Kategori : / TÂRİH | Okunma Sayısı: 242 |
Osmanlı Devleti tarihi muazzam bir yaşanmış olaylar laboratuvarı. Aradığınız ve aramadığınız her türlü hadiseye kapılar ve pencereler açacak kabiliyetteki bu engin laboratuvarı yeterince kullandığımız söylenemez. Oysa en basit bir kaidedir: Büyük devletler ve milletler, tarihini kana kana içmiş nesillerin güçlü omuzlarında yükselecektir.
Öyleyse İngilizlerin meşhur Başbakanı Sir Winston Churchill ile bu defalığına da olsa sesimizi birleştirebiliriz: “Study history, study history. In history lies all the secrets of statecraft.” Yani “Tarihi incele, tarihi incele. Çünkü devlet adamlığının bütün sırları tarihte yatar.”
Osmanlı Devleti’nin henüz ilk asrını doldurmamışken geçirdiği en büyük kriz, 1389-1413 yılları arasında yaşandı. Daha doğrusu 24 yıllık bu dönem iki büyük krize ev sahipliği yaptı. Birincisi Kosova Meydan Savaşı henüz bitmeden Osmanlı Devleti’nin lideri Murad Hüdavendigâr’ın elim bir suikast girişiminde şehit düşmesiydi. Düşünün, savaş henüz bitmemiş ve başkomutan da olan devlet başkanı harp meydanında öldürülmüş. Panik an meselesi... Her şey bitebilir... Lakin “devlet aklı” o tarihte bile o derece gelişmiş durumdaki Osmanlı’da, hemen Yıldırım Bayezid çadıra çağrılıp kendisine biat edilir ve zafere kadar dışarıya bilgi sızdırılmaz. Başka herhangi bir devleti köklerinden sarsacak bu yaman kriz, yalnız Kosova’da ve Balkanlarda değil, Osmanlı Devleti’nin Anadolu topraklarında da yeni bir atılımın işaret fişeği olur.
Hatta müteakip 13 yıl yeni bir çiçeklenme dönemi olarak karşımıza çıkar ve muhteşem Niğbolu Zaferi yaşanır ki bir Haçlı Ordusu’nun bu kadar kesin bir mağlubiyetine tarihte ender rastlanır.
Geliyoruz o meşum 1402 yılına... Ankara’da yaşanılan Osmanlı-Timurlu savaşı sonunda yenilen taraf bu defa Osmanlı olur. Öyle böyle değil, bütün devlet yapısını kökünden sarsacak çapta bir depremdir yaşanan. Osmanlı Devleti yok edilmez ama Padişahı esir alınır, Anadolu’daki toprakları Türk Beylikleri arasında bölüştürülür, daha doğrusu eski toprakları kendilerine iade edilir. Balkanlardaki Osmanlı toprakları ise vassal devletlere paylaştırılır. Altı şehzadenin her biri bir dağın başına atılır...
Yalnız içlerinden biri, sonradan devleti ayağa kaldırdığı için ikinci kurucu (bâni-i sâni) ilan edilerek baş tacı yapılacak, Bursa’daki türbesi bir istisna olarak hem dışı ve kubbesi yeşil çinilerle donatılacak, hem de camiden yüksek bir kotta inşa edilecek olan Çelebi Mehmed apayrı bir istikamet tutturarak dağılmakta olan devleti yenilemekle kalmayıp İstanbul’un fethine, feth-i mübine giden yolu da ustaca döşeyecekti. Nitekim kendisinin vefatından 12 yıl sonra doğacak olan torunu ve adaşı Sultan Mehmed-i Sani İstanbul’u fethederek Fatih Sultan Mehmed unvanını alacak ve daha 40 yıl öncesine kadar akla zarar bir iç savaş yaşamakta olan bir devletin cihan imparatorluğu tacını başına geçirdiğini cümle âleme ilan edecekti. Merhum Halil İnalcık Hoca bize Çelebi Mehmed’in fetih ruhlu aleminden çarpıcı bir kesit aktarmaktadır ki, Fetretten Fethe hangi ruhla yüründüğünü görebilmek için yakinen tanımamız gereken bir portreye uzanır.
Dağa çıkan sultan
Halil İnalcık Hoca’ya göre Çelebi Mehmed başka çare kalmayınca “Dağa Çıkan Sultan”dır. Çelebi Mehmed’in iktidar yolu, asırlar sonra yine aynı beldelerde “Arkam sensin, kal’am sensin dağlar hey!” diyerek dağa çıkan ve mücadelesini zalim beylerle oradan sürdüren Köroğlu gibi Bolu dağlarından geçmiştir.
Timur, Yıldırım Bayezid’i Ankara’da yendikten sonra Anadolu’daki Türkmen Beyliklerine “Yarlıg” vererek kendi toprakları üzerindeki egemenliklerini tanımıştır. Ne var ki devlet olmak kolay iş değildir. Dağılmış ama kendini dağıtmamış olan Osmanlı Hanedanı’nın en atak şehzadesi olan Çelebi Mehmed, ağır itibar kaybına uğradığı, orduları dağıldığı, ekonomisi yerle bir olduğu, devleti başsız/padişahsız kaldığı halde süreçten kârlı ve sağlıklı çıkmış olan diğer Türkmen Beyliklerine kök söktürmekte, yılların köklü beyliklerine karşı her tarafta galebe çalmaktadır.
Bunun üzerine Türkmen beyleri çar naçar Timur’a başvurup derler ki: “Senin yerine gönderdügün beglerin birisi bunun elinden halâs olmamıştır.” Yani bunların yerine kimi atadıysan Çelebi Mehmed’in elinden kurtulamamıştır. Bir çare buyurun!
Timur ise İzmir’i fethettikten sonra Nasreddin Hoca’nın memleketi Akşehir’e dönerken yolda Yıldırım Bayezid’in öldüğü haberini alır. Bunun üzerine bütün Osmanlı ülkesinde egemenliğini ilan eder.
Çelebi Mehmed’in hakikaten padişahlığı hak ettiğini şu net tavrından anlıyoruz ki, Timur’un güzel sözlerle ve kızımı vereceğim gibi tatlı vaadlerle yanına çağırmasına itibar etmeyecek ve bunun bir tuzak olduğunu görecek, Osmanlı şuurunu bir süngü gibi dimdik tutarak yanındakilerle beraber “dağ tarafını” tutacak, yani “dağa çıkacaktır”. Onun “Dağlar başında seyredüp” Timur’un Anadolu’dan uzaklaşmasını beklediğini aktaran İnalcık Hoca, Çelebi Mehmed’in sığındığı yerin Seben etrafındaki sarp dağlardaki mağaralar olduğunu yazmaktadır (aktaran: Kenan Ziya Taş, “Fetret Devrinde Saltanat Mücadelesinde Bursa’nın Yeri ve Çelebi Mehmed’i Padişahlığa Götüren Önemli Bir Durak: Bolu”, Sultan Mehmed Çelebi ve Dönemi (Ed. F. D. Karakoç), Bursa, 2014, s. 117).
Ülkesi işgal edilince dağa çıkan bir Osmanlı şehzadesi 10 yıllık kıran kırana bir mücadele sonunda babasının kurduğu düzeni ihya edecek ve Edirne’de 25 Haziran 1421’de oğlu ve Fatih’in babası 18 yaşındaki Sultan II. Murad’a bir büyük rüyayı ve müjdeyi gerçekleştireceği ortamı sağlamış olmanın huzuru içinde son nefesini verecekti.
Yıkılışa ve çöküşe doğru giden süreci tersine çeviren bu büyük ruhun cihanı tutuşturacak esintisi, Bursa’da tahta çıkan 18 yaşındaki oğlu Murad’ı, o da zamanı gelince 12 yaşındaki oğlu Mehmed’i ateşleyecek ve tarihin imanla, fikirle, mefkûreyle, aşkla, azimle ve gayretle yazıldığını bir kere daha kitabeleştirecekti. İnanan, kazanacaktı. “İnanıyorsanız muhakkak üstünsünüz” hadis-i şerifinin tılsımını çözenleri strateji tarihi kitaplarında aramaya gerek yok: O tılsım, kendi laboratuvarımızda, önümüzde... Bakmamız kâfi...
Yeni bir diriliş
Türkiye’nin yeni bir yükseliş ve dirilişe başlayacağı ümidiyle 24 Haziran’da sandıklara gittik ve sonuçta Üçüncü Cumhuriyet’in, cumhurbaşkanlığı sisteminin ilk başkanını Recep Tayyip Erdoğan olarak belirledik. Bu, tarihe bir dönüm noktası olarak geçecek kıratta büyük bir olay.
Türkiye 24 Haziran’la birlikte yeniden kurulacak. Nasıl 1389’daki suikast krizinden ve nasıl 1402’den sonra başlayan Fetret devrinden Çelebi Mehmed gibi bir fetih ruhlu kahraman eliyle çıkılmışsa bugün de “Geceler vardır, dirilişe gebedir” sözünü Türkiye’nin semasına asan bir Cumhurbaşkanı’nın önderliğinde bir dirilişe yönelecektir.
Kâzım Karabekir Paşa’nın Mütareke devrinin henüz başında, 1918 sonlarında İstanbul’a dönerken Gülcemal vapurunda söylediği gibi “Tek dağ başı mezar oluncaya kadar mücadeleye devam” sloganıyla harekete geçen millî enerji ile Çelebi Mehmed’in tehlike geçinceye kadar “dağa çıkması” ve ardından vakti gelince harekete geçmesi arasındaki derin bağ, tarihin bize incelememiz için ne çok ders sunduğunu göstermiyor da neyi gösteriyor dersiniz?
Yazar: Mustafa Armağan |
09-06-24 |
||
E mail: yeniakit.com | Tweet | ||