Kategori : İKTİBAS / Muhtelif Mevzûlar, Yazarlar, Yazılar | Okunma Sayısı: 229 |
Osmanlı kendisini bir iddia ile kabul ettirmişti. Neydi bu iddia?
Osmanlı bir projeyle ortaya çıkmıştı. Neydi bu proje?
Osmanlı, yaşadığı çağda tam da çözmesi beklenen düğümü çözdüğü için muvaffak olmuştu. Neydi o çözmesi beklenen düğüm?
Osmanlı’nın iddiasındaki sır, Fransız tarihçi Fernand Braudel’in Balkan fütuhatı hakkında yaptığı çarpıcı tahlilde mevcut düzenden daha insanî, daha akılcı, daha gerçekçi bir üst çözümü getirebilmesinde yatıyor. Yaşanan çelişkilere sunduğu daha işlevsel, gerçekleri daha iyi göğüsleyen ve âdil çözümdür Osmanlı Devleti’ni üç kıtada asırlarca başarıya gark eden sır. Nitekim bulduğu sahih çözümün çağındaki alternatiflere galebe çaldığını, kabulündeki kolaylık ve sahip olduğu uzun ömürlülükten de kolaylıkla anlayabiliriz.
1402 Temmuz’undayız. Osmanlı Devleti kurulalı bir asır geçmiş geçmemişken Çubuk ovasında cereyan eden Ankara Savaşı’nda Timur’un kuvvetleri Osmanlı ordusunu mağlup edince elde ettiği toprakları eski sahipleri olan Türk beyliklerine iade etmişti. Böylece sayaç sıfırlanmış ve saatler yarım asır geriye döndürülmüştü. Diğer beyliklere, bu savaşta ağır bir darbe yemiş bulunan Osmanlı’nın yerine geçebilmek veya yeni Osmanlı olabilmek fırsatı altın bir tepside sunulmuştu. Fakat sonuçta hiç beklenmeyen bir gelişme yaşanacaktı.
Fetret Devri’nden sadece on yıl sonra ayan beyan görülecekti ki, Anadolu birliği mayası her şeye rağmen yaralı arslan Osmanlı’nın mahir elleriyle karılacaktır. Diğer beylikler yakaladıkları bu fevkalade avantaja rağmen yarışta yine geri kalacak, dar mahalli çerçeveden kurtulamayacak ve olanca şartlar aleyhine olmasına rağmen ‘Osmanlı teklifi’ kendisini kabul ettirmeyi başaracaktı.
Bu vakıa da bize Osmanlıların en başından itibaren büyük düşündüklerini, gayet planlı, programlı, uzun vadeli, geleceğe ve kalıcı olana, yani hakiki manada insana yatırım yaparak ilerleyen çok katmanlı bir strateji izlediklerini gösterir. Bu çok yönlü politikanın semerelerini görebilmek için Gazi Evranos Bey’in Balkanlar’daki planlı fütuhat adımlarının izini takip etmek yeterli olacaktır.
Amerikalı (ama artık Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan) Osmanlı tarihçisi Heath Lowry’nin dediği gibi Evranos Bey ve akıncı gazileri Kuzey Yunanistan’ı köşe bucak fethederken arkasına çil çil hanlar, hamamlar, camiler, medreseler, kervansaraylar, çeşmeler, hayrat vakıfları vs. serperek ilerliyordu. Bir başka deyişle fethedilen toprağa pençelerini geçire geçire…
Böylece -bir kere daha Braudel’in tespitiyle söylersek- Osmanlıların Balkanlar’daki “şimşek hızıyla yayılması”nın sırrı da bir nebze açıklanmış oluyor. Rumeli evet kılıçla fethedilmişti ya, bir toprak kılıçla fethedilir ama orada yalnız kılıçla kalınamazdı ki. Osmanlı ise medeniyet ve imar silahının kılıçtan daha keskin bir yol açtığının pekâla farkındaydı.
Velhasıl Osmanlı kudreti yalnız kılıçla değil, aynı zamanda ruhunu taşa bir deri gibi geçirerek, dahası o bölgeye yeni ve üstün bir hayat standardı, yani nizâm getirmek suretiyle kalıcı olarak fethetmişti Rumeli yakasını.
Osmanlı modeli mi?
Peki, ‘Osmanlı modeli’ tabir ettiğimiz şey günümüz için de bir çıkış yolu sağlayabilir, çağımızdaki sosyal ve siyasî problemlere deva olabilir mi?
Bu soru ister istemez önümüze ‘Hangi Osmanlı?’ sorusunu getirecektir.
Eğer Osmanlı’yı olmuş bitmiş, tarihe mal olmuş, defteri dürülmüş, maziye karışmış, müzelik bir nesne telakki ediyorsanız, evet bu anlamda ona tarih olmuştur diyebiliriz. Bu durumda Osmanlı’dan ancak müzecilik nokta-i nazarından, yani arkeolojik ve turistik alanlarda yararlanabilirsiniz. Bu ise Osmanlı’nın fosilleştiğine inanan ilerlemeci tarih görüşüne kapı açar. Oysa Osmanlı’nın bitmediğine, günümüzde dahi yaşayan kanlı canlı bir hadise olduğuna, hatta yer yer bugünkü sorunlarımıza çözüm sunabilme yeteneğine sahip gümrah bir kaynak olduğuna inanıyorsanız manzara bir anda değişir.
Benim anladığım Osmanlı, gelenekteki 1299 veya Halil İnalcık hocanın iddiasıyla 1302 yılında kurulup Lozan’ın imzalanması üzerine sona ermiş 624 yıllık uzun bir yeryüzü serencamının mimarı değildir yalnızca. Aynı zamanda insanlığın şafağından bugüne uzanan “Sonsuzluk Kervanı”nın görkemli duraklarından biridir de.
Öncesi vardı elbette, tabii sonrası da olacaktır. Kadim varlık zincirinin onsuz olmaz halkalarından biriydi çünkü Osmanlı. Bir ezelî rekabetin bayrağını Selçuklulardan devralmış olup onu atom çağının şafağına kadar taşımayı başarmıştı. Daha önemlisi, mirasını, sancağını ve vizyonunu bizim ellerimize devredip tarihte hak ettiği yere çekilmesiydi.
Peki, Osmanlı sahneden çekildi mi gerçekten de?
Gazze ve Osmanlı
Bana sorarsanız hayır, Osmanlı bir yere gitmiş değil. Bir sis, bir ses, bir tür toz bulutu gibi aramıza karıştı sadece. Cildimize değdi rüzgârı, orada bir kar tanesi gibi eriyip kurudu ve ‘ruhu’nu yüzümüze emanet etti. (Başka meşru vârisi yoktu ki zaten.)
‘İnsanlığın Son Adası’na bu pencereden bakarsanız hazin hikâyesini okuduğunuzda gözlerinizin yaşaracağı Adakale gibi sular altında kaldığı için bir kıta iken bir adaya, bir cihan devleti iken Anadolu yarımadasına büzülmüş bir kadîm düzen hayaletinin ufuklarımızda gezindiğini fark edersiniz.
İnanıyoruz ki, suların çekileceği, hatta tamamiyle kuruyacağı ve ‘insanlığın son adası’nın olanca haşmetiyle yeniden belireceği bir rehin alınmış zaman, eskilerin deyişiyle “vakt-i merhûn” mutlaka gelecektir. Zira inancımız bize “Zulüm ebediyen payidar olmaz” demiyor mu? Biz de ‘Bir kere başarılan neden bir kere daha başarılamasın’ sözünü ilave ediyoruz buna.
Dünyada Gazze misali utanç verici zulümler devam ettikçe ‘bir Osmanlı’ya daima ihtiyaç duyulacaktır. Vatan şairi Namık Kemal öyle demişti çünkü:
Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nâzende sahrâlar
Uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletten.
Şu demeye gelir:
Ey yaralı arslan, bir zamanlar senin gezip tozduğun o nazlı beldelerde zulüm köpekleri cirit atmakta. Bir an önce daldığın gaflet uykusundan uyan da onlara hadlerini bildir.
Yazar: Mustafa Armağan |
26-05-24 |
||
E mail: yeniakit.com | Tweet | ||