ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / ŞU GİDENLER (Tasavvuf Büyüklerinden Levhalar)
Okunma Sayısı: 5379
Yazar: Ali Ramazan Sönmez
FÂTİH'İN MÂNEVÎ DESTEĞİ: HÂCE UBEYDULLAH-İ AHRÂR HAZRETLERİ

Fatih'in gizli destekçisi: Hace Ubeydullah

Fâtih'in gizli destekçisi: Hâce Ubeydullah

 

Ubeydullâh-ı Ahrârî Hazretleri Fatih devrinin kutuplarındandı.

“Gönül almaya vesile olacak bir hizmet, zikir ve murakabeden önce gelir. Bazıları zannederler ki, nafile ibadetlerle uğraşmak hizmetten üstündür. Halbuki gönül feyzi, hizmet mahsulüdür.”

Doğum tarihleri 806 Ramazan/1404 Mart ayına denk geliyor... Anneleri nifastan taharetlenip gusl abdesti alıncaya kadar 40 gün süt emmeyen harika çocuklardan.  Taşkent-Bağistan´da doğuyor.. Çocukken yüzlerinde öyle bir aydınlık, nur ifadesi varmış ki, görenler kendilerine gönül verirler ve istikballeri bakımından dualar ederlermiş. En küçük yaşlarında bile dillerinden «Allah» kelimesi düşmez ve fikirleri hep Allah ile olurmuş.

Nakşi meşayıhının muammerininden olan Ubeydullah-ı Ahrarî Hazretleri, Hz. Ömer neslindendi. Temel ilimleri Taşkent'te okuyor. Sonra  Semerkant´a geçiyor. Uluğ Bey medresesinde Nizameddin Hamüş'un talebesi oluyor. Fakat bâtınî yönelişleri zahirî tahsile mâni oluyor. Bu yüzden «Hâcegân» azizlerinin sohbetlerinden çıkmıyor. 24 yaşında Herat´a gidiyorlar... Beş yıl kadar da Herat şeyhleriyle sohbet edip 29 yaşlarında aslî vatanlarına dönüyorlar. Nihayet Çiganyan'da Yakub Çerhî' Hazretlerine ulaştı, ona bende oldu, emaneti ondan aldı. Şahsî kabiliyeti ve daha önce görüştüğü şeyhlerden aldığı feyz sayesinde Ya'kub-ı Çerhî k.s.’nin yanında kısa zamanda seyr-ü sulükunu tamamladı, şeyhinin iltifat ve sevgisine mazhar oldu. Muhtelif kesimlerinden pek çok mürid ve halife yetiştirdi. Helâl rızk elde etmek için ziraat işleri  ile uğraştı. Az zamanda Allah, mahsullerine öyle bereket verdi ki, idaresinden âciz kalıp yerlerine vekil tayin etti.

Aşağıda, kendi ifadeleriyle bir manevi yolculuk ustasının seyahat sırlarına dair bazı işaretleri bir araya getirilmiştir. Burada, işin sırrının uzun yıllar büyük üniversiteler okumak, kitaplar devirmekten öte bir eğitim yönteminden bahsediliyor: Hizmet! Hizmet, manevi yolculuk dalgıçlarının levazımatından. Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri k.s. Hz. Şiblî´yi manevi yolculuğa kabul edebilmek için eline şöyle bir reçete verdiği biliniyor:

“Yedi yıl ticaret ve kazanç! Bu yedi yıllık kazanç, Şiblî´nin o güne kadar işlediği zulümlere karşı sadaka olarak dağıtılacaktı. Ondan sonra yedi yıl tuvalet temizliği vazifesini yükledi. Ancak ondan sonra kendisine tarikat ve riyazet tâlim etmeğe başladı.”

Aşağıdaki içe yolculuk yöntemlerinin, günümüzün, yükselmeyi sadece dünyevi alanda ve resmi tahsilden ibaret gören anlayışı için ibret-âmiz olacağını ümid ediyoruz:

Kendileri anlatıyor: “Mektebe gider, gelirdim. Gönlüm daima Allah ileydi. Herkesi de benim gibi sanırdım. Soğuk bir kış günü kırdan geçerken ayağım çamura battı. Onu kurtarmaya çalışırken eteğimi de kaptırdım. O sırada bana bir gaflet çöktü. Bu işle uğraşırken Allah’ı anmaktan uzaklaştığım hissine kapıldım. Karşıda köylü bir genç çift sürüyordu. «Bak, bu genç bunca eziyet içinde Allah’ı düşünüyor da, sen, ayağını çamurdan kurtarmak gibi küçük bir uğraşma yüzünden onu nasıl unutuyorsun?» diye kendime çattım ve hüngür hüngür ağlamaya başladım. Ben o zaman herkesi kendim gibi sanıyor ve her an Allah´ı anmakta biliyordum. Bulûğ yaşına erinceye kadar Allah´tan gafiller bulunduğunu anlayamamıştım. Zannediyordum ki, Allah, herkesi, kendisini düşünmek için yaratmıştır. Sonradan anladım ki, Allah´tan gafil olmamak, yalnız bazı kullara mahsus ilâhî bir inayet imiş. Ancak riyazet ve nefs mücahedesiyle elde edilebilir, hattâ bazılarınca bununla bile elde edilemez bir keyfiyetmiş.”

Hoca hazretlerinin yeğenleri Hoca İshak anlatıyor: “Ben ve öbür çocuklar oyun oynarken Hoca hazretlerine aramıza katılmaları için, ne kadar ısrar göstersek gösterelim, kabul ettiremezdik. Oynar gibi görünüp bir kenarda dururlar ve kendi hâllerinde olurlardı.”

Kendileri anlatıyor: “Çocukluğumda rüyada gördüm ki, şeyh Ebubekir Şâşî hazretlerinin mezarı yanındayım. Ve mezarın eşiğinde îsa peygamber.. Hemen ayaklarına düştüm. Elleriyle başımı kaldırıp buyurdular : «Gam çekme! Seni ben terbiye edeceğim!» Rüyayı anlattığım insanlar onu tıp ilmiyle tefsir ettiler. Yani bana tıp ilminden bir nasip olacağını söylediler. Ben bu tâbire razı değildim. Benim tâbirim şuydu : Mademki Isa Peygamber bu fakirin terbiyesini üzerlerine aldılar, demek bana ölü kalbleri ihya sıfatı verilecekti. Nitekim kısa bir zaman sonra Allah bana öyle bir halet ve kuvvet bahşetti ki, bende o mâna, kemâliyle zuhura geldi.

Kendileri anlatıyor: “Hâlimin başlangıcında rüyada kâinatın efendisini gördüm. Gayet yüksek bir dağın eteğinde sahabîleriyle topluluk hâlinde bulunuyorlardı. Beni görünce elleriyle işaret edip yaklaşmamı ihtar ettiler. Ve buyurdular : «Beni bu dağın başına çıkar!» Ben de kendilerini omuzlarıma alıp dağın tepesine çıkardım. Buyurdular : «Ben sende böyle bir kuvvet bulunduğunu biliyordum. Fakat başkaları da görsün ve bilsin diye sana bu işi yaptırdım.»

Kendileri anlatıyor: “Yine hâlimin başlangıcında rüyada Hoca Bahaeddin Nakşibend hazretlerini gördüm. Bâtınımı öyle tasarruf ettiler ki, ayaklarımda mecal kalmadı. Ondan sonra dönüp yürüyüverdiler. Ben de son gücümü sarfederek arkalarından koştum ve yetiştim. Geriye dönüp «mübarek olsun!» buyurdular. Daha sonra Hoca Muhammed Pârsâ hazretlerini de rüyada gördüm. Beni tasarruf etmek istediler, fakat başaramadılar.”

Kendileri anlatıyor: “Bende bir aralık öyle bir istek peydahlandı ki, hacı, hoca, şeyh, mürşid, âlim, fadıl demezdim; kime rastlasam ayağına kapanıp gönül yardımı isterdim.”

Kendileri anlatıyor: “Başlangıç zamanındaydım. Validemin bir tarafta ziraatı vardı. Bana çöl adamı bir Türk ile bir miktar buğday gönderdi. Ben buğdayı anbarlamak üzere meşgul olurken o Türk, çuvallarını alıp gitti. Nereye gittiği, hangi yolu tuttuğu belli değildi. O anda içimde müthiş bir istifham ve ıstırap düğümlendi. Niçin bu basit adamdan himmet istemediğim için kendimi suçlandırdım. Sanki o, kaçırdığım, elden çıkardığım bir fırsattı. Buğdayları kendi hâline bırakarak o Türkün yoluna düştüm. Şehrin yan yolunda kendisine yetiştim. Yalvardım : «Beni gönlünüze alın! Hâlime bir inayet nazarı atın! Belki himmetiniz bereketiyle Allah beni bağışlar, esirger de düğümlü yollarım çözülür!» Adam hayretle yüzüme baktı: «Galiba siz Türk şeyhlerinin sözüyle amel ediyorsunuz! Her kimi görsen Hızır bil, Her geceyi Kadir bil! Ama ben çölde yaşayan bir Türk´üm ki, elimi yüzümü yıkamayı bile" lâyıkiyle bilmem. Senin istediğin şeyden bende ne olabilir?» Yalvarışlarımdan o Türk´te öyle bir teessür doğdu ki, ellerini kaldırıp benim için dua etti. Ben de o duanın bereketiyle bâtınımda fetihler ve inkişaflar gördüm.” Allah’ın hangi duayı ve hangi şartlar altında kabul ettiği bilinmez.

Kendileri anlatıyor: “Hoca Abdülhalik Gucdevânî Hazretleri ve bağlıları, çarşı ve pazarda gezerken halkın ve satıcıların gürültü ve şamataları, kulaklarına zikir gelirmiş. Zikirden başka hiç bir şey işitmezlermiş. Başlangıç demlerinde zikir bana öyle hâkim ve galip olmuştu ki, rüzgârın seslerini ve iniltilerini hep zikir diye işitirdim. Bir gün Semerkant zenginlerinden biri bir düğün yaptı. Bir arkadaşın ricasıyla düğün yerine yakın bir noktaya gitmiştim. Bütün düğün halkının bağırıp çağırmaları ve çalgı sesleri bana zikir gibi geldi. Başka bir şey duymuyor, işitmiyordum. O zamanlar on sekiz yaşlarındaydım.”

Yine kendileri şöyle bir vak’a naklediyor: “Semerkant´ta Mevlânâ Kutbüddin medresesinde bulunan iki üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Marazları arttığından yataklarını murdar ederlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını elimle giydirirdim. Bu hizmetim sık sık olduğu için hastalıkları bana da bulaştı. Ben de yatağa düştüm. Bu hâlimle bile birkaç desti su getirtip hastaların kirlerini yine ben yıkamaya devam ettim.”

Kendileri anlatıyor: “Heri´deyken sabahtan hamama gider ve iyi veya kötü gözetmeden Müslümanlara hamamda hizmet ederdim. Hizmetime karşılık bana ücret vermeğe kalkışan olmasın diye de işimi bitirip hemen çıkardım. Zamanla hamam harareti sebebiyle bünyem ve sıhhatim zedelenmiştir. Bu yüzdendir ki, şimdi hamama asla rağbetim yoktur.”

Ubeydullah-ı  Ahrarî Hazretleri, manevi yolculuğun sırrını şu ifadelerle özetliyor:

Hâcegân tarikatında vaktin icabı neyse ona göre davranılır. Zikir ve murakabe, ancak müslümanlara hizmet edecek bir mevzu olmadığı zaman tatbik edilebilir. Gönül almaya vesile olacak bir hizmet, zikir ve murakabeden önce gelir. Bazıları zannederler ki, nafile ibadetlerle uğraşmak hizmetten üstündür. Halbuki gönül feyzi, hizmet mahsulüdür. Hoca Bahaeddin Nakşibend ve bağlıları eğer kimsenin hizmetini kabul etmemişlerse, bu, hizmet ve tevazuu tercih etmelerindendir. İhsan ediciyi sevmek zaruridir ve muhabbet miktarınca alâka dahi tabiidir. Bu yolun bağlıları kendilerini halkın menfaatine vermişler ve mukabilinde hiçbir şey beklememeği şiar edinmişlerdir.. Ben bu yolu tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayr umduğum herkese hizmet ederim.”

İstanbul'un fethinin mânevî vazîfelilerindendi

Osman Nuri Topbaş’ın Osmanlı Tarihi’nde şöyle bir anektot zikrediliyor:

Ubeydullah-ı Ahrar Hazretlerinin torunu Hace Muhammed Kasım anlatıyor:

"Ubeydullah-ı Ahrar Hazretleri bir gün, öğleden sonra, aniden atının hazırlanmasını istedi ve binip Semerkand'dan süratle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tabi olup takip ettiler. Biraz yol aldıktan sonra, Semerkand'ın dışında Abbas Sahrasına doğru atını hızla sürdü. Mevlana Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha onu takip etti. Bu talebesi, gördüklerini şöyle anlattı: "Hace Ubeydullah Ahrar Hazretleri ile sahraya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu."

Ubeydullah-ı Ahrar Hazretleri daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sordular. O da "Türk sultanı Muhammed Han, kafirlerle harp ediyordu.Benden yardım istedi. Ona yardıma gittim. Allahü Teala'nın izniyle galip geldi, zafer kazanıldı." buyurdu. Hace Muhammed Kasım, babası Hace Abdülhadi'nin şöyle anlattığını nakletmişti: "Bilad-ı Rum'a (Anadolu'ya) gittiğimde, Fatih Sultan Mehmed Han'ın oğlu Sultan Bayezid Han, bana babam Ubeydullah Ahrar'ın şemailini tarif etti ve: "O mübarek zatın beyaz bir atı var mı idi?" diye sordu.

Ben de tarif ettiği bu zatın, babam Ubeydullah Ahrar olduğunu ve beyaz bir atının olup, bazen ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bayezid Han "Babam Fatih Sultan Mehmed Han bana şöyle anlattı: Istanbul'un felhinde muhasarasının en şiddetli bir anında, Şeyh Ubeydullah Hazretlerinin imdadıma yetişmesini istedim. Şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir atın üstünde bir zat hemen yanıma geldi ve bana "Korkma!" buyurdu. Ben de "Nasıl korkmayayım, bir türlü kale düşmüyor." dedim.

Elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm. "İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defa kös vurdur ve orduna hücum emri ver." buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücuma geçti. Böylece düşman hezimete uğradı ve İstanbul'un fethi müyesser oldu."

Rabb-i zülcelâlimiz şefaatlerine nail etsin, bizleri de yüce büyüklerimizin hizmet şuuru ve yüce himmetiyle desteklesin inşallah.

 

ALİ RAMAZAN SÖNMEZ / www.haberkultur.net, 12 Ocak 2010 - 05:41:33

Yazının kaynağı için tıklayınız.

Yazar: Ali Ramazan Sönmez
20-02-10
E mail: Mail Adresi Yok
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
FÂTİH'İN MÂNEVÎ DESTEĞİ: HÂCE UBEYDULLAH-İ AHRÂR HAZRETLERİ
Online Kişi: 21
Bu Gün: 321 || Bu Ay: 6.311 || Toplam Ziyaretçi: 2.215.395 || Toplam Tıklanma: 52.118.874