ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / MÜLÂKÂT
Okunma Sayısı: 2723
Yazar: Mehmet Öztunç
MEHMET ÖZBEK: Cinselliği, müziğin önünde olmayan kaç popçu var?

Türk halk müziğinin usta yorumcusu, müzikolog Mehmet Özbek, uzun süren sessizliğine Zaman için son verdi. “Türkü zevkinden yoksun kalan kişi, çok şeyden yoksundur.” diyen Özbek, günümüzde dinleyicinin dikkatinin müzikle değil, cinsellikle çekildiğini söylüyor.

“Türküleri sevmek kolaydır, ama gerekli kültür birikimine sahip olmadan onları anlamak asla…” diyorsunuz ama insan sizin hayatınıza bakınca, bir üçüncü unsuru belki de hepsinin üstünde bir değeri, “aşkı” görüyor. Kanımca siz aşkla bağlısınız, yanılıyor muyum?

Boşuna “aşk olmazsa meşk olmaz” dememişler. Mevlânâ, insan toprağının aşk şebnemiyle karıştırılmış olduğunu söyler. Bu gözyaşıdır aslında. Ruhumuzun temeli aşktır. Gerçek hayat sevmeyle başlar. Sevgisiz hayat boştur. Aşk insanı birliğe, beraberliğe götürür. Ünlü Fransız realist yazar Stendhal: "Aşk, coşku, tutku olduktan sonra insan hiç sarsılmaz, bunlar olmayınca hayat neye yarar" der. Hal böyleyken türkülere nasıl âşık olmazsınız. Bu müziğe âşık olabilmek için o kadar çok sebep var ki. Bir defa Türk müziğinin esasını türküler oluşturur. Türküler kültürümüzün en insancıl ve en öznel parçasıdır. Sevginin, aşkın her çeşidi en güzel, en samimi ve en yürekli bir biçimde türkülerde sergilenmiştir.

Canım esirgemem billahi senden
Götür sat pazarda kölem var deyi   (Pir Sultan Abdal)


     Aşkın temeli olan fedakârlık halk diliyle ancak bu kadar güzel anlatılabilir. Var mı bundan ötesi. Türkülerde dilimiz, tarihimiz, geleneğimiz, her şeyiyle yaşama biçimimiz vardır. Türkü zevkinden yoksun kalan kişi, ruh yönünden çok şeyden yoksundur diye düşünmekteyim. Kişinin soylu bir türkü zevkine sahip olmaması, bana göre eşsiz bir ruh zenginliğinden nasibini almamış olması demektir. Bunu her yerde önemle belirtiyorum. Bir ömrü büyük bir aşkla türkülere hasretmeye karar vermiştim. Öylece de gidiyor.

Bir sanat, bilim dalının kılcallarına inmek beraberinde başka türlü körlükleri de getirebilir. Siz sahada bir derlemeci kimliğinizle 300 türkü derlerken bir taraftan da TRT orkestrasında “tar, kaval, zurna, tulum” gibi çalgıları ilk defa bir orkestra disiplini içinde kullanarak Türk halk müziğinin kapanmış, tükenmiş bir saha değil, diri ve canlı bir alan olduğunu da gösterdiniz. Müziğin bu parçalı yapılarında yol almanın ne türlü bedelleri, zahmetleri oldu?

Gelenekle, geleneğe ilişkin konularla uğraşmanın çok zor bir iş olduğunu belirtmeliyim öncelikle. Tabu haline gelmiş bir düzeni değiştirmek yürek ve kabiliyet ister. Ancak bunun arkasında bilgi ve birikim olmadığı takdirde başarılı olunamaz. İstanbul Radyosu'na stajyer sanatçı olarak girdiğim 1966 yılında, Türkiye radyolarında o zengin halk çalgıları çeşitlerimizden sadece bağlama ailesi (divan, tambura, cura) çalgıları ve mey (nefesli halk çalgısı) vardı. İstanbul Radyosu'nda mey sanatçısı rahmetli Binali Selman “Yurttan Sesler” programlarının sonunda bazen davul eşliğinde özgürce bir bar ya da halay çalar; Ankara Radyosu'nda bağlama sanatçısı rahmetli Emin Aldemir, gönlü istediği zaman stüdyoya kabak kemanesiyle gelerek programa renk katar; İzmir Radyosu'nda Salih Urhan kemanesiyle Ege havalarına bir başka zenginlik kazandırırdı. 1977 yılında Ankara Televizyonu'nda Erşan Başbuğ ve Âdem Gürses'in yönettiği, içeriğini hazırladığım ve Cemile Kutgün'le birlikte sunduğumuz “Yurdun Sesi” adlı TV programında ilk defa o güne kadar göz ardı edilmiş çalgılarımızdan kaval, tar, sipsi, tulum, zurna, kemane gibi çalgıları, özelliklerini ortaya koyarak, örnekler vererek geniş kitlelere tanıtmaya çalıştık. Bu çalgılardan oluşturduğumuz çalgı topluluğumuzla, bir orkestra disiplini içinde halk ezgilerimizi seslendirdik. Program 60 dakika olarak kararlaştırılmıştı. Kayıt o kadar renkli ve heyecanlı geçiyordu ki, biz farkında olmadan 75 dakikayı bulmuştuk. Kaydı izleyen ve beğenisini gizleyemeyen TV Daire Başkanı, programın olduğu gibi yayınlanması emrini verdi. Program TRT yönetiminden olduğu gibi, halktan da büyük ilgi gördü. İlk tepkiyi ise rahmetli hocam Nida Tüfekçi'den aldım. “Derule” türküsünde tulum ve bağlama ailesi çalgılarını birlikte kullanmıştım. “Ne zamandan beri Karadeniz'de tulum ve bağlama birlikte çalınıyor ağa” diye serzenişte bulundu. Hocam “Karadeniz ve Ege türkülerini de senelerdir bağlamalar ve mey eşliğinde seslendiriyorsunuz. O yörelerde de mey yok.” dediğimde, “O başka. Muzaffer hocadan beri o öyle geliyor.” diye cevap vermişti. Sanatçı arkadaşlarımızdan, sanatçı ağabeylerimizden, bu işle uğraşan bazı amatörlerden tenkitler almadık değil. Tabii ki takdirler yanında tenkitler çok cılız ve falso kaldı. Bu tür tenkitlerin nelerden kaynaklandığını hepimiz biliriz. Ondan sonra açılan TRT kadrolarında, işte o güne kadar göz ardı edilmiş çeşitli halk çalgılarına yer verilmeye başlandı. Bugün gerek radyo ve televizyonlarda gerekse sahnelerde bu çalgıları üst seviyede çalan sanatçıları görüyoruz. Bağlama bizim en eski ve en köklü çalgımız. Ama diğerleri de halkın duygusunu terennümde yüzyıllardır kullanılmış ve çoğu kendi el yapımı olan çalgılardır. Biriyle hasreti, yalnızlığı; diğeriyle sevinci, coşkuyu; bir diğeriyle yiğitliği, mertliği, haykırışı daha güzel ve daha koyu bir biçimde ifade edebiliriz. Hâsılı uzak yollar, ulu menziller bu işler.

Halk müziğimizin genel anlamda Batı'da disipline edilmiş yöntemlerle akademik alana taşındığını biliyoruz. Halk müziği üzerine sekiz kitap yazdınız. Bu çalışmaları yürütürken daha kendimize özgü bir akademik müzik disiplini ihtiyacı hissettiniz mi? Bu alanda ne gibi eksiklikler söz konusu?

Bir defa Türkiye'de müzik terimleri konusunda büyük bir karmaşa, Türk halk müziğinin tanımı noktasında büyük bir yanılgı yaşanmaktadır. Öncelikle “halk müziği” ve “halk türküsü” kavramları bu alanın mensupları tarafından bile iyice anlaşılmamaktadır. “Halk türküsü”, “halk müziği”nin kapsamı içinde bir ünitedir. Türkü özelliği taşıyan her ezgi “halk müziğidir” ama “halk türküsü” değildir. Türküler başlangıçta bir kişinin ortaya koyduğu; dilden dile dolaşırken değişikliğe uğrayarak zaman içinde kişisel izlerin silinmesi sonucu ortak özellik taşıyan ezgili ve biçimli sözlerdir. Böylece oluşan türküye “halk türküsü” diyebiliriz. Özgünlüğünü koruyup ilk şeklini devam ettiren sahibi belli türküye de yalnızca “türkü”, Ahmet'in türküsü, Neşet'in türküsü, Sadeddin Kaynak'ın türküsü demeliyiz. Bu konu bugüne kadar hâlâ pek kavranılamamıştır. Daha ismi üzerinde belli bir tanıma ulaşamadığımız bu alanda, tabii ki çok büyük eksikliklerin olduğunu söylemem gerekir. Halk müziğimiz bütün boyutlarıyla iyice bilinmediği müddetçe bunun eğitimde  tam anlamıyla kullanılması da mümkün olmuyor. Bu alanda yeterli yayının olduğunu da söylemek mümkün değil. Türk müziği konservatuvarları belki günümüzde eskiye nazaran çok iyi icracılar yetiştiriyorlar. Görüyoruz, takdirle karşılıyorum, ama üç-beş meraklının dışında halk müziğimizin nazari inceliklerini derinlemesine bilen, onun ruhunu kavramış mezunlarla karşılaştığımı söyleyemem. Gerek TRT Kurumu'nda, gerekse Kültür Bakanlığı devlet korolarında jüri başkanı olarak sınav yapmış ve koro yönetmiş biri olarak tecrübelerim sonucu bunları söylemekteyim. Öğrenciler, Türk müziği nazari bilgileri eksik, artistik sunum yetenekleri zayıf, toplu icra tekniklerinden habersiz ve edebi yönleri çok zayıf olarak yetişmektedirler.

“Kendi türkülerini okumayan milletlere, yabancılar kendi türkülerini okuttururlar.” diyorsunuz. Bu sözünüzden bugünkü müzikle kurulan ilişkide (özellikle gençler) cebri bir durumun olduğunu mu anlamalıyız?

Özetle kültür emperyalizmini kastediyorum. Görsel medya insafsız, korkusuz, zalim ve vicdansız bir silah. Şüphesiz bizim de gelişimi boyunca popüler, caz ve halk müzikleri ile ilişkileri olan, ama bunlardan ayırt edilebilir özellikleri bulunan bir pop müziğimiz olmalıdır. Doğar, yaşar, yaşatır, düşündürür, eğlendirir, kaybolup gider. Bugün artık büyük şehirlerimizde pop müziğinin özellikle gençler arasında en yaygın eğlence müziği olduğunu inkâr edemeyiz. Tabii ki bu müziğin de güzel şarkıları, güzel sesleri vardır. Bunların söylediği şarkılarda, insanlar kendi acılarının, dile getiremedikleri umut ve hayallerinin seslenişini bulacaklardır. Ama nerede!.. Pop müzik bugün sözü ve müziğiyle seviye kaybetmiştir. Müzikte besteleyen, söyleyen ve dinleyen arasında bir bağ olmalıdır ki, müzik görevini yapsın. Bu bağın giderek koptuğu, dinleyici dikkatinin müzikle değil, cinsel görüntülerle çekilmesi yaygınlık kazanan bir uygulama olmuştur. Cinselliği müziğin ve sözün önünde olmayan kaç pop müzik sanatçısı gösterebilirsiniz? Klipleri izliyorsunuz televizyonlarda. Çıplak denecek derecede dekoltesi olan sanatçı için “…yine yürekleri hoplattı” tabirini kullanıyor sunucu ya da köşe yazarı. Aslında toplumun çoğunluğunun yüreğini hoplatan, giderek yozlaşmakta olan ahlaki değerlerimiz. Başlangıçta masumane bir anlayışla ortaya çıkan pop müziğimiz, duygusal örneklerle toplumun sevgisini kazanarak yoluna devam ederken, sonradan artistik değerleri hiçe sayan şarkıcılar ekranda boy göstermeye başladılar. Bu müzik, paranın ve malın birinci plana alındığı bir düşüncenin, bir toplumun malı oldu. Alnının teriyle para kazanan kaç kişi, kaç Anadolu genci pop müzik konserlerine gidebilir? Bilgi, kültür ve haysiyetin son plana itildiği ülkede milli değerlere sahip çıkma içgüdüsü de zayıflar. İşte o zaman sana ait olup kullanmadığın değerlerin yerine, yabancılar kendi çıkarları doğrultusunda kendi değerlerini yerleştirirler. Demek istediğim budur.

Halk müziğinin daha çok taşraya, kır kültürüne ait olduğuna ilişkin bir kanı var. Türkiye'nin köyden kentte doğru evrilen bir toplum olduğu düşünüldüğünde halk müziği kentli toplum içinde nasıl bir karşılık bulacak?

Halk müziğinin daha çok taşraya, kır kültürüne ait olduğuna ilişkin kanı, yanlış, tutarsız ve beylik bir hükümdür. “Bu müzik, uçsuz bucaksız taşra ve kır kültüründen esinlendiği için çok zengindir” denilecek yerde gafletle öyle denilmektedir bence. Bugün türkü üretenlerin çoğu medyaya yakın olmak için büyük şehirlerde yaşamakta, türkülerinde kent kültürünü de işlemektedirler. Kentli toplumun kültürlü kesiminde halk müziğinden zevk almayan kimsenin olduğunu görmedim, olacağını da tahmin edemiyorum. Ancak şunu önemle belirtmeliyim ki, burada sözünü ettiğimiz halk müziği, televizyonlarımızda sabah akşam çalınan, söylenen yoz ve seviyesiz şeyler değil tabii. İki uç örnek vereceğim. Âşık Veysel'i ya da Ruhi Su'yu dinleyip de bundan zevk almayan var mıdır? Aynı ruh, farklı ifade tarzı. Veysel'in: “Uzun ince bir yoldayım”, “Güzelliğin on para etmez” deyişlerini, Ruhi Su'nun “Köroğlu” yorumlamasını yalnızca kır kültürüne bağlayamayız. Kiliminden yemeklerine, giyim kuşamından edebiyatına halk kültürünün itibar görmediği bir ortamı düşünebilir misiniz? Bağlama çalan çeşitli alanlardan öğretim üyeleri, türküleri taş plaklar döneminden toplayarak arşivleyen büyükşehir belediye başkanları tanıdım. Şurası doğrudur ki; kültürden pek nasibini almamış kesimin soylu bir halk türküsünü anlayıp da bundan zevk alacağını zannetmiyorum. Emsalsiz konu, tema, motif ve dil zenginliğine sahip olan türküleri benimsemeyenler kusuru kendi özlerinde aramalıdırlar. Bir kitabımda: “Türküleri sevmek kolaydır, ama gerekli kültür birikimine sahip olmadan onları anlamak asla…” demiştim. Evet, bir kişinin, Diyarbakırlı Celâl Güzelses'in bundan 60 sene önce okuduğu ve toplumun büyük zevk aldığı:

Ben şehîd-i bâdeyem dostlar demim yâd eyleyin

Kabrimi meyhâne enkazıyle bünyâd eyleyin                                     

gazelini anlayabilmesi, için Arapça ve Farsça kelimelerin sözlük, “şehîd-i bade” ve “meyhane” gibi kelimelerin de mecazi anlamlarını bilmesi gerekir. Bunun için de tasavvuftan haberdar olmalıdır. Hadi bu biraz divan şiiri tarzında diyelim. Ama hiç olmazsa rahmetli Bayram Aracı kadar edebi sanatlardan anlamalıdır ki:

Bülbüle su verdim altın tasınan / Çok günler geçirdim kara yasınan         

Ben seni sevmiştim bir havasınan / Başın pınar ayakların göl olsun

dörtlüğündeki son dizenin aslında kısaca: “Bastığın yerde göl oluşacak kadar çok ağla” anlamında bir beddua olduğunu sezebilsin.

Halk müziğimiz kültürel anlamda katışıksız, saf bir müzik midir, yoksa diğer kültürlerden hatta müzik türlerinden etkilenmiş, onları da etkilemiş bir müzik türü müdür?

Hiçbir kültür tam anlamıyla katışıksız, saf değildir. Tıpkı toplumlar gibi. Ama yine de müzik türleri içinde en saf olanı halk müziğidir. Bu saflığın ana sebeplerinden biri kaynağın henüz tükenmemiş olması ve her gün yeni bir yönünün ortaya çıkmasıyla yine o saflık oranı yüksek kalmaktadır. Gerek repertuar gerekse çalgı, çalım tekniği bakımından son derece özgün ve orijinal yönlerine şahit oluyoruz her geçen gün. Sınır boylarındaki halkın komşu ülke halkı müzikleriyle zaman zaman ortak karakter gösterdiği bir gerçektir. O yöre halklarının geçmişte aynı ülkenin, Osmanlı Devleti'nin milleti olduklarını unutmamak lâzım. Sanat müziği dedikleri az çok okumuş, şehirli kesimin müziğini üreten bestecilerin, halk müziğinden esinlendiklerini söylemek yerinde olur. Bu yolda en başarılı besteci rahmetli Saddettin Kaynak'tı. Türk müziğini derinlemesine bilen usta bestecinin türkü tadında bestelediği eserleri bugün de Anadolu'da büyük bir zevkle çalınıp söylenmektedir. Eskiden şarkılar dört dizeli sözlerle bestelenirdi. Ve çok defa ikinci ve dördüncü dizeleri aynıydı. Son otuz yıldır bu alanın bestecileri söz olarak çoğunlukla halk şiirinin koşma biçimini kullanmaktadırlar. Olması gereken de budur bence.

Şanlıurfalı olduğunuzu biliyorum. Oradaki kültürel havayı yakinen soludunuz. Sanatsal toplumsal dokuyu öğrenmek adına Türk ve Kürt halk müzikleri arasındaki geçişkenlik, etkileşim ne düzeydedir?

Urfa ili etnik yapısı itibarıyla diğer illere göre farklılık gösterir. İl halkının çoğunluğunu, Oğuz boyunun Bozok kolundan Döğer, Beydilli (Badıllı) ve Avşar; Üçok kolundan Bayındır ve Salur boylarına mensup çeşitli Türkmen oymakları oluşturur. Bunlar: Karakeçili, Bucak, Beydilli (Badıllı), Döger, İzol, Karakoyunlu, Karahan ve Kacar aşiretleridir. Özbeöz Türk olan bu aşiretlerden bazıları zamanla asimile olarak bugün Kürtçe konuşmaktadırlar. Ayrıca ilin güney kesiminde Suriye sınırına yakın Arapça konuşan Türkler de vardır. Türkmen, Kürt, Arap toplumları, dil dışında ortak bir kültüre sahiptirler Urfa'da. Kürt ve Arapların daha çok kırsal kesim mensubu olmaları dolayısıyla daha sade, kır hayatına ait, bazısı içli, bazısı oldukça neşeli havaları vardır. Kürtlerin “lavik”, “delal”; Arapların ise “ataba” dedikleri oldukça hüzünlü ezgileri vardır ki, Türkmenlerin uzun havaları gibidir. Birinde oluşturulan bir türkünün diğerinde orijinal diliyle ya da kendi dillerinde söylenmesi Urfa'da tabii bir olgudur. Çoğunluğu Türkmenlerden oluşan şehir halkının geçmişe dayanan yüksek bir müzik ve edebiyat birikimi vardır. Divan edebiyatı ve klasik Türk müziği ürünleri de şehir halkının zevkleri arasında yer alır. Yaşadığı devirde İstanbul'u makarr-ı irfân, metâf-ı büldân yapan ünlü şair Nabi'nin Urfalı olduğunu belirtirsek bu söylediklerimizde haklı olduğumuz görülür. Urfa, 93 harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus harbi sırasında Erzurum, Kars, Van, Muş, Ağrı civarlarından çok sayıda göç almıştır. Çeşitli zamanlarda Kerkük ve Harput'tan (Elazığ'dan) göçerek Urfa'ya yerleşen ailelerin de var olduğu bilinmektedir. Bu kesimlerin taşıdığı kültürün de Urfa kültürünün oluşmasında etkileri vardır.
...

Mülâkâtın devamını okumak için tıklayınız.

Yazar: Mehmet Öztunç
21-05-13
E mail: zaman.com.tr
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
MEHMET ÖZBEK: Cinselliği, müziğin önünde olmayan kaç popçu var?
Online Kişi: 28
Bu Gün: 346 || Bu Ay: 4.900 || Toplam Ziyaretçi: 2.212.881 || Toplam Tıklanma: 52.084.665