ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : EDEBİYAT / YAZI VE YAZMAK ÜZERİNE
Okunma Sayısı: 5484
Yazar: Ahmet Selim
YAZMAK, OKUMAK ÜZERİNE

Düşünce eğitimi yazma eğitiminden ayrılmaz. Yazma eğitimi almamış ve yazar olmasa bile yazmaya aşinalık kazanmamış bir insan; okumayı da sevmez. Ciddi okuyucunun mutlaka bir yazarlık aşinalığı vardı.

Nurullah Ataç’ın bir resmini gördüm. Yere bağdaş kurmuş. Önündeki yastığın üstünde bir daktilo var. İki büklüm vaziyette tuşlara basmaya çalışıyor. Dudağında da piposu… İnsan iki saat öyle durursa, ayağa kalkarken belini zor doğrultur. Bir yanda bel ağrısı, ağzında duman acısı; yazısı bittiğinde böyle olacağı besbelli…

“Acaba bu yazarlık sıhhate aykırı bir şey mi?” diye insanın düşünesi geliyor! O resme bakınca, Nurullah Ataç’a acıdım doğrusu!

Bir masada mümkün olduğu kadar dik bir oturuşla yazsa, daha iyi. Ama öylesi çok rutin bir pozisyon ve can sıkıcı bir havası var. Almış yastığı yere koymuş, şeklen daha rahat, aslen değilse de. İnsan zihni konsantrasyon sırasında bedenî bir mecburiyet ve tedirginlik hissetmek istemez. Onu o pozisyona sevk eden ihtiyaç da bu. Ünlü bir yazar yeni yazı çıktığında “Çok ters geliyor. Eskiden dizimin üstünde sağdan sola yazıyordum, bununla olmuyor!” demiş. Hele görev icabı “çok ve boş” şeyler yazmak mecburiyeti söz konusu ise, masada saatlerce dikili durmak tam bir işkence. Bir fiziki mücadele. Tarlayı çapalasan daha az yorulursun!

Tasavvur ettiğim ideal fantezim şu: ben kalemle size serbest  müsvedde hâlinde gönlümce yazayım; sonra onu bir cihaza okuyayım, yazıya çevirsin. Ne mükemmel olurdu. Olacak falan diyorlar ama, olacağı yok.

Telif ederken, yani düşünceyi kalemle ve gönlümce yazarken, yüzlerce sayfa yazsam hiç ağır gelmez. Ama ortaya çıkmış bir metni yeniden yazmak, daha düzgün bir görünüm kazandırmak için yazmak, tam bir maddi bedenî ve de üretim orijinalliği olmayan bir faaliyet, çok da yorucu.

I

İlkokuldayken süslü püslü defter tutmak mecburiyeti vardı. Kızlar sayfa kenarlarına çiçek resmi falan yaparlardı. Ben o defteri hiç yapmadım desem yeridir. Huyumu bildiği için öğretmenlerimiz gülerdi… Önemli olan manadır, neydi bu manasız biçim güzelliği yarışı! Böyle düşünüyordum. Dört cümleyi bir araya getirip yazamayanlar, oturup süslü püslü defter kâtipliği yaparak neyi kazanmış olacaklardı. Güzel okuyup güzel yazmak, bence apayrı bir şeydi ve bu “süslü defter” tutmak işinin hiçbir anlamı, faydası yoktu. Hep direnmiştim.

Bence yazarak çalışmak ve düşünerek yazmak, bilgiyi de zihnî gelişimi de kazanmanın kaçınılmaz yoluydu. Ders dinlerken, sarı defterlerden birini kullanarak not tutardım. Dinlemekle olmaz; tasarrufuna almak onu yazmakla olur. Ama yazdığım notları da benden başka kimse okuyamazdı. Fakat asıl defter işte bu not defteriydi, o süs defteri değil.

İlk defa gazetelere yazı göndermeye karar verdiğimde, önce müsveddeleri hazırlıyor, sonra kitabi bir yazıyla temize çekiyordum. Yüzü gözü de düzgün görünmeliydi ki, daktilo edilmiş olmamasının mahzurunu gidereyim! İlk tanışmalarda yazdığın cevher olsa, kargacık burgacık yazıları kimse dikkate almazdı. Ara sıra bir yanlış yaparsam, jiletle kazıyordum, çirkin görünmesin diye. Rahmetli babacığım, hayretle bakıyor “yürümeye üşenen, koşmaya doyamıyor!” diyordu. Kastettiği, okuldaki süslü defter tembelliğimdi ve çok haklıydı. Bir gün bir genel yayın müdürü, “Allah aşkına o kadar düzgün ve itinalı yazma yahu. Kahroluyorum. Biz o yazıları, dizdirdikten sonra çöpe atıyoruz. Okunabilsin yeter” demişti. Şimdi artık öyle yapıyorum! Hele Aksiyon’daki yazılarımla ilgili öyle keyifli bir durum var ki büyük haz duyuyorum. Yazımı çok serbest yazılmış hâliyle yolluyorum arkadaşlar dijital ortama aktararak tashih için bana mail ile gönderiyorlar. Ben de bilgisayardan bir güzel rötuşlayıp iade ediyorum… Böyle bir düzen ile roman hacmi bile mesele olmaktan çıkar. Bu kolaylığı sağlayan kardeşlerime çok minnettarım… Ben çalakalem yazayım, dijitale aktarıp bana iade etsinler; son şeklini bilgisayarda yine ben vereyim. Bundan güzeli olur mu? Böyle bir imkân söz konusu olsaydı, Nurullah Ataç bayram yapar daktilo ile yerde boğuşma işkencesinden kurtulurdu. Nereden, nereye?

… Pijamalarıyla bağdaş kurup iki büklüm yazı yazmaya çalışan Nurullah Ataç’ın hâli nedense beni duygulandırdı. Ağzında takılı duran piposu da öyle… Bedeni anormal şartlara sokunca, ona (yani bedenî varlığa) bir de anormal meşguliyet bulma ihtiyacının ifadesi bu! Zırıldayan çocuğa emzik vererek susturmak gibi bir şey! “Oran ağrır, şuran ağrır. Ben seni şimdi rahat ettiremem, bu iki büklüm duruşları sürdürmek zorundayım. Al şunu da sus” demeye benziyor.

Ataç’ı hiç sevmem ama, o fotoğrafı bende dramatik bir sempati uyandırdı.

İnsan yazarken, düşünürken, ibadetle meşgul olurken, bedenî sıkıntıların veya zaafların tacizini hissetmek istemez. Çünkü o tacizler zihnin ve ruhun konsantrasyonuna engel olur. Beden sağlığının bu konuda ayrı bir önemi ve değeri vardır. Son zamanlarında babama şöyle demiştim: “Babacığım oturarak namaz kıl. Görüyorum; vücudun sallanıyor, kalp atışlarını damarlarından fark ediyorum. Nefesin muntazam değil... Oturarak kılarsan, namazın da daha verimli olur.” Önce dinlemek istememiş, ama sonradan memnuniyetini ifade etmiş ve “iyi ki söyledin” demiştir.

Aslında zihnî-ruhî konsantrasyonun, bedenî sağlık dengesini çeşitli biçimlerde etkilemesi de söz konusudur. Ben bazı yazılarımda yüreğimin yorulduğunu hissederim. İmam-ı Rabbani’nin “çok yazmak melal verir, burada kesiyorum şimdilik” mealindeki cümlesini okuyunca çok etkilenmiştim. Çok yazmanın melal vermesi, çok düşündürücü geldi bana. Ne demek istiyordu? Acaba şöyle mi düşünmek gerekirdi… Yazarken içinden geçenler, yazıya döktüklerinden elbette ki çok fazlasıydı. Hasretleri bir başka türlü canlanıyor, duyguları bir başka türlü coşuyordu… Hem onları dengelemek, hem “sahv”ın şartlarına uygunluktan uzaklaşmamak; ve buna benzer deruni hareketlenmeler, med-cezirler, hele onun için, çok özel etkilenmeler meydana getiriyordu… Melal, bu etkilenmelerin renklerinden biriydi…

Yazmanın ayrı özel bir yoruculuğu var. Konuşmak öyle değildir. Yazmak, düşüncenin asli alanına doğrudan girmek anlamına gelir. Herkes konuşur ama, yazmayı herkes göze almaz. Yazmanın çekindirici bir tarafı bu sebeple var. (Tabii ki havâiyat yazmak, yazmak değildir ve bahsimizin dışındadır.)

Düşünce eğitimi yazma eğitiminden ayrılmaz. Yazma eğitimi almamış ve yazar olmasa bile yazmaya aşinalık kazanmamış bir insan; okumayı da sevmez. Ciddi okuyucunun mutlaka bir yazarlık aşinalığı vardır.

Bazı insanlar sürekli konuşarak her konuda düşünce beyan etmeyi çok sever. Ama eline kalemi verip “yazıver şunları” desen çakılıp kalırlar. Çünkü düşünmenin gerçek varlığı, yazmaya çalışırken ortaya çıkar. Düşünmeden konuşulur ama düşünmeden yazılmaz. “Hatta okumanın verimli olması için de, yazar gibi okumak lazım” dersem, belki yadırganacaktır. Açmaya çalışayım: Okuduklarınızda ayrı bir güzellik taşıyan cümleleri, onlara nazaran sönük kalmış olanları ve buna benzer yazma özelliklerini fark edebiliyorsanız, kendinizi yazar yerine koyabiliyorsanız, asıl verimli okuma odur işte.

Geçen gün, büyük bir ödül almış bir yazarın güya İstanbul’u anlatan kitabını okurken şöyle bir cümleye rastladım: “Mutluluk anlarımda, kendi varlığımı değil, dünyanın iyi güzel hoş güneşli olduğunu hissederdim.” (25)

Ne demek istiyor? Kendi varlığını hissetmezmiş de diğerlerini mi hissedermiş? Ne tuhaf bir cümle. Ve tuhaf cümleler kurmak o yazarın başlıca özelliği. Peki bu yazarı okuyanlar, bunları görmeden fark etmeden nasıl okuyor? Buna “okuma” denir mi?

II

Okumak bir filmde bir oyunda rol almak gibidir, bakıp seyretmek değildir. Yarı yazmaktır okumak; yazma eğitimi vermezseniz düşünme ve okuma eğitimi de veremezsiniz.

Biraz yazar olmadan doğru dürüst okuyucu olunamaz ve yazmak için de neşretme imkânının ve niyetinin varlığı şart değil. Bizim lisedeyken üniversitedeyken yazdığımız bir sürü şey vardı defterlerimizde. Düşünerek yazılır ama, aynı zamanda yazarak düşünülür. Okuyarak ve yazarak… Bir “okuma ve yazma beraberliği” olmadan, düşünce üretilemez; düşünerek yaşanılamaz. Lakin bizim eğitimimizin böyle bir meselesi yok. Bizde okul, neyi nasıl okuyacağını ve yazacağını bilmeyen “okur-yazar”lar yetiştirir. Okuyarak, yazarak, düşünerek yaşamanın eğitimini vermez. Ve işte bu durum, istisnai ilgilerle yürüyen okuma yazma faaliyetlerini hüzünlü, firaklı, kahırlı bir hâle getirir. Yazmanın gerçek mahiyetindeki o “melal” işaretini anlayacak hâlde değiliz biz; bizim, daha yolculuğun başında karşımıza çıkan bir sürü engelimiz çengelimiz “munzam” meselemiz var.

Dedikodu, hakaret, gevezelik, küfür-kavga yazıları yazmak yazarlık değil; sıradan okumak da okuyuculuk değil elbette. Hiçbir edebî-fikrî-ilmî sorumluluk ilgisi ve duygusu taşımayan yazmaların da okumaların da sahihliği yok. Bir boşluğun masum işgalcileridir onlar ve onların değil asıl o boşluğu bırakanların, bilerek koruyanların, özellikle sürdürenlerin eleştirilmesi, kınanması gerekir. Yolları öyle döşüyorlar, ışıkları öyle yerleştiriyorlar, trafiği öyle ayarlıyor ki böyle bir düzen kendiliğinden oluşuyor. Tabii gelişmeyi özgür bırakmak onların en büyük korkusudur ve belli bir anormalleştirme sapması onların vazgeçilmezidir.

Mesela o Nurullah Ataç’ın “veli, uğradığı gadrin sadece azabını değil hicabını da duyar” gibi bir büyük sözü aktarmışlığı da vardır… Bölükbaşı’nın “dün kavga ettiklerimi bile bugün özlüyorum” demesi gibi, Türkçe’ye verdiği zararlara rağmen “yazardı Ataç” diyebiliyorum; sözünü ettiğim resmine bakarken.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Ahmet Selim
23-11-11
E mail: aksiyon.com.tr
 
 
Yorumlar: 1
İbrahim Hoca
Okur -yazar olmak, ama nasıl?
Tarih : 24-11-11

"Bizde okul, neyi nasıl okuyacağını ve yazacağını bilmeyen "okur-yazar"lar yetiştirir. Okuyarak, yazarak, düşünerek yaşamanın eğitimini vermez"(A.Selim). Ben bir öğretmenim. Durum aynen böyle. Ne bir noksan, ne bir fazla. Okulda çocoğu olanlar: Çocuğunuzun eğitimini sadece okula havale etmeyin. Yazara en derin selam ve muhabbetlerimle...

 
YAZMAK, OKUMAK ÜZERİNE
Online Kişi: 17
Bu Gün: 345 || Bu Ay: 6.335 || Toplam Ziyaretçi: 2.215.445 || Toplam Tıklanma: 52.119.287