ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : EDEBİYAT / UNUTULMAYANLAR
Okunma Sayısı: 4189
Yazar: Mahmut Bıyıklı
GÜL YAPRAĞINA ŞİİR YAZAN ADAM

Gül yaprağına şiir yazan adam

Bizim nesil Hasan Nail Canat’ı, kendine has mütevazı duruşu, babacan tavırları, yüzünde daim zarif bir nükte gibi taşıdığı tebessümü ve tatlı bir mizah  ve zekâ ışıltısıyla parlayan keskin nazarlarıyla tanıdı. Onu, bir tek nefesini boşa harcamamış adam olarak tanıdı ve sevdi. Her fotoğrafında, çetin ve zorlu bir hayatın içinden yeni çıkmış gibi duruyordu. Hayat rolünü ustalıkla oynaması, iman kaslarının daha da kuvvetlendirmesi dahası gülü incitmeden yaprağına şiir yazmayı öğrenmesi için, sarp dağlara tırmanması, derin sulara dalması, susuz vadilerde konaklaması yazılmıştı; böyle kararlaştırılmıştı. Ömür gülünün yaprağına razılık vezninde bir hayat şiiri nasıl yazılabilirdi; bunu gösterecekti insan kardeşlerine..  Küçük bir çocuk kadar masum, bir pîr-i ekmel kadar derin yaşadı hayatı.

Üzerinden benlik kılıfı alınmış, yerine safiyet samimiyet tülünden bir kostüm giydirilmişti sanki. Belki de her şey o bilinmezliklerle dolu İzmir kaçağı sırasında olmuştu.. Bilinmez! Bilinen o ki  farklı bir şeyler olmuştu. Farklı bir kostüm dokunmuş, farklı bir dekor kurulmuştu. Hasan Nail, belki isminin de güzel tecellisiyle Hasaneyn sırrına çok erken yaşlarda nail olmuştu. Bazı sözler yazılırken niye gözleri yaşarır insanın? Ne soran ne söyleyen daha bilgilidir bu konuda. Gözyaşının sebebi bilinenden çok daha derinlerde yatar çoğu zaman. Bitimsiz bir minnet gibi, ezeli bir tanışıklığın hatırlanması gibi, bu kadar Allâh için olduğun için ey insan Allah senden; o muttaki baban ile o ümmî annen ile, bütün ecdadınla beraber razı olsun der gibi, derin bir yataktan beslenir gözyaşları. Onu biz akıtıyoruz sanırız. Ne de olsa bizim kıta sahanlığımızda cereyan etmektedir hadise. Ama onun bizim dışımızda müstakil bir varlığı vardır aslında.  Bunun için “saçma ey göz..” diye şiirlerle seslenip ince ince dindirmeye çalışırız sızılarını.. Belki kağıt üzerine aktarılanlardan çok daha anlamlı bir sada, şu anda akan gözyaşlarının kucağına sığınmış bulunuyor.

Bir vefa borcu gibi, gül yaprağına yazılmış bir şiire dokunmak hissi.. “Allâh kuşları kanatsız, dostları Canat’sız, milleti sanatsız bırakmasın”… Ne harika dua.. Amin! Amin! Amin! Amin’lere karışan bir söz; kendi kendinize verilen: “Milletimin bağrından kopmuş bütün gül ustalarına bir çardak kurmak! Cennetteki tahtlarına dünya ebadında bir nazire olarak hepsini gönül kevserlerinin etrafında Büyük Resim içindeki yerlerinde ağırlamak.. Uzun yıllar karınca olduğuna inandırılmaya çalışılan, imanını göğsünde muska gibi taşıyan bütün genç ve dinç yürek sahiplerine,  küllerinden yeni Hasan Nail Canatlar doğabilmesi için, Albatrosların destansı hikâyelerini anlatmak! Ve anlatmak başkalarının acılarına ağlayan adamların yürek yangınlarını! Anlatmak ve ağlatmak! Bitimsiz bir tebessümü beraberce paylaşabilmek adına..

Vefatından kısa bir süre önce kendisiyle söyleşmek nasip olmuştu. Hayat binasının mimarlarını   sormuştuk. İnce ince işlemişti sözünü yine. Sakınmamıştı, söylemişti. Onu paylaşacağız sizinle. Ardından kadim dostu, dava arkadaşı, yâr-ı vefadarı Sayın Mustafa Miyasoğlu Beyefendi’den dinleyeceğiz bu zarif, bu narin bu onarıcı yol arkadaşlığının hikâyesini.

Her söyleşi sonrasında bize olanların misliyle size de olmasını diliyoruz. Ümit burcunun yıldızlarından birinin daha hayatınızı ışıtmasına vesile kılınmaya dua ediyoruz.. Sizlerle çoğalmayı, sizlerle sağalmayı niyaz ediyoruz. Bereketi daim, azim ve gayret takviyesi üzerimizde kaim olsun efendim...

Efendim, iç dünyanızın mimarları kimlerdir? Hayatta sığınağınız, limanlarınız kimler oldu?

 “Hepimizin sığındığı insanlar vardır. Herkesten ve her şeyden önce beni evlatlıktan reddetme noktasına kadar gelen babam, benim ilk mimarım hatta iç mimarım. Kendisi Nakşibendi idi. Ve Kur'an hocalığı yapardı. Onun kültüründe tiyatro olmadığı için ilk başta beni reddetti. Ama Hasan Nail Canat’ın oluşmasında ruh dünyamın oluşmasında en büyük etken kendileri oldu. Bunun yanında en az babam kadar  annemin de etkisi oldu. Bakınız, annem elifi görse mertek zannederdi. Hiç bilgisi yoktu. Ümmi idi. Lakin annem cenneti sağ yanında cehennemi sol yanında taşıyormuş gibi güçlü bir imana sahipti. Kendisine bütün mahalle kadınları emanetlerini verir, sözlerini dinlerdi. Annem her bir emaneti yerine koyar. Zamanı gelince teslim ederdi. Annem dürüstlük abidesiydi. Yanında herhangi bir adamın lehine dahi konuşulsa aman dikkat edin, gıybet etmeyin, derdi. Bu abide kadının hayatında yalanın, riyanın, gıybetin yeri yoktu. Her sayfaya üç ihlâs bir fatiha okuyunca Kur'an-ı Kerimi hatmettiğine, sevabını alacağına inanırdı. Ben annemin yanına giderken korkunç bir şeye şahit oldum. Bir köpek ipini kopardı. Annem “Allah’ını seversen dur ey köpek” dedi. Köpek birden durdu ve döndü gitti. Annem ve babamdan sonra Necip Fazıl’ı tanıdım. Hem sanat kimliğimin hem de ruh dünyamın taşları doğru yere konmuşsa onun etkisi büyüktür. Necip Fazıl’dan Sezai Karakoç’a kadar birçok aydının da üstümde etkisi vardır. Dış dünyadan da sanatçı olarak yetişmemde etkili olan birçok insan vardır. Tolstoy’da bunlardan birisidir. Tolstoy’u da Yunus Emre’yi de Necip Fazıl’ı da Sezai Karakoç’u da çok severim.”

Çocukluğunuza dönseydiniz, babanıza uyup vaiz mi olurdunuz, yoksa yine tiyatrocu mu olurdunuz?

“Babam benim vaiz olmamı istiyordu, bence vaizlik kutsal bir meslek vaiz olmak isterim tabii; tiyatro yapmak yasak olsaydı ve imkanı olmasaydı elimde bir şey olmazdı bunu ayarlayan bir güç var. Şimdi benim tiyatroda başıma gelen sıkıntılar çoğu gencin başına gelse bunlar dayanamayabilirlerdi. Hemen terk ederlerdi. O kadar çok çile, zorluklar çektim ki. Fakat biz mücadelemizi sadece şahsi bir mücadele olarak görmüyorduk. Bizim mücadelemizin dava diye bir boyutu vardı; bu davaya inanarak bu davaya güvenerek ve bu davanın motivesiyle biz iş yapıyorduk. İş yapmaktan da öte daha güzel şeyler yapıyorduk. Her engeli aşmaya çalışıyorduk. Bunun adı tiyatroculuk olabilir, başka bir sanat olabilir? Yani biz sanatımızı Allah’ın emrine vermiştik.

Tekrar hayatın başına dönseniz yine tiyatrocu olur muydunuz?

“Elbette biz tiyatroyu dava için yaptık, fakat asıl bizi tiyatroya iten sahneye çıkmamızı gösteren bizim taşıdığımız kaygılar bizim taşıdığımız değerlerdi. Bir de şu noktayı ifade etmek isterim. İlla ki sahnede mi davaya hizmet edeceğiz illaki İslam’ı mı anlatacağız sahneye çıktığımızda; böyle bir sorumluluk yok. Önce sanat yapacağız çünkü siz insanlara doğruluğu da öğretseniz İslam’a hizmet etmiş olursunuz. Güzel ahlakı da öğretseniz İslam’a hizmet etmiş olursunuz. O zaman daireyi biraz genişletmek lazım. Ta baştaki bizim savımız doğru çıktı: Ben her zaman şunu derim. İşin aslı, günah işlemeden sanat yapmaktır! Oyun tarzınız komedi olur dram olur mizah yaparsınız ama davanıza hizmet etmiş olursunuz. Her boyutta hizmet etmiş olursunuz. Öncelikle yaptığınız işi tam yaparsanız o sizin davanıza yapacağınız en güzel hizmet olur”

Hayırlı bir iş yapıyorsunuz, sosyal ve siyasal sebeplerden dolayı insanlar sıkıntıda siz insanları rahatlatıyorsunuz!

O sıkıntı gibi şeyler insanların sosyal durumlarından kaynaklanıyor, biz insanlara en ufak bir hizmette bulunuyorsak Rabbimizin bize bir nimetidir.

Bize bir kıtayla bir mısra ile veda eder misiniz?

Ben Sakarya’yı severim Sakarya’yı okurum fakat Sakarya uzun tutar. Ben sizi Necip Fazıl’ın başka bir şiiri ile uğurlayayım:

“Bıçak soksan gövdeme sıcacık kanım damlar

Bir de bir bak ülkeme başsız başsız adamlar

Ağlayın su yükselsin belki kurtulur gemi

Anne seccaden gelsin bize dua et e mi?”

  •  

Dört yıl önce kaybettiğimiz değerli bir sanatçımızı, bir tiyatro ustasını merhum Hasan Nail Canat’ı, yakın dostu, çocukluk arkadaşı olan yazar Mustafa Miyasoğlu Beyle konuşacağız.

Merhum Hasan Nail Canat çok güzel hizmetlerde bulundu çok güzel filmlere tiyatrolara imza attı. Siz kendisini çocukluğundan itibaren tanıyorsunuz. Aynı mahallede büyüdünüz. Aynı yurtları, evleri baylaştınız. Hasan Nail Canat ve sanatı üzerinde konuşacağız ama öncelikle sizin dilinizden tanıyalım efendim. Hasan Nail Canat kimdi?

Hasan Nail Canat, benim kapı komşum. Beş yaşlarından itibaren, o benden 2 yaş büyüktü; aynı sokakta büyüdük. Evlerimizin önünde küçük bir meydan vardı. Meydanın girişinde iki ev karşı karşıya, dış kapılarımız arasında 5 metre mesafe ya var ya yoktu. O kadar. 5–6 metre eski Anadolu evleri, İstanbul evleri öyledir dar sokaklar. Bugün geniş bir yer sayılabilecek meydanda çok oyun oynadık. Hasan’ın küçük yaşta gösteri sanatlarına bir ilgisi vardı.

Çocuk yaşta maharetleri belli oluyordu.

Tabii, 6–7 yaşında o zamanki büyük sinema Taş Sineması diye maruf sinema salonlarında  kopan filmleri yapıştırabilmek için iki taraftan biraz keserlerdi. Onlar yapıştıramıyorlar iki tarafından filmler kesiliyor. Onları açıp gösterirler, takip eder, bulur ya da ister alır onlara bakardı. Hasan Nail onları nasıl ediyorsa girişkenliği ile gidip topluyordu ve birbirlerine ekleyerek bir kara kutu içinde sinema gibi bir yerlerden duyduğu taklitleri yansıtıyordu. Babası Kayseri’nin Yuvalı köyünden eğitmenlik yapmış bir fabrika işçisiydi.

Eğitmenlik cumhuriyetin ilk yıllarında okuma yazma bilenlere verilen bir sıfat, öğretmenlik sıfatı.

Tabii. Biz ona “Hoca Emmi” derdik, Mehmet Canat amca. Bayramlarda çeşitli kandil cenaze günü toplantılarını hep sözü dini fıkhî konulara getiren eğitmenlik alışkanlığını sürdüren bir amcaydı. Hoş sohbet bir insandı. Çok sonraları öğrendik biz, ehl-i tarik imiş. El-nebi Efendinin halifesine bağlı ama kendisinin fıkıh düşkünlüğüne zıt bir mizaçta olan Cemil Emmi diye maruf, Boncukçu Cemil Emmi diye bilinen Talas’lı bir ihvanına da çok muhabbet gösterirdi. O bayağı pasaklı bir adamdı. Meczuptu. Zahiren şeraite uymaz görünen hallerine en çok Hoca emmi katlanırdı. Onların evinde de misafir olurdu. Biz şaşardık ama Hasan Nail Canat’ın son zamanlarında özellikle Kanal 7’de gösterilen filmlerde Kalp Gözü, Sır Kapısı, Sırlar Dünyası gibi..  birçok filmde bir mütevekkil dervişi yaşlı, her şeye razı ve bir şeyin sırını bilen Allah adamı rollerini oynamıştı. Aslında o roller babasının ve babasının ihvanı Cemil Emmi’nin çocuk yaşta onda bıraktığı izlerin yansıması gibi.. Tabii bu iki ihvanın tuhaf hallerini duyardık yani arasındaki mukallebeler, mukasebeler, sohbetler anlatılırdı semtte. Hoca Emmi beş vaktin beşini de camide kılmak isteyen bir adam ötekisi ise meczup; işte ne zaman aklına eserse o zaman camiden çıkmayan, aklına esmediği zaman naz makamında bir evliya idi. Tuhaf halleriyle insanlar arasında çeşitli şaşkınlıklara yol açardı. Mesela gerçekten sevdiklerini yolda çevirir, boncuk verirdi. Geçimini ayakkabı boyacılığıyla sağlar ama çoğundan para almazdı para verene boncuk vermez, isteyene vermez istediğine verir. Yolda çevirir mesela “kadın sen burada ne duruyorsun çocuk evde ölüyor” gibi “merak etme kızın gelin olacak”, “oğlun gelecek dert etme" gibi işaretler verirdi.

Hasan Nail’in hayatında birtakım sürprizler oldu; ben zaman zaman bunları hatırlarım. Babası çok düzenli ama babasının ihvanı biz yani Hoca Emmi ile Cemil Emmi arasında görünürde hiçbir benzerlik yoktu. Niye o ona ilgi gösterir bilmezdik. Çok sonra öğrendik tabii. Tarikatı, tasavvufu çocuk yaşta insanlar anlayamıyor, insanlar idrak edemiyor. Anlatılınca anlaşılıyor. Kayseri, Konya gibi yerlerde tarikat ehli çok azdır. Onlar şöyle inanırlar: Bizim şehrimizin manevi sahipleri, bekçileri var, onlar hallediyorlar biz niye yarım aklımızla işlere karışalım. Aklı başında hareket etmeli. Şeriat dairesinden çıkmamalı gibi kendince basit yargıları vardır.

Kendi dünyalarında oluşturdukları bir yargı…

Biraz da mahallelilerin, Anadolu’nun yaşlılarının gençlere verdiği terbiyedir. Mesela terbiyeye göre erken hacıya gitmek tasvib edilmez. Çok da doğru değil bunlar ama maalesef böyle bir yaygınlık var. Çok erken hacca gidersen haccı taşıyamazsın. Hacca kamil yaşta gidip ondan sonra hep dünyadan el etek çekmek gibi şeyler..

Haccı tutamazsın derler

Haccı tutamazsın derler, orucu tutamazsın gibi oruca da geç başlatırlar ya hani çocuk 7–8 yaşında oruç tutacakken, hayır tutamazsın sen ye. Yani çıktık 9’a inemeyiz 8’e hesabı böyle tuhaf alışkanlıkları öğütleri vardır. O çerçevede yaşadığımız için, bu iki zıt insan, Hoca Emmi ile ihvanı Cemil Emmi arasındaki münasebeti anlayamazdık. Hem birbirlerine zıt hem de genel telakkiye zıt. Biri kitaba göre yaşıyor, öteki cezbesine göre yaşıyor. Halk ise o mutarafelere göre yaşıyor. Atasözlerine büyüklerin öğütlerine göre yaşıyor. Biz çocuklar burada bu işin püf noktalarını, sırrını meselenin hakikatini çok sonra Necip Fazıl’ın eserlerini okuyunca anladık.

Hasan Nail’i babası vaiz olarak yetiştirmek istiyordu. O dışarıda babasının görmediği zamanlarda babası işte olduğu zamanlarda bizimle çocuklar gibi oynardı. Bizden o yıllarda bütün mahalledeki emsal çocuklardan 2 yaş büyüktü. Şimdi şöyle bir şey vardı; bir kasaba veya şehir dışından gelen kişi isterse köyden gelsin farklı bir dünyadan geldiği için biraz daha bilgili olur, gördüm bildim diye yalan da söyleyebilir. Hava atar ve yahut üstünlük taslar. Şimdi Hasan Nail’in yaz tatillerinde Yuvalı’ya gitmesinden ötürü bağdan başka bir yere gitmeyen çocuklara çok bilgili yaşı da büyük ya, babasının götürdüğü vaizlerden ötürü de çok kulak dolgunluğu olan çok insan tanımış olan bir “Hocanın Hasan” diye bilinirdi. Başka Hasan da var; ben Mustafa’yım Nane Kerem’in Mustafa var Bizim Mustafa var. Hasan var, Hoca Emminin Hasan var. Böyle Anadolu’nun tabii hayatı içinde yaşadık biz. İlkokul bittikten sonra o doğru İmam hatibe gitti. İmam hatip sabahtan akşama kadar eğitim verirdi ve Kayseri İmam hatip çok da sıkı o zamana göre. Henüz ilahiyat mezunu hocalar yoktu. Hepsi medreseden mezun asık suratlı molla-meşreb vurduğu zaman bir de duvara vurduran, hem mahalli tabirle konuşan hem de Arapçasını tilavetini düzgün yeri sağlam söylemediği anda bir kelime için talebeyi pedagojik olmayan bir tavırla azarlayan asık suratlı hocalar vardı. O yüzden ilk dönemin İmam hatip mezunları çok iyi yetişmişlerdir,  yani hocalar serttiler ama işlerini iyi yaparlardı.

Disiplinliydiler

Mahalli mektep görmemiş hocalar elinde medrese usulü ile yetişmiş adamlardı. Kendilerini öfkelerine adapte etmiş psikolojik bir testten geçmemiş, kaprisli insanlardı. Bu yüzden okuyamayan çok olmuştur İmam hatiplerde. İlk önce maalesef hep yoksul köylü çocukları sabredip tutunmuştur. Şehir çocukları bir şekilde babaanneye anneanneye sığınıp okulu kırdılar. Uyanık olduğu için Hasan Nail bu okulun disiplinine bir buçuk seneden fazla dayanamadı. Kaçtı İzmir’e gitti. Ben o gidişte bir ilham payı bulunduğuna inanıyorum.

Cemil Emmi Allah dostu meczup, zaman zaman kayboluyor

Tabii, Cemil emmi gitti diyorlar sonra Cemil Emmi geri geliyor. Nereye gittiği belli olmuyor. Mesela vasıtasız hacca gittiği de oluyor.

Sır oluyor

Tabii sır oluyor. Ankara ‘ya gidiyor, İstanbul’a gidiyor bugün burada yarın orda nerde Şam orda akşam ne zaman nerde bulunacağını kimse bilmiyor.

Hasan Nail Canat da Cemil Emmi’ ye mi özeniyor?

Sıkışınca kaçtı. Bana öyle geliyor; çünkü o günkü şartlarda Kayseri gibi mazbut mahallelerin semtlerin olduğu, köylünün kışın şehirde fabrikada çalışanın Yuvalı da yakın bir yerdir; kaçması çok sürpriz bir şeydir. Yani askerlik dışında köylü köyünden başka Kayseri'den başka bir yer bilmez. İç turizm diye bir şey yok. O şartlarda milli askerlik epeyce yetiştirici bir şey oldu. Devletin sipariş ettiği insanı yetiştirebilmek için onun para kazanması müteşebbis rolünün gelişmesi, yaşamayı öğrenebilmesi için o yüzden bugün halk arasında hikayeleri çok. Adam 70–80 yaşına da gelse askerlik hatıraları çok önemlidir. Konuşmaya başladığı zaman kimse durduramaz. Asker arkadaşını hanımına çocuğuna bile tercih edenler vardır. O iki üç yıllık seferberlik İkinci Dünya Savaşında babam da öyle yapmış. Asker arkadaşları çok önemlidir. Tabii bizim çocukluğumuzda böyle bir şey vardı asker arkadaşlığı, sınıf arkadaşlığı, mahalle arkadaşlığı. Biz sınıf arkadaşı olamadık Hasan Nail ile ama hem mahalle hem de kaçıp geldikten sonra benim girdiğim askeri okul vardı.

Benim de bir sene yaşımı küçük yazdırmış babam. Ben de okula gidemedim. Babam ille de askere gitsin, zengin değilim, bu okumak istiyor, devlet okutsun, dedi. Bir sene ben okula gidemedim. O arada Hasan Nail kayıptı. Ben ikinci sene okula girdim. Hasan Nail bulundu, geldi. Bir sene kayboldu yani. Sanıyorum Cemil Emmi ile bir bağlantısı vardı bu kayıp hadisesinin. Ama hiç biz konuşmadık. O sokakta en samimi bizdik. Hasan Nail gitti mi, gitti geldi mi, geldi Cemil Emmi gibi. Ben tamir fabrikasında sanat ortaokul madeni bir okulda okuyorduk. 59’da girdim ben, o da 60’da girdi. 60 lira olunca bizim tazminatımız 20 bin liradan tek taraflı 200 000 liraya çıkardılar. Biz de okula mecburen kazık atmak zorunda kaldık. Kalifiye işletmek için almışlar meğer. Babam bizi okutacak devlet diye verdi oraya, devletse bize verilen maaşla baraka kurmuşlar oradaki askerler, subaylar. Hocalar aldılar idareciler bize haftada iki buçuk lira harçlık verdiler. 125 lira maaşı 2,5 liraya indirmek yani müthiş bir başarıdır. Elbise, yemek, yatak masrafı, iç çamaşıra kadar ayakkabıdan şapkaya kadar hepsini alıyorlar. Bize de her hafta 2,5 lira harçlık veriyorlar 125 lirayı da fatura ediyorlardı. Biliyorlar o işi. Hasan Nail’de aynı şeyden geçti. Evimiz 15 dakika mesafede olduğu halde olduğu halde bizi yatılı koydular. 8 ay orada okuduk. 3 senede mezuniyet yapmak zorunda kaldık. Başlangıçta ortaokul madeni dediğiniz zaman sebebiyle milli eğitim emir verdi. Milli Savunma bunların ortaokul denkliğini iptal et dedi, ettiler. Okumaya kararlı insanlar yüzde 5 çıktı. İşte 50 kişi aldılar okuyacak 550 kişi arasından, bilmiyoruz tabii, aile de bilmiyor ama Mehmet Amca biliyordu ki bu oğlan okumayacak, bari askeri işyerinde zapt altına alınsın. Ben onu vaiz yapamadım. İzmir’e gidip de bozulmasın, her zaman Cemil Emmi sahip çıkmaz, ne olur ne olmaz Mustafa’nın gittiği mektebe bunu da yazdıralım diye düşünüp yazdırdı. Benden sonra o da okudu, akşam lisesine girmek için ortaokulun bütün sınıflarında ve bütün derslerinde imtihanlara girdik. Biz iki senede o da benim gibi bir sene sonra okula başladı askerlik yaptı geldi.

Aranızdaki yaş farkı ne idi efendim?

İki yaş fark var. Ben 45 Hasan Nail 43 doğumlu. Askerlik yaptı bu arada evlendi. Tabii, hem okul hem evlilik hem de biz Büyük Doğu diye bir maceraya kapıldık. 1965 Necip Fazıl Kayseri’ye geldi. 1964’de ben görmüştüm. Necip Fazıl kitapları okumaya başladık. 1965’de Necip Fazıl “Dünya Görüşü” diye bir konferans verdi. Ve Büyük Doğu fikir kulübünün, o zamanlar fikir kulüpleri yaygındı. Büyük Doğu fikir kulübü Kayseri şubesi açıldı. Abdullah Sıvacıoğlu eski Kayseri müftüsü onu finanse etti, imkan buldu falan. Bir yer açıldı orada konferanslar dinliyoruz Ankara’dan İstanbul’dan Malatya’dan çeşitli vilayetlerden konferansçılar geliyor. Arada biz de konferans veriyoruz lise talebeleri. Abdullah Gül o yıllarda bizimle beraber. Büyük Doğu’ya gidip gelen arkadaşlardan biriydi. Tamirci fabrikasında ve ben aynı zamanlarda aynı sınıfta okuyan Osman Görgüz rahmetli oldu bu yıl ve Hasan Nail, ikisi de rahmetli oldu. Biz dört kişiydik. Dördümüz de birlikte Büyük Doğu’ya giderdik. Fabrika’dan camiye, camiden oraya buraya … Tabi Hasan Nail yine asıl evlilikten çok tiyatroya merakı Büyük Doğu’da arkadaşlarla oturup bir şey okunuyor, konuşuluyor, hafta sonları cumartesi Pazar Hasan’ın çocukluğunda 6–7 yaşlarında yaptığı karagözcülük, taklitler o babasıyla gezerken gördüğü adamların halktan veya ulemadan insanların tuhaf hallerini takliden skeçler yazıyordu. Bir ara da “Yalnızlar Rıhtımı” diye bir şiir kitabı çıkardı. Ben çıkarma dedim. Bu senin için ilk ve son olur ya da başlangıç olur. Acemilik var, iki halde de pişman olursun dedim. Pişman olacağımı bile bile çıkarıyorum dedi gitti. Para buldu. İstanbul’da bir matbaada bastırdı getirdi. Elinde sattı. O işten para da kazandı. Belki para kazandığı ilk iş o oldu. Ondan sonra çeşitli vesilelerle gerek Büyük Doğu’da gerek düğünlerde, arkadaş toplantılarında, pikniklerde falan genç arkadaşlar mesela Hasan Nail rahmetli olunca ben bir yazı yazmıştım. Emel Kısakürek’in cenazesinde Eyüp Sultan'da cenazesinde Abdullah Bey'di o zamanlar dışişleri bakanı, birkaç arkadaş vardı, dedi ki: Beyler, Mustafa ağabeyin Hasan ağabey ile ilgili yazısını okuyan var mı içinizde? Hiç kimseden ses çıkmadı. Milli Gazete’de yazmıştım ben. Berceste diye de bir dergide de yazmıştım öyle biraz genişletip göndermiştim. Tabii önüne gazeteler geliyor Hasan Nail adını duyar duymaz hemen görür görmez okumuş. Dedi: Bakın işte biz nerelere bağlıyız. Hasan abi rahmetli oldu Mustafa abi yazı yazdı, hiçbiriniz okumadınız. Orada hatta burada en meşgulünüz kimdir? Birisi dedi ki şimdi rahmetli olan dünürü Abdullah Sarımermer, o da rahmetli oldu. “Zatıâliniz beyefendi” dedi “en çok meşgul sizsiniz bakanım”. Ama ben okudum dedi. Ama hiçbiriniz okumamışınız Hasan ağabeyi niye ihmal ediyorsunuz niye rahmet okumuyoruz? gibi şeyler söyledi yani yalnız Abdullah Gül değil. Tabii şu anda Kayseri’de okuyan o zamanlar Kayserili olmayan sonra Büyük Doğu’dan İstanbul talebe birliğine geldik o da geldi. Kısacası okulun bu teşviklerden ötürü o düzenli olamamaktan kaynaklanan bir kaçışla biraz da Cemil Emmi’nin meşrebine olan yakınlığıyla okulu da bıraktı tiyatrocu olmaya başladı. Moskof Sehbası diye bir piyesi kendi yazdı kendi oynuyordu. Ben bunu biraz yadırgıyordum. Hasan, kendi yazdığını kendin oynamak, kendin çalıp kendin oynamak gibi diyordum; o da diyordu ki: Üstadın piyeslerini oynamadıktan sonra ne diye başkasının piyeslerini oynayacağım. Ama tiyatro yapmak zorundayım. 65 Necip Fazıl’ı dinledikten sonra o günlerde benim de elimde Necip Fazıl’ın kitapları,  fabrikaya servisle gidip geliyoruz. O ara bir bakayım Mustafa, dedi. Baktı, ben bunu okuyum derken bir çile sarıldı. Hoca Emmi’nin buna zorla yaptırmak istediğini bu sefer Hasan Nail bir cihat bir dava şuuruyla kendi mizacına uygun tiyatro yazarı şair sanatkar bulunca meşrebi sanki mecraını buldu. Ve disipline çok da yatkın olmayan mizacı gerek Kayseri’deki derneklerde gerekse düğün piknik topluluklarında kendi o tiyatral mizacını biraz espritüel bir tarzda mesaj da veren bir şeye dönüştürdü.

Daha eğlenceli hale dönüştürdü.

Daha eğlenceli eğitici ve bir yerde babasının eğitmenliğinden kendisinin İmam hatip tahsilinden ve tabiî ki İslami şuurundan kaynaklanan bir disiplin içinde dışa vurmaya başladı. Bu tabii 1980’e kadar aralıksız sürdü. Bir halk tiyatrosu halinde sürdü. Ve biz işte o yıllarda sanırım 66 idi. Necip Fazıl’ın Ankara’da konferansı olduğunu duyduk. Zannediyorum Yeni İstanbul Gazetesindeydi. Üstad duyuldu gazetede biz aklımıza koyduk üç arkadaş Bekir, Hasan ve ben gece yarısı otobüse bindik Cuma akşamı. Cumartesi günü sabah Ankara’ya geldik yapacak bir iş yok dolaşıyoruz konferans da akşam üzeri. Akşama kadar ne yapalım önce bir Üstadı görelim dedik saat onda kahvaltı ettik. Ondan önce gitmek rahatsız olur diye üstadın kaldığı otele ziyarete gittik, üstadım bir emriniz var mı, konferans saatine kadar yapabileceğimiz bir şey var mı diye sordum. Üstad dedi ki Türk Ocağında o zaman müdürdü, rahmetli oldu o da şimdi. “Mehmet Akif var gidin onu bulun o sizin soracağınız her soruya cevap verir. Her meselenizi halleder. O zaten bu işin müdürüdür” dedi. Gittik hakikaten 11’e doğru bulduk Akif ağabeyi. Dedi ki: Konferansa epeyce bir zaman var. Biz Ankara’yı gezelim dolaşalım. Üniversite şehrindeyiz, kitap evlerine giriyoruz, Hasan Nail ile beraber tiyatro hakkında kitap soruyoruz. Dedi ki tiyatroyu ben edebiyat olarak okudum Necip Fazıl’ın, Reşat Nuri’nin, Cevat Fehmi’nin piyesleri var. Tiyatro eserleri kolay okunan metin olmadığı için Milliyet’in dışında basan da olmuyordu. Necip Fazıl istisnai bir şeydir. Necip Fazıl dünyada Shakspeare’den çok satmış bit tiyatro yazarıdır. Üstadın eserlerinden başka tiyatro eserleri arıyoruz, dedik. Tiyatro üzerine incelemeler malumat verici eserler filan. Akif abi Hasan Nail ile bana bir iki şey söyledi, gittik Özdemir Nutku’nun kitaplarını bulduk. Birkaç tane daha kitap bulduk. Biz saat 3’e kadar sanıyorum, Ankara’da epeyce tiyatro kitabı aradık. O yaz bir tiyatrocuyu Abdullah Satıoğlu Allah rahmet eylesin,

Erciyes gazetesi sahibi mi?

Evet, tiyatro yeni kurulmuştu. Belediye mi verecek devlet tiyatrosu mu olacak belli değil muallakta, tiyatrocu da yok. O da gelmek istemiyordu. Kayseri’ye de tiyatrocu bulunamıyordu. Bizler tiyatro meraklısı gençler olarak bir hoca istiyoruz hiçbir tecrübemiz yok. Ben tiyatro yazarlığı yönetmenliğini kazandım. Oyunculuk ve yönetmenlik peşinde o zaman. Yani tiyatro henüz profesyonel tiyatroya başlamadan önceki hali söylüyorum. Bir adam geldi. Nazım Hikmet'ten başka tiyatro yazarı tanımıyor, Necip Fazıl da şairdir ama piyeslerinde iş yok gibi şeyler diyor. Halbuki Nazım Hikmet kendisi diyor ben üçüncü sınıf bir dram yazarıyım. Necip Fazıl’ın birinci sınıf bir dram trajedi yazarı olduğunu o devrin adamları Orhan Riyan gibi şahsiyetler söyledi. Yani eserler ortada. Nazım Hikmet, Necip Fazıl ortada. Yani özenti bir üçüncü sınıf adam olduğunu anlayınca Abdullah Bey'e dedik ki bu bize tiyatro öğretemez. Yok ya dedi, biz de anlaştınız sevdiniz diyorduk. Gönderelim gitsin dedi. Adam gitti ama başka adam da gelmedi. Tiyatro uzun zaman böyle muallakta kaldı. Sonra işte devlet tiyatrosuna verildi. Şimdilerde de şehir tiyatrosu halinde belediyelere veriliyor. Orada oynanıyor. Hasan Nail de sanıyorum o tiyatroda oynadı ölümünden sonra Üstat’tan etkilenerek onun bir şiirini dramatize ederek. 1980 sonrası farklıdır, Hasan Nail’in aslında tiyatro olarak iki dönemi var.

1980 öncesi daha çok davaya yönelik, mesaj ağırlıklı.

Tabii, mesaj ağırlıklı. İkinci dönem de mesaj ağırlıklı ama ilk dönemi tamamen dramatik, ikinci dönemi biraz Ulvi Alacakaplan’ın tiyatro bilgisi de, tiyatro birikimi de epik tiyatrodur. Necip Fazıl’ın “Kanlı Sarık” adlı piyesinde epik unsurlar var. Ama Hasan Nail 1980 öncesi dönemde en çok melodramatik yapıyı severdi.. Bir tiyatrocusu vardı. Onun favori oyuncusu oydu. Şu anda ismini hatırlayamıyorum. “Satıcının Ölümü” adlı bir piyeste oynamıştı. Çok melodramatik bir sesi vardı adamın. Çok etkileyiciydi. Melodramında sanatçısı oynaması lazım! Siz Mehmet Ali Erbil’i tutar da melodramda oynatırsanız gülünç olur. Ama melodram tonu vardır. Melodram üslubuna yatkın ses tonu mesela Müşfik Kenter gibi olmalı. O da zaten devlet tiyatrosundan gelme.. Melodram çok kötü bir şey değil arabesk gibi her türün bir iyisi vardır. Hasan Nail onu çok severdi. Ve Üstad’ın eserleri de o zaman trajik ve dramatik olduğu için o yapıyı benimsemişti. Günahkar Baba gibi Moskof Sehbası gibi oyunlar çok sevildi, oynandı. Bir Küçük Osmancık Vardı öyle melodramatik yön olarak da dramatik.. bir dramatik tiyatronun seyircisini içine alan yanı anlattığıyla gırgır geçmeyen, son derece ciddiye alan bir tarzı benimsedi. Tiyatrocular şöyle derler. “Bir olaya yakından bakarsanız dramatik olur, uzaktan bakarsanız komik olur”. Şimdi özellikle 1980’den sonra 1985’e kadar 12 Eylül etkisiyle oyun oynayamayınca 1989’dan sonra başladı. Terörden korkan insanlar salonlara toplanmak istemediler. Hasan Nail dolayısıyla bu 5–6 yıllık sürede aynı semtte de oturuyorduk, o sırada “Osmancık” ile başlayarak oyunlarını romanlaştırmasını önerdim. Bir romancı tavrıyla hayalinde yaşattığı semtler bulmasını.. Yasemin’i öyle buldu menekşe semtini dolaştı dolaştı ve o çevreyi buldu. Boş yapacak bir şey yok, kimse Hasan Nail’e iş vermiyor. Düzeni yok, kendisi elektrik teknisyeni idi fabrikada. O saatten sonra elektrikçilik yapacak hali yok. Bir iki yayıncı dağıtımcı için yola çıktı Anadolu’yu biliyor, oralara gitti sonra Büyük Dağıtım diye bir dağıtım kuruluşunu yönetmeye çalıştı. Kendi kitaplarını bastı, dağıttı ve Necip Fazıl’ın kitaplarını da dağıtıyordu Büyük Dağıtım. Böylece 1985’ten sonra Birlik Sahnesinde Ulvi Alacakaptan ile “İnsanlar ve Soytarılar” oyununu sahnelediler. İbrahim Sadri’nin yazdığı o oyundaki rolü ve daha sonra hem Ulvi Alacakaptan’ın denediği hem kendisinin yazdığı oyunlarda dramatik üslubun yanında bir de epik, trajikomik şeyleri ön plana getiren yani göstermelik tiyatronun unsurlarını kullanmayı denedi. Dramatik tiyatroda bilirsiniz ağır, taşınması zor bir dekor olması gerekir, gerçekçidir çünkü, ama epik tiyatroda bir siyah perdenin önünde birkaç aksesuarla piyes oynamak mümkün bir çok sahneyi canlandırmak mümkün yani küçük aksesuarla değişen tablolar halinde yazılan pragmatik bir dram tarzıdır, tiyatro tarzıdır. Bu da Hasan Nail‘in hem mizacına hem ekonomik imkanlarına hem de seyircisine uygun geldi. Tabii onunla da epey yer dolaştı. Ben bu iki dönemin birbirini tamamlayıcı nitelikli olduğunu düşünüyorum. Hasan Nail’in 1980‘den sonra, hem de farklı tiyatrocularla, İstanbul tiyatrocularıyla oynadı. İstanbul’ a 80‘den önce gelmişti ama sanki Anadolu havasındaydı. Ailesi de kendisi de döneriz hissi taşıyorlardı. Dönüş vardı o zaman yani biz de gideriz. Ama Kayseri’de ne yaparım? Ben burada çalışmam, çocukları yetiştirmem lazım. Yaparsam burada tiyatro yaparım Kayseri’de yapacak bir şey yok; fabrikadan da çıkmışım, mesleğimi de icra edemem diye düşünüyordu. Hasan Nail bir halk tiyatrosu kahramanı olarak hatırlanacak bence ve bana göre İstanbullu kültürünün bir kurumu olan bu halk tiyatrosu kahramanı olarak.  İstanbul dışında mesela Nejat Uygur’un, Erol Günaydın’ın, Haldun Dormen’in Muammer Karaca’nın bile Anadolu’da pek müşterisi yoktu. Yani bir eser gelirler o kadar. Hasan Nail İstanbul’da bir Anadolu şehrinin iki üç misli bir gösteri yapardı üç dört semtte. Asıl seyircisi Anadolu’daydı gerçek manasında. Türk halk tiyatrosu yaptı. Dramatik oyunlarını da epik dramatik oyunlarını da kendisi yazdı kendisi oynadı. Bir kısmı roman bir kısmı tiyatro olarak çok farklı yapımlara gösterimlere imza attı. Son oyunu bence Necip Fazıl’ın bir şiirinden, yazılmış şiirlerin adeta yorumları niteliğinde. Bazı sahneler bazı hikayelerden de ilham almış. Son sözü de sahnede ödül verildiğinde ulaştırma Bakan Binali Yıldırım ödülü veriyor, bir şey söyleyecek misin, diyor. Ben sahnede sözümü söyledim, diyor.

“Son sahnede sözümü söyledim” diyor.

Bu da tabii çok bilinerek söylenmiş bir şey değil ama ben sözümü söyledim daha ne söyleyeyim, işte oyun. Şimdi kendi yaptığı işten memnun olan, yaptığı ile halka ulaşan İstanbul’da diyelim on ay oynayıp da bir iki ay tatile gider gibi Anadolu’ya giden tiyatrocu değildi Hasan Nail… Anadolu’da tutundu temeli tabanı Anadolu idi. Anadolu insanını tiyatro ile...

Tanıştırdı, kucaklaştırdı...

Tiyatro dili ile mesajını verdi ve daha da önemlisi Hasan Nail tiyatroda değişmedi. Bu ne anlama geliyor diye soru gelebilir akla, ben tiyatro ile çok ilgilendim edebiyatın her türünden fazla roman ve tiyatro. Tiyatroda fazla çıkış yolu bulamadığım için romana yöneldim ben. Tiyatro çok protize olmuştu, ben de tiyatroyu çok önemseyen bir yazarım. Şiir dili kendisini en iyi tiyatroda ortaya koyar. Çünkü tiyatro biraz yürüyen bir edebiyattır. Yürüyen yaşayan demektir. Romansa yazarken bile mazi olmuştur. Yaptı etti dediğin zaman mazi. Ama tiyatro dili şimdiki zamanda...

Yeni bir dil.      

Evet, ama seyircisi oyuncusu yönetmeni Türkiye’nin tiyatrodan sinemaya, sinemadan tiyatroya hep aynı insanlar geçti. Bunların yani eğlence kültürü dışında yapabileceği bir şey yok. Yani ciddi olarak halka söyleyecekleri bir şey yok.

Dünyaları o kadar.

Tabii, işte Ferhan Şensoy en meşhurları, her defasında halktan tepki görüyor. Defalarca oyunlarında dinle alay etmesi, milliyeti hafife alması, halkın milli ve dini değerlerini, hassasiyetlerini incitti, zedeledi. Hasan, belden aşağı espri yapmadan da küfretmeden de insanların eğlendirilebileceğini, komedi yapılabileceğini gösterdi.

Bir sözü var: “Günah işlemeden sanat yapmak” fikrini ortaya atıyor.

Tabii. Aslında Hasan Nail Canat bu geldiğimiz noktada 70’li yıllar 60’lı yıllar 80’li yıllardan bu güne geldiğimizde Müslümanların tiyatro alanında fazla varlık göstermediği bir dönemde...

Hala da sıkıntılı, hala da varız diyemiyoruz

Evet ama o zaman çok daha zordu. Ben şimdi tiyatro ile uğraşmak isteyen insanlara şeksiz şüphesiz eline kalem almak isteyen veya sahneye çıkmak isteyen insanlara bu işin tehlikesini söylerim, çünkü ikisi de riskli bir şeydir. Yani yazıyorsunuz. Artık her şey size malzeme oluyor. Rüyalarınızda, hülyalarınızda, inançlarınızda, ailenizde arkadaşlarınızda size malzeme oluyor. Sepette pamuk bittiği zaman insan en yakınını satmaya kalkar. Yani bunu yapmayacaksanız yazın.

İnce noktası burası.

Şimdi, geçmişini satarak yaşayan insanlar var. Bir hikayesini okumuştum. Onu hatırlatayım Hasan Nail ile biz bunu konuştuk tabii. Çok şey paylaştık biz aynı mahallede, aynı iş yerinde aynı okulda okurken geç vakitlere kadar elektrik direkleri altında, Büyük Doğu’da çok konuştuk. Altın beyinli adam diye bir hikayesi var; herkes bir şeyini satıyor. Emeğini satıyor. Adam da altın beyinli adam … mecazen beyninin içine elini sokuyor, oradan bir altın para alıyor öyle yaşıyor. Bir bakıma öyle yani siz beyninize güvenmiyorsanız yazar olmayacaksınız. Elinize kalem almayacaksınız. Kalem de silah gibi bir şeydir. İnsan kendini intihar eder başkasını değil. Kendine ait olan şeyleri yok eder. Tiyatro ise sadece ve sadece vücudunu kullandığı için sesini, yüzünü, vücudunu kullandığı için insanı çok çabuk değiştiren bir sanattır. Çabuk yozlaştırır, çabuk bozar, çabuk deforme eder. Haysiyetini, şahsiyetini namusunu, iffetini ahlakını her şeyini kaybedebilir. Bakın bazı okullarda resim bölümünde önce çıplak resim yaptırırlar. Niçin? Ressamın fırçasına, kalemine her şey mubahtır. Fizyoloji çalışması tabiî ki gerekli ama fizyoloji çalışan adamın niye çıplak model resim yapması şart olsun ki. Bu, -bir söz vardır:“Ar damarı çatlayınca adamın her şeyi yapması mümkündür”- çünkü her şey o zaman mubah görülür. O yüzden Hasan Nail’inki tiyatro olarak büyük başarıdır.

Siz bile bugün 2008 yılında tiyatroya hala mesafeli olunması gerektiğini söylüyorsunuz.

Yani tiyatro şimdi bu şuna benzer aşılı olmayan bir sokak köpeğini bırakırsanız kuduz olur ve insanları ısırır, kuduz eder. Çok tehlikeli bir şeydir. Tiyatro böyle bir şey, aşılı olacak. Vücudunu kullanmaya şöhrete “şöhret çünkü afettir” Hadis-i Şerifte açık. Yalnız bizim kültürümüzde değil bütün dünya kültüründe bakın oyuncular çok çabuk skandala konu olur, evlilikleri çok kısa sürer çoğunun. Çok uzun süre mutlu bir evlilik yürütmüş tiyatrocu sayısı çok değildir, sinemacı sayısı çok fazla değildir. Gösteri sanatları önce insanın kendisini göstermesiyle oluştuğu için, bizzat kişi kendisine a

Haberkültür.net

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

NOT: Vurgular bize âittir.

Yazar: Mahmut Bıyıklı
11-04-10
E mail: Haberkültür.net
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
GÜL YAPRAĞINA ŞİİR YAZAN ADAM
Online Kişi: 14
Bu Gün: 447 || Bu Ay: 9.051 || Toplam Ziyaretçi: 2.200.521 || Toplam Tıklanma: 51.935.303