ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : TÂRİH / TÂRİHİN ARA SOKAKLARI
Okunma Sayısı: 4534
Yazar: Yavuz Bahadıroğlu
SON HALÎFE


Son Halife Abdülmecid Efendi, 1868 Mayıs’ında Dolmabahçe Sarayı’nda dünyaya geldi.

Babası Sultân Abdülaziz, annesi Hayrân-ı Dil Kadınefendi’dir…

18 Kasım 1922’de “Halife” unvanıyla hilâfet makamına oturtuldu. Bildiğiniz gibi bu tabii bir geçiş değildi: Çünkü saltanat kaldırılmış, son Padişah Sultan Vahdettin sürgüne gitmişti.

Halife Abdülmecid, hemen hemen bütün şehzadeler gibi, iyi bir eğitim almıştı. Arapça, Farsça ve Fransızca başta olmak üzere altı yabancı dil biliyordu.

Ayrıca iyi bir hattât ve ressâmdı.

Bizzat kaleme aldığı, on iki ciltlik “Hâtıralar” isimli kitabı yayınlanabilmiş olsaydı, eminim tarihimizin alaca karanlık kuşağında kalmış bir bölümü hakkında bilmediğimiz pek çok şeyi öğrenme şansımız olurdu.

Aslında tarihimizi “doğru” kaynaklardan öğrenme açısından çok şanssız bir milletiz!..
 

Birkaç örnek: İstiklâl Savaşı’mızın önder ve örnek generallerinden Kâzım Karabekir Paşa’nın hatıraları yıllar boyu yasak kapsamında tutulduktan sonra, nihayet yayınlandı, ama yayınlanan bölümü tüm hatırat karşısında ancak “devede kulak”tı. Ayrıca, İstiklâl Savaşı’mızın kahraman generalinin hatıraları, incitici, yorucu ve düşündürücü bir sansüre tabi tutulmuştu.

Sonuç olarak, İstiklal Savaşı’mızı, savaşın dört önderinden (Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Kâzım Karabekir) iki önderin (Mustafa Kemal ve İsmet İnönü) gözüyle gördük daima, diğer ikisinin (Fevzi Çakmak ve Kâzım Karabekir) gözünden de görme şansını bir türlü yakalayamadık.

Ne hikmetse Mareşal Fevzi Çakmak ölümüne kadar sustu, Kâzım Karabekir Paşa ise anılarını kaleme aldı, ancak yıllar boyu kimse yayınlama cesareti gösteremedi. Yayınlanan bölümleri ise yasaklandı. Sonra sansürlendi.

Evet, çok şanssız bir milletiz!..

Yakın tarihin bazı şahitleri sürekli konuşup yazarken, bazıları sus pus oldular! Sus pus olanlara, Atatürk’ün resmi eşi Lâtife Hanım da dahildir. Tıpkı Kâzım Karabekir Paşa gibi o da Atatürk’le ve arkadaşlarıyla yaşadıklarını, “Belki bir gün yayınlanır” umuduyla, günü gününe kaydetmişti. Ne var ki, önce yirmibeş yıl, yirmibeş yıl dolunca da sonsuza kadar yayınlanması yasaklandı. Lâtife Hanım’ın anılarını çelik kasalara koyup kilit üstüne kilit vurdular!.. Böylece “Nutuk”, yakın tarihin tek tanığı oldu.

Saklı tarihe sahip bizden başka bir millet var mı bilmiyorum!

“Son Halife” deyince yine “yasak”larla iç içe “saklı” bir tarih çıkıyor karşımıza: Yine alaca karanlık kuşağında el yordamıyla yürümek zorunda kalıyoruz. Galiba onu “Hilafet” tahtına oturtan irade, saltanatı kaldırırken hilafetin kudretinden yararlanmak istemişti. Millete de “İşte dini önderinize dokunulmadı” mesajı veriliyordu. Gerçekten de İstiklâl Savaşı’mızın en önemli motivasyon kaynağı hilâfetti. Dağıtılan tüm bildirilerde ve yapılan tüm konuşmalarda “Halifeyi kurtarma” misyonu ön plâna çıkıyordu. Yani yıllar boyu süren savaşlardan yorgun düşmüş bir milleti tekrar ayağa kaldırıp zafere ulaştıran motivasyonun kaynağında “Dar’ül Hilâfe” diye de anılan Başkent’in (İstanbul) ve Başkent’de oturan “Halife Hazretleri”nin kurtarılması azmi yatıyordu.
“Kuvvacı”lar (Kuvay-ı Milliye’nin o zamanki halk arasında söyleniş biçimi) söylemi böyleydi. Bu yüzden, zaferin hemen sonrasında, hilafeti saltanatla birlikte kaldırmak, yüreklere ağır gelebilir, hatta istenmeyen durumlar gelişebilirdi.

İş takside bağlandı: Önce saltanat, sonra hilâfet…

Hilâfet lâğv edilir edilmez, gece vakti, Halife Abdülmecid Efendi, İstanbul Polis Müdürü tarafından alelacele Dolmabahçe Sarayı’ndan alınarak Çatalca’ya götürüldü…

04 Mart sabahı yakınları ile birlikte bir trene bindirilip İsviçre’ye sürüldü…

Tren İsviçre’ye vardığında, birden fazla eşi olduğu gerekçesiyle Abdülmecid Efendi’nin ülkeye girmesine izin verilmedi. Sınırda uzun süre bekletildi.

Daha sonra Fransa’ya geçti.

Halife Abdülmecid, sürgün yıllarını, tıpkı “Hânedan”ın diğer üyeleri gibi, sıkıntı ve yokluk içinde geçirdi. Çünkü tüm mal varlığına el konulmuştu.

Sürgün yıllarında padişah gibi davrandı. Cuma namazlarını Paris Camii’nde kılmayı itiyat edinmişti. Evlenen sultan ve şehzadelerin nikâhlarını kıyar, yakışıksız davranışlarda bulunan şehzadeleri hanedandan ihraç ettiğini bildiren tuğralı belgeler hazırlardı.
Kızı Dürrişehvar Sultan’ı ve yeğeni Nilüfer Hanım Sultan’ı Haydarabad Nizamı’nın oğullarıyla evlendirdi.

Mısır’ın Kavalalı prensleriyle evlenmek için oğlu ve torunları yanından ayrılınca yalnızlaştı. Çok acı günler yaşadı.

Nihayet 23 Ağustos 1944 tarihinde Paris’te, kirasını ödeyemediği evde kalp krizi geçirerek fani hayata veda etti.

Vatan toprağına gömülmesini vasiyet etmişti.

Bunu Türkiye’ye bildirdiler. Ancak CHP hükümeti şiddetle reddetti. Bunun üzerine Paris’te geçici bir mezara defnedildi. Orada 10 yıl bekledi. Nihayet Medine’de Harem-i Şerif’e nakledildi. Neticede orası da “vatan toprağı” sayılırdı.

İslâm’ın ilk halifesi Hz. Ebubekir, 102. son halifesi Abdülmecid oldu. “İlk Halife”nin hilafeti 2 sene 3 ay, “Son Halife”nin hilafeti ise 1 yıl 3 ay sürmüştü.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

 

Yazar: Yavuz Bahadıroğlu
08-03-10
E mail: ybahadiroglu@vakit.com.tr
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
SON HALÎFE
Online Kişi: 12
Bu Gün: 454 || Bu Ay: 9.058 || Toplam Ziyaretçi: 2.200.529 || Toplam Tıklanma: 51.935.585