı tanıdığı gibi hiçbir süzgeçten geçirmeden: “Resulullah böyle söylüyor ve doğrusu budur” şiârıyla benimseyebilirsek o zaman kendimizi de tekrar yakalamış oluruz." Hacer Yeğin'in röportajı.
Doğumunuzdan bugüne, gerek çocukluk gerekse öğrenim hayatınız boyunca geçirdiğiniz evrelere bakınca babanızın işi, dolayısıyla da tayinler, farklı ikametler, Malatya, Tunceli, Maraş, İstanbul, Ankara; Anadolu’nun farklı menzillerinde hep bir konargöçerlik hâli var. O yıllardan, çocukluğunuzdan biraz bahseder misiniz?
Sizin de bahsettiğiniz gibi babamın memuriyeti dolayısıyla ilkokul ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçtiğimiz sırada çocukluğumuzun en civcivli döneminde; 1949-54 arası Malatya’da bulunduk. Daha sonra babamın tayini Tunceli’ye çıktı ve bir yıl sonra 1955 yılının Mayıs ayı sonlarında babam emekli oldu ve böylece Maraş’a dönmüş olduk. Ancak benim için maceralı bir dönüş oldu, ortaokul son sınıftaydım; bitirme sınavlarımız vardı. Maraş’a gidersem bu durumda beni tanımayan öğretmenler nezdinde sınavlara girecektim. Beni tanıyan, performansımı bilen hocalarımın yanında Tunceli’de sınavlara girdim ve mezun oldum. 14-15 yaşlarında, Temmuz ayı başlarında Maraş’a dönmek üzere tek başıma yaptığım bu uzun otobüs yolculuğu; o zamanki şartlar düşünüldüğünde benim için çok maceralı oldu. Öte yandan yolculuk esnasında yeni kitapları tanımak, okumalar yapmak açısından oldukça verimli olduğunu da söyleyebilirim.
Aslında seyahat etmeye düşkün olmamakla beraber memuriyet hayatım ve aldığım kritik görevler gereğince çok seyahat ettim. Azerbaycan, İran, Balkanlar ve İngiltere dâhil Avrupa’nın büyük bir kısmını, Amerika’yı, Afrika ülkelerini, hac münasebetiyle ve başka fırsatlarla Arap ülkelerinin bir kısmını görmüş oldum. Bu yolculukların getirdiği heyecanlar ve birikimler deneyimlerimizde mutlaka bir yer tutmuştur.
Yükseköğreniminizi İstanbul’da hem gazetecilik hem de hukuk eğitimi alarak tamamladınız. Daha sonra ekonomi konulu yüksek lisans için Amerika’da bulundunuz. Devlet Planlama Teşkilatı’nda uzman yardımcılığı, uzmanlık, Kültür Bakanlığı’nda bakanlık müşavirliği vs. farklı vazifeler var. Bu kadar çeşitli uzmanlık alanları ilim/irfan yolculuğunuzda nasıl buluştu?
Bu durum zannediyorum daha çok kişisel eğilimle ilgili bir olay. Resmi hizmetlerin dışında çocukluğumdan beri hukuk, matematik, felsefe, iktisat, astronomi, coğrafya, güzel sanatlar gibi farklı alanlara hep ilgi duydum. Okuduğum eserlerin yelpazesi de oldukça genişti. Tabii sonraları roman/hikâye düzleminde okuduğum isimler konusunda seçici olmaya başladım ve nihayet şu anda beğendiğim ve etkilendiğim kalemler azaldı.
Rasim Özdenören’in favori listesinin ilk beşi kimlerden oluşuyor?
En başta Dostoyevski ve William Faulkner gelmekle beraber John Dos Passos (özellikle Manhattan Transfer kitabı), Virginia Woolf ve Kafka benim favori listemi oluşturur. Tabii Doğu klasiklerini de buraya eklememiz gerekir. Bunların yanında özellikle ortaokul çağlarımda beni etkileyen ve hangi dile çevrilirse çevrilsin zevkle, keyifle okunabilir düzeyde, dünya çapında olan öykü yazarımız; Ömer Seyfettin’dir. Dostoyevski’ye en çok yaklaştırdığım yerli yazarımız ise Peyami Safa’dır. Mizahi hikâyede Aziz Nesin özel bir dehadır.
Herkesin malumu, Rasim Özdenören; o 7 güzel adamdan biri. Yol arkadaşlarınızla birlikteliğinizde kendinizi konuşlandırdığınız yer neresi, aranızdaki özel harmoni içerisinde sizin hususiyetiniz neydi?
Yazarlık dışında kişisel ilişkiyi esas alacak olursak bu arkadaşlarımız arasındaki tutkal işlevini ben görürdüm. Bunu söylemek ne kadar bana düşer bilemiyorum ama (ben söylemesem bilinebilecek bir olay değil) eğer benim çabalarım olmasaydı o arkadaşlarımız bu kadar uzun süre bir arada kalamayabilirdi. Bir yola çıktığımızda yol arkadaşlarımı tabiatım gereği gözetirim; önden gidenlere beklemeleri; arkadan gelenlere acele etmeleri yönünde telkinde, uyarıda bulunurum. Menzile ulaşıncaya kadar arkadaşlarımı bir arada tutmaya çalışırım, dağılmalarına müsaade etmem. Örneğin en aklı başında görünen Erdem Bayazıt; diyelim bir piknik ortamında, kendini doğaya bırakır. Bir defasında Cahit’le yan yana yürürken bana haber vermeden yanımdan ayrılmış, ben de her nasılsa farkına varmadan Cahit’e anlatıyorum zannıyla konuşmamı bir yabancıya anlatarak sürdürmüşüm... Ama Cahit olayın farkında değil... Biraz sorumluluk duygusu biraz da karakter yapısıyla ilişkili olduğunu düşündüğüm bir ahvâl olabilir. Lisede kendi yazılarımı, İstanbul’daki, Ankara’daki dergilere gönderirken Cahit’in, Erdem’in, Alaeddin’in şiir yazdığını öğrenince onların şiirlerinin yayınlanmasına da ön ayak olmuşumdur.
Bildiğimiz kadarıyla edebi literatüre ilk katkıyı lisede arkadaşlarınızla birlikte çıkardığınız; “Hamle” dergisiyle yapıyorsunuz. O amatör ruhun kıvılcımı, çıkış noktası ne oldu?
Onun öncesinde mahalli gazetelerde denemelerimi yayınlıyordum. Biz henüz lisedeyken Maraş’ta çıkan muhtelif gazetelerde günlük yazılarımızı, siyasi ve önemli bulduğumuz meselelere dair görüşlerimizi yayınlıyorduk. Ancak “Gençlik Gazetesi” adında yeni çıkmaya başlayan ve ilk sayısından itibaren bir arkadaşımla katkıda bulunduğumuz o gazetede düzenli olarak sanat/edebiyat sayfası hazırladık. Mekân ve gezi röportajları yaptık. Bu süreçte yerel yayın organlarında sadece bir öykümü müstear isimle yayınladım. Öykülerimin ulusal dergilerde yayınlanmasını istiyordum çünkü...
Yedi güzel adam ekseriyetle şiirde derinleşirken siz öyküye yöneldiniz. Neden öykü?
Genelde yeni başlayanlar ilk olarak şiire yönelirken bendeki eğilim öyküye olmuştur. İlkokul ikinci sınıftayken Maraş’ta, dayılarımdan birisi bana bir hikâye kitabı hediye etmişti. Hediye derken öyle cicili bicili, ambalajlı bir paket aklınıza gelmesin. Kapağı bile yoktu. Tabii, o dönemde kitap o kadar kıymetli ki, bana gelinceye kadar o kitap kim bilir kaç kişinin elinden geçmişti. Kapağı olmadığı için kitabın adını da hatırlamıyorum, ancak bir Kızılderili çocuğun öyküsü anlatılıyordu. Bir bataklığa düşer ve atı kuyruğunu uzatarak çocuğu kurtarır. Yine aynı kitapta; “Deniz’in Suyu Niçin Tuzludur?” isimli bir hikâyeden çok etkilenmiştim. Hikâyeye ilgimin başlangıcı o kitap olabilir. Daha sonra Malatya’da mahallede çocukları arasında elden ele dolaşan Hz. Ali’nin Cenkleri serisini severek okudum. Bizim bilinçli okumalarımızın temelini bu dönem oluşturdu. Daha sonra Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun, Feridun Fazıl’ın, Turhan Tan’ın tarihi romanları; Kerime Nadir’in, Ethem İzzet Benice’nin popüler aşk romanları; Esat Mahmut Karakurt’un yakın tarihe ilişkin romanları, araya giren Ekmekçi Kadın gibi eserleri o dönemde okuduk. Ortaokul üçüncü sınıftayken Tunceli’de bitirme sınavlarına hazırlanırken 10-11 ciltlik Ömer Seyfettin Külliyatı’nın tamamını okudum, okuma zevkimizin ve birikimimizin başlangıcını bu kitaplar oluşturdu diyebilirim.
İlk öykünüz Akarsu” 1957’de Varlık dergisinde yayınlandı. Bu öykünüzün sizin için özel bir anlamı var mı?
Ben, Varlık Dergisi’ni Sait Faik Abasıyanık’ın ilk ölüm yıl dönümü münasebetiyle (1955, Mayıs) yayınlanan anma yazılarıyla tanıdım. Dergiye bir mektup yazdım ve neden hep olgun yaştaki adamların eserlerini yayınladıklarını, gençlere fırsat vermediklerini, sordum. Fakat cevapları moral bozucuydu, cevapta; iki seneye kadar hazır hikâye rezervlerinin olduğunu söylüyorlardı. Bunun üzerine dergideki farklı bir köşe olan “Köyden Sesler” bölümüne Akarsu’yu gönderdim ve 1 Ocak 1957’de yayınlandı.
Geriye dönük iz sürdüğümüzde 1962 yılında Sezai Karakoç’la yollarınızın kesiştiğini görüyoruz. Bu tanışıklığın sizin hayatınızdaki etkileri ne oldu?
Biz, Sezai Karakoç’la tanıştığımızda fikrî bir arayış içindeydik. Günü birlik siyasi meselelerden ziyade dünyanın ve Türkiye’nin gidişatını sorguladığımız bir dönemdi. Hararetli Cumhuriyet kutlamaları ve demirbaş marşlar da bu sorgulamalara yol açıyordu. Marşlarda dile getirilen ana yurdun demir ağlarla falan örülmediğini fark etmeye başlamıştık. Okuduğumuz kitaplarda, örneğin Peyami Safa’nın “Türk İnkılabı’na Bakışları”nda, Mümtaz Turhan’ın “Kültür Değişmeleri”nde veya başka kitaplarda, dergilerde okuduğumuz yazılarda Cumhuriyet’e güzellemeler yapılıyor ancak aradığıma cevap bulamıyordum... Oralarda inkılapların kökenine veya başarılı olup olmadığına sofistike bir retorikle değiniliyor, fakat tarihsel temelde bir eleştiriye girişilemiyordu.
Biz İstanbul’a geldiğimizde Nuri Pakdil Hukuk Fakültesi son sınıftaydı. Fakülteyi bitirdikten sonra askerliğinin kıta hizmeti için Bitlis’e gitti. Oradan gönderdiği mektuplarında; sürekli Sezai Bey’i görüp görmediğimizi, soruyordu. Bu vesileyle 1962 yılında, Mart ayının ortalarında Cahit ve Alaeddin’le bir cumartesi günü, Karaköy rıhtımdaki adresinde kendisini ziyarete gittik. İki, iki buçuk saat kadar süren o sohbetin tadını anlatmam mümkün değil. Vedalaşırken Sezai Bey “bu konuştuklarımızı, keşke bir dergimiz olsa da yayınlayabilsek” diye bir temennide bulununca daha önceden Abidin Mümtaz Kısakürek’in çıkardığı ama o sırada kapanmış olan bu dergiyi benim çıkarmamı teklif ettiği Türk Sanatı dergisi aklıma geldi. Ona bu teklifi söyledim. Buna cevabı şöyle oldu: “Ama biz Müslümanız!” O derginin muhafazakâr bir çizgisi olsa da İslami bir bilinci olmadığını kastediyordu. Bu cevapla benim yaklaşık dört/beş yıldır kafamı kurcalayan puzzle’ın parçaları yerli yerine oturmuş oldu, benim için ikinci bir soruya mahal kalmadı. Ondan sonra da zaten Sezai Karakoç’a tutkun oldum. Bütün anlattıklarını, yazdıklarını öğrenmeye, sürekli yanında olmaya gayret ettiğim bu süreç... Onun yazdığı bir dönemde, bizim yazmamız caiz olmaz diye düşünerek yazmayı bıraktığım bir fetret dönemine girdim...
Çok Sesli Bir Ölüm (1974) adlı eserinizin TV filmi yapıldı ve Prag’daki Uluslararası TV filmleri yarışmasında jüri özel ödülünü aldı. Ödül almasındaki hususiyet sizce ne oldu?
Anadolu’nun bir dönemini; 1950’li yılların Türkiye’sini en sade ve açık biçimde yansıtan “Jüri Özel Ödülü”nü verdikleri bu eser, teknik yetersizlikler nedeniyle siyah/beyaz çekilmişti. Renkli ekranlara geçiş yapılmış olduğu için esasında birincilik ödülüne lâyık görülmüşken esere de haksızlık yapmamak için ayrı bir kategoride değerlendirilmiş oldu. Ödül filme verildiği için katkısı olan herkesin toplu başarısı olarak kabul edilmeli...
Çarpılmışlar (1977) adlı eseriniz biçimsel özellikleriyle diğerlerinden ayrılıyor. Baştan sona hiç noktalama işareti görmüyoruz. Bu, bize ne anlatıyor?
Bunu sorduklarında cevabımı kabulde zorlanacaklarını bildiğim için: “İmla kurallarını bilmediğim için” diye geçiştirdiğim bu soruya ilk kez burada cevap vermiş olayım. Belki çocukça görünebilir ama o zaman şöyle düşünmüştüm; “Kur’an’da da noktalama işaretleri yok ama anlaşılıyor.” Hafız Hattat Osman’ın kaligrafisinde ayetlerin arasına koyduğu gül resimleri var. Ben de buna benzetmeye çalışarak cümleleri büyük harflerle başlattım.
Türkiye’de X,Y,Z kuşaklarının birleştiği ve kendini bulduğu nadir eserlerden biri; Gül Yetiştiren Adam (1979). Batılılaşma sürecimize odaklanan bu eserinizin zamanlar ötesi mesajı, misyonu neydi? Neden bu kadar sevildi?
Aslında bu sorunun eleştirmenlere ve edebiyat tarihçilerine sorulması gerekiyor ancak ben kendi ürünüme de dışardan bir okur olarak bakabiliyorum. O kitaba da bir okur olarak baktığımda görünen şu; aynı dönem, iki farklı düzlemde anlatılıyor. Aynı dönemin iki farklı düzlemde ve iki farklı mekânda; biri, Anadolu’nun küçük bir kasabasında, diğeri de bir dünya metropolündeki karşıtlığı çok ilgi çekicidir. Kentsel alanın kahramanlarının anlatıldığı retorik hep dışardan yapılan gözlemlere dayanıyor ve sadece filleri anlatılıyor. Birçok kahramanın birbirleri arasındaki karmaşık ve interaktif ilişkisi konu ediliyor ve yazar bile belki karakterler arasındaki ilişkilere tam vakıf değil. Esasında bu insanlar sanıldığı kadar ruhsuz değil, acıları, dertleri var lâkin biz bunu sadece bir hissiyat olarak algılıyor ve anlamaya çalışıyoruz. Beri tarafta ise kırk-elli yıl boyunca evinde oturan ve gül yetiştiren bir adam konu ediliyor. Dışardan görünen hiçbir eylemi olmamasına rağmen bütün mücadele iç dünyasında gerçekleşiyor ve aslında anlatılması çok zor bir durum.
Birinde tamamen sükûnet hâli diğerinde ise tam bir kargaşa diyebileceğimiz bir hareketlilik... Ancak birinin iç dünyasına hiç dokunulamazken diğerinde görünür bir hareket alanı yok. Ancak bu kişinin kendisini murakabe edişi dolayımında bize bütün bir yakın tarihimizi, başımızdan neler geçmiş olduğunu anlatıyor. Sadece bir sabah namazı boyunca şahit olduğu ve reddettiği reel dünya aslında kendisini de içine alan bir dünya... Tabii, bu şahitliğinin bir diskuru var: “İman, içinizdedir; onu siz kendiniz bilirsiniz. Ancak İslam dışarda yaşanır ve üstünüzde görünür olmak ister. Eğer Müslüman olduğunuzu söylüyorsanız biz, bunu fiillerinizde, yaşam biçiminizde, kılık kıyafetinizde okuyabilmeliyiz.” Kendi değerlerinden tamamen uzaklaşmış, yozlaşmış bir hayatın olduğu bu düzlemin her bir ögesini (insanların kılık-kıyafeti, sokaktaki kaldırımlardan, vitrinlerde teşhir edilen ürünlere kadar) hayretle ve esefle karşılıyor. Burada; “Gül Yetiştiren Adam”ın protestosu ve direnişi çok manidar, çünkü bireysel olarak Rabbiyle kendisi arasındaki o mahrem münasebete ne kadar sıkı bir bağlılık olduğunu gösteriyor.
Kuyu (1999)’nun yayınlandığı dönem, Türkiye’nin Yusufları’nın kuyuda olduğu zamanlara tekabül ediyor. O zamanlardaki kültür/sanat ortamı nasıldı?
Kuyu 1999’da yayınlandı ancak yazıma başlanması en az 10/15 sene öncesidir. Uzun bir ara verildikten sonra tamamlanır. Doğrudan Hz. Yusuf kıssasıyla ilişkisi olmamasına rağmen iki Yusuf ve iki Züleyha arasında elbette bazı benzerlikler kurulabilir.
“Rasim Özdenören” deyince yerlilik unsurları ve sağlam kurgusal özellikleriyle Türk hikâyeciliğinin yepyeni bir çağından bahsetmiş oluyoruz. Sizin, hikâyede yakaladığınız bu rafine dilin mihenk taşları nelerdir?
Yazıya başladığım lise yıllarında, hikâyelerimi gönderdiğim dergilerden biri; Türk Sanatı’ydı. O yıllarda revaçta olan Orhan Kemal’in, Yaşar Kemal’in eserlerinde rastladığımız şive taklitleriyle hikâyelerimi yazıyordum. İnce Memed’in, Maraş’ın da içinde bulunduğu Çukurova hinterlandının şivesini öykülerime yansıtıyordum. Bu öykülerimden birine gelen bir cevap (1957): “Şive taklitleri, yerinde kullanıldığı takdirde etkili olur.” şeklindeydi. Bu cümle; benim bütün edebiyat anlayışımın kökenini oluşturur. Bu cevabın sahibi muhtemelen ya Abidin Mümtaz Kısakürek’tir yahut da derginin sahibi olarak görünen Fikret Şahoğlu’dur. Bu cevap benim cümleyle, söylemle yani retorikle ilgili dilin önemi üzerinde düşünmemin yolunu açtı. Hikâyenin etkili olabilmesi için; dile çok dikkat edilmesi gerektiğini fark ettim. Onun dışında da gerek meslek kitaplarında gerekse farklı alanlardaki okumalarımı (roman, hikâye, deneme, düz yazı ne olursa) dili merkeze alarak yaptım. 1950’li yıllarda Varlık Dergisi’nde ve başka dergilerde Hikmet Dizdaroğlu’nun kitap tanıtım yazılarında; kitabın kapağından, muhtevasına kadar her detayı ele alan incelemelerinden kendime göre çıkarımlarda bulunuyordum. Dergilerde yazarlar arasındaki polemikleri, her iki taraf açısından okuduğumda; benim dışardan gördüğüm şeyle, o kişilerin konu ettiği şeyin farklı olduğunu görüyordum. Aslında bu münakaşalarda benim gördüğüm; tarafların terminolojide mutabık olamamaları ve neticede birbirlerini anlayışsızlıkla suçlamalarıydı ve benim nazarımda iki taraf da haksızdı. Bunun üzerine lise ikinci sınıfta; “Terimlerde Anlaşamamak”(1957) adlı bir deneme yazdım ve Antep’te çıkan Meşale adlı dergide yayınladım. Tarihsel olarak Tanzimat’a dayalı olduğunu düşündüğüm kavram kargaşası sorunsalı ve “Kafa Karıştıran Kelimeler”in kökeni de oraya dayanır. Bizim bu kör dövüşü bırakabilmemiz için Batı’yla farklılık arz eden kavramlarımızı yerli yerine koymamız lazım. Tabii, bütün bu düşünce süreci yazıya intikal ediyor değildi ancak dil konusunda en azından kendimiz açısından tutarlılığa sevk eden bir çabaya yol açtı.
Hikâyeciliğiniz zaman zaman Cumhuriyet’le başlayan köklü kültürel dönüşümlerle insanımızın genetik hafızasını kaybetmesi ve bunun açtığı toplumsal yaralara odaklanıyor. Bugün geldiğimiz noktada, şifa unsurlarımız nelerdir, nasıl iyileşiriz?
Biz, Tanzimat’tan bu yana inancımızı da yitirmiş durumdayız. Bunu Ziya Paşa:
İslam imiş devlete pâ-bend-i terakki
Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı.
şeklinde ifade ediyor. İslam’ı küçük görünce kendimizi küçük görmeye başlamışız, problemin kökeni buraya dayanıyor. Kendimizi bulabilmemiz için İslam’la yeniden tanışmamız gerekiyor.
Kafamız o kadar abur cubur meselelerle yozlaşmış ki bağlantının tam olarak nerede koptuğunu dahi ayrımsayamıyoruz. Bu gün Müslümanlar İslam’ı sonradan edindiği putların süzgecinden geçirebildiği kadarıyla alıp yaşayabiliyor. Oysa İslam’la tanışmak, ancak Sahabilerin tabula rasa; “boş plak” hükmündeki zihinsel yaklaşımıyla mümkün olur. Onların İslam’ı tanıdığı gibi hiçbir süzgeçten geçirmeden: “Resulullah böyle söylüyorsa doğrusu budur” şiârıyla benimseyebilirsek İslam'ı tekrar yakalamış oluruz.
“Roman bir savaş alanıdır oysa hikâye bir düellodur” diyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Romanda da hikâye de iki cephe var sayılıyor bu cümlede. Ancak savaş alanında kalabalık bir cephede binlerce kişiyi tek tek konu etmekle ile düelloda, daha dar bir alanda sadece iki kişinin savaşını konu etmek birbirinden farklıdır. Romandaki o genişlik, düellonun iki kişilik savaşının retoriğindeki ayrıntının yansıtılmasına müsaade etmez oysa hikâyede ayrıntı önem kazanır.
Rasim Özdenören’in yanında ikiziniz Alaeddin Özdenören’den bahsetmemek olmaz. Birlikte yer aldığınız onca projenin dışında, kardeşinizin sizin yâdınızda, aynanızda yeri neydi?
Kendisini 26 Haziran 2003’te kaybettik. Biz, dünyaya gözümüzü açtığımız andan itibaren birbirimizi hem bu dünyanın hem de kendimizin birer parçası olarak görüp tanımış olduk. Özel hayatımızda hiçbir ayrıma uğramadan adil muamele görerek yetiştiğimiz için aramızdaki bu ahenk bizim çevreyle olan ilişkimize de yansıdı. Birimizin başarısı öbürüne daima sevinç vermiştir. Ben aslında Alaeddin’i tam anlamıyla o öldükten sonra keşfettim. Bazı yazılarını (örneğin; Açılı/Yorum yazıları; Hece yayınlarından çıkmıştı) dergilerde görür; başına sonuna, şöyle bir bakar ancak tamamını okumazdım. Zannederdim ki bir epigrafla başlayan o yazılar; mevzubahis şahıs hakkında Alaeddin’in bir mütalaasıdır. O öldükten sonra detaylı olarak eğildiğimde, kendisine hayran kaldım. Oysa o girizgâh, bir tramplen işlevi görüyor; kendisi o tramplenden atlayıp deryaya dalıyor. Örneğin; yazılardan birinde, bir arabanın tamiratından bahsediyor; gördüm ki çok derin bir motor bilgisi var. Hangi aralıkta bu malumatı edindiğini merak ettim. Olsa olsa askerliğini topçu olarak yapmış olmasından kaynaklandığını düşündüm.
Hatta ayıp olmazsa diyeceğim ki Cahit’in “Yaşamak” kitabından daha üstün bir retoriği var onun üslubunun, ancak ikisinin de hakkını teslim etmek adına, Türkçe’nin iki nadide eseri; Cahit Zarifoğlu’nun ‘Yaşamak’ı ile Alaeddin Özdenören’in bu metinleridir, diyebiliriz. Sadece bu metinler de değil denemelerindeki ve eleştirilerindeki üsluplu/şiirsel fikir söylemi çok ilginçtir ve hayranlık uyandırıcıdır.
Yazarlar, şairler diyarı; memleketiniz Maraş’ın sizdeki yeri nasıldır?
Maraş; bizim ana ocağımız, ilk damak zevkini aldığımız, mutfağından beslendiğimiz, meyvelerini tattığımız, toprağına bastığımız yerdir. Ömrümüz boyunca çok bir zaman geçirmemiş olmamıza rağmen – yaklaşık toplam 11 yıl- hayatımızın tümünü etkileyen; hayatımıza biçim veren bir önemi vardır Maraş’ın. Bunun yanında babamızın İstanbullu oluşu nedeniyle evimizde bir İstanbul atmosferi da etkiliydi. Onun hiç Maraş şivesiyle konuştuğunu anımsamam. Maraş şivesiyle taklitler yapan ninemle zaman zaman tuluat yaptıkları olurdu. Biz et ve bulgur ağırlıklı Maraş mutfağından beslenirken, babam kendi yaptığı zeytinyağlı yemekleri, salataları tercih ederdi. Dolayısıyla evimizde çift kültürlülük hâkimdi. Bu durum muhtemelen edebi birikimimize de yön vermiş olabilir. Çocukluğumuzun üçte birinin Malatya’da geçmesi de bir dönüm noktası olarak bizi etkilemiştir. Benim hikâyemde dikkatli bir göz; nerede Maraş, nerede Malatya, nerede İstanbul var; ayrımsayabilir. Bu kültür mozaiğini içselleştirmiş ve mezcetmiş olmamız o bahsedilen “yerliliği” yakalamamıza imkân sağladı. Modern denilen yöntemler de (örneğin bilinç akımı) adını koymasak da daha o yıllarda, teknik olarak yazı tarzımızda yer almıştır. Bilinç akımının adını bile duymamış olduğum lise yıllarımızda o tarzda kaleme aldığımız öyküler olmuştur.
Geçmişten geleceğe uzanan hakikat yolculuğunuzda, önden giden atlılardan biri olarak sizin ayak izlerinizi takip eden genç arkadaşlarımıza özellikle neyi önerirsiniz?
Erdem Beyazıt’ın şiirinde, ölen arkadaşlarını kastettiği “önden giden atlılar” tabiri burada öncü atlılar olarak da yorumlanabilir. Benim her zaman samimiyetle söylediğim bir husus var: “Aslında bizim yeni kuşaktan öğreneceklerimiz var.” Bizim kullandığımız teknoloji, okumamıza yardımcı olması içindir, lâkin yeni nesil onun içine doğmuştur ve tarihi olarak yepyeni bir evreye girdiğimiz açıktır. Bizim kütüphaneler dolusu kitabımız, teknoloji sayesinde tek bir mikroçipe sığıyor. Her ne kadar kitap fuarlarında: “Bu kâğıdın kokusunu tabletten alamazsın” diyerek ifade etsek de bu süreç; nesillerin birbirini reddetmeden birbirinin içine geçerek ve birbirini besleyerek devam etmesi gereken bir süreçtir. Eğer çok bencilce bulmazsanız; yeni neslin benim kitaplarımı okuyarak yetişmesini, arzu ederim. Çünkü buradan başlarlarsa bizden Sezai Karakoç’a, ondan Necip Fazıl’a, oradan Tanzimat’a, Tanzimat’tan Divan Edebiyatı’na ulaşmak daha kolay ve akıcı olur. Ancak geçmişten başlayarak günümüze ulaşmak daha zordur. Eskiden başlayanların günümüze sıçraması pek mümkün olmuyor. Günümüzü iyi anlayan; geçmişe ister istemez müracaat ediyor.
Bize son olarak vermek istediğiniz bir mesajınız var mı?
Bize bu fırsatı veren Makas Dergisi’ne ve çalışanlarına çok teşekkür ediyor; başarılarının devamını diliyorum.
Röportaj: Hacer Yeğin
Yazar: Hacer Yeğin |
25-07-22 |
||
E mail: dunyabizim.com | Tweet | ||