Kategori : / ÎMAN VE İSLÂM | Okunma Sayısı: 192 |
Selef-i Salihin’in izinde olmak; bir suç değil, bir fazilettir. Selef-i Salihin’in izinde olmak; bir meşrebe, bir mezhebe mahsus olmayıp her Müslümanın daimi vasfıdır. Sahâbenin, Tabiîn’in ve Tebe-i Tabiîn’in izinde yürümeyenlerin Müslümanlık iddiaları bir vehimden öteye geçemez. Asrımızda Selef-i Salihin’siz kalmış Selefiliğin gündelik hayattaki karşılığı, İslâm tarihi bilincinin yok edilmesi ve halk nezdinde dini şiarın zayıflaması olmuştur. Bunun en dikkat çeken örneği özellikle harem/kutsal belde olarak ilan edilen Mekke’de bid’at ve şirk bahanesiyle İslâm’ın tarihi mirasının ve şiarının pervasızca yok edilmesi oldu. Dini anlamda her yeniliği bid’at, dini değerlere ve selefe gösterilen her tür hürmeti de şirk addeden bir karaktere bürünen ve çağdaş Hariciliğin temsilciliğini yapan günümüz tekfirci Selefiliğinin İbn-i Teymiyye (rh.a.) ile de alakası yoktur. Cumhura muhalif bazı görüşleri olmakla birlikte İbn-i Teymiyye (rh.a.) bir ehl-i sünnet ve’l cemaat âlimidir. Hanbeli mezhebine mensuptur. İbn-i Teymiyye (rh.a)’i mezhebsiz göstermek, ilmin ve âlimliğin namusuna tecavüz olur.
Dini açıdan mecrasından çıkmış maceraperestler, Selef-i Salihin’in izinde yürüyemezler. Selef-i Salihin’in izi, yaşamın her anının ve her alanının İslâmi çerçeveye uygun olmayı gerektirir. Günümüzde ortaya çıkmış olan Selefilik, Selef-i Salihin’in devamı olmaktan ziyade Haşviyye ile Hariciyye prensiplerine yakın duruma gelmiştir. Kendilerinden olmayan ya da düşüncelerini benimsemeyenleri “ehl-i zeyğ”, “ehl-i bid’at” olarak isimlendiren Selefilik, reddedici, dışlayıcı, tekelci anlayışı ile hem “ Ehl-i Sünnet-i Hassa” dediğimiz Seleften, hem de “Ehl-i Sünnet-i Amme” dediğimiz Haleften farklılaşmaktadır. (Abdulmuni’m el-Hafni, Mevsuatü’l-Firak ve’l-Cemaat, Sh: 245, Kahire, 1993)
Selef, Halef’in tersidir. Bu anlam çerçevesinde her insanın bir “Selef”i vardır ve “Halef’ olan bir gün “Selef” olacaktır. Esasen “Selef”ten kastedilen mana Hz. Peygamber’den sonraki üç kuşaktır. Selefin ilk tabakasında yani ilk kuşakta; mü’minlerin önderi, muttakilerin lideri Hz. Muhammed (s.a.v) ile aynı dönemde yaşayan “Sahabe” yer almaktadır. İkinci kuşakta yaşamış ve İslâm’ı Sahabeden öğrenmiş olanlara “Tabiun” denir. Üçüncü tabakada İslam esaslarını Tabiun’dan öğrenmiş olanlar ise Tebe-i Tabiun/Etba-u Tabiin’dir. İslam dininin tamamlanmasından itibaren ne zaman bir bozulma ya da sarsılma görülse bu üç nesle, yani gerçek anlamda Selef’e ve Selef’in İslam anlayışına dönüş sağlanmaya çalışılmıştır. Bu yüzdendir ki, bu ilk nesle “Selef-i Salihin” denilmektedir. (Ebu İshak Muhammed İbrahim b. Musa eş-Şatibi, el-İ›tisam, Sh: 589, Beyrut/1991) Selef anlayışı günümüzde Hz. Peygamber ve sonraki ilk üç kuşağın hal, söz ve fiillerinde herhangi bir değişiklik, arttırma ya da eksiltme yapmadan olduğu gibi kabul edip onlar gibi yaşamak olarak anlaşılmaktadır. Fakat belirtmek gerekir ki, günümüzün Selefi ekolü aslında Selef-i Salihin’in zaman ve mekâna göre kendi hal ve fiillerinde farklılığa gidebildiklerini göz ardı etmektedirler. Örneğin Ashabın Mekke ve Medine’deki yaşam tarzları, örf ve adetleri farklılık göstermiştir. Mekke’de pek çoğu dikişli elbiseyi tanımazken, Medine’de dikişli elbise giymişlerdir. Tabiun döneminde de Sahabe döneminde görülmeyen pek çok konu için içtihad edilmiştir. Dolayısıyla onlar bile kendi söz ve uygulamalarını sonsuza dek değişmeden devam edecek unsurlar olarak görmezken, günümüzde Selefiyye’nin takındığı sert ve keskin tutumu doğru bulmak biraz zordur. Zira Selef, belli bir grubu ya da düşünceyi ayrıcalıklı bir duruma getirmemiş, kendi inanç ve düşüncelerindeki ölçüyü de bir grubun tekeline vermemiştir. (Muhammed Said Ramazan el-Buti, es-Selefiyye Merheletün Zemeniyyetün Mubareketün La Mezhebun İslamiyyün, Sh: 15-16, Şam/1988)
Selef-i Salihin aşığı İmam Muhammed Zâhid el-Kevserî (rh.a.) der ki: “Selef-î Salihin’in nasslardan anladığı neyse, anlaşılması gereken odur.” Müteşabihatın Sahabe (Allah hepsinden razı olsun) tarafından, sonraki asırlarda görüldüğü şekliyle münakaşa ve cidal konusu yapıldığını bilmiyoruz. Onlar nasslarda nasıl gelmişse öyle iman eder, ötesini soruşturmazdı. Dolayısıyla bu meselenin Ümmet-i Muhammed’in gündemine gelmesi Tabiun, ağırlıklı olarak da Tebe-i Tabiin dönemine ve sonrasına tekabül eder. İmam Ebû Hanîfe (rh.a.), “Doğu tarafından bize iki bid’at geldi: Cehm’in (Cehm b. Safvân) ta’tili ve Mukâtil’in (Mukâtil b. Süleyman) teşbihi” (İbn Hacer, Tehzîbu t-Tehzîb, X, 251) derken şu noktaya dikkatimizi çekmişti: Allahû Teala’nın sıfatlarını inkâr ifrat, mahlukatın sıfatlarına benzetmek ise tefrittir. Tevhid akidesi, hem ifrattan ve hem de tefritten uzaktır. Selef-i Salihin’in izinde olmak, ifrat ve tefrite düşenlerden uzak durmak demektir. Bizim ile Selefi Salihin arasındaki fark şudur: Enes İbni Malik (ra) şöyle dedi. “Siz kıl kadar bile önemsemediğiniz birtakım işler yapıyorsunuz ki biz onları Rasûlüllah sallallahu sellemin zamanında helak edecek büyük hatalardan sayardık.” (Sahih-i Buhari, Rikak: 32)
Yazar: Mustafa Çelik |
25-12-24 |
||
E mail: yeniakit.com | Tweet | ||