ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / ÎMAN VE İSLÂM
Okunma Sayısı: 3920
Yazar: Ebubekir Sifil
DİN EĞİTİMİ VE ÂİLE

(Ebubekir Sifil'in, SP Kadın Kolları Başkanlığı'nın 30 Nisan - 1 Mayıs tarihleri arasında Ankara'da düzenlediği Toplum ve Aile Saadeti Sempozyumu'nda sunduğu tebliğ)

Bismillâhirrahmânirrahîm

Her ne kadar benim takdim edeceğim konunun başlığı "Din Eğitiminin Engellenmesinin Aileye Olumsuz Etkileri" şeklinde belirlenmiş idiyse de, konunun "Din Eğitimi ve Aile" gibi daha kuşatıcı bir başlık altında ele alınmasının uygun olacağı düşüncesiyle, çerçeveyi biraz daha geniş tutmaya çalışacağım.

İslam medeniyetinin çekirdeğinde aile vardır.

Bu hüküm cümlesinin ne anlama geldiğini idrak etmeden İslam'ın inşa ettiği toplumsal yapının dinamiklerini konuşmanın da, "Müslümanlar'ın çağdaş problemleri" başlığı altına giren pek çok meseleye zoraki cevaplar üretmeye çalışmanın da ve nihayet bugünün dünyasında sağlıklı bir toplumsal yapı için dinle barışık/ahlaklı bireylerden oluşan ailenin ne denli önemli olduğunu vurgulamanın da nihai anlamda sonuç getirici olmayacağı açıktır.

Fıkıh kitaplarımızda "nikâhta denklik" diye bir "mesele"nin yer almış olmasını "tarihsel" bir durum olarak izah etmek ne kadar doğrudur? Ya da İslam'ı çağın idrakine söyletme çabalarında hayli sıkıntı oluşturan miras paylaşımı, çok eşlilik gibi "problemler" konusunda "çağdaş" anlayışı ikna etmek ne kadar mümkündür?

Temel referanslarımızın aile kurumuna, hayatın bütünü içinde yaptığı vurguyu ve yüklediği temel rolü göz ardı etmek, sadece bu ve benzeri soruların azmanlaşarak "sorun" haline dönüşmesine yarayacaktır.

Burada, "Eğer aileyi din eğitiminden mahrum bırakırsanız şunlar şunlar olur" ya da "Yaşadığımız şu şu olumsuzlukların temelinde manevi ve kültürel değerlerinden uzaklaştırılmış aile modeli vardır" diyen ve yaşanmış hayattan da birkaç çarpıcı örnek zikreden bir sunum yapmak, daha doğrusu söyleyeceklerimi bunlarla sınırlandırmak, konuyu hak ettiği vurgudan mahrum bırakmak olacaktır.

Yanlış anlaşılmasın, öyle bir sunumun faydadan hali olduğunu söylemek istemiyorum. Yaşadığımız problemleri tahlil ederken, insanın/insanımızın dinî/ahlakî değerlerle mesafesi üzerinde yoğunlaşmak şüphesiz çok önemlidir. Toplumun temel yapı taşı ailedir ve bünyenin buradan kapacağı enfeksiyon, bütün uzuvları, alt ve üst yapılarıyla toplumun tamamını etkisi altına alacaktır.

Aldığı aşırı dozda uyuşturucuyu kaldıramayarak hayatını kaybeden gencin babasının, "Acaba din eğitimi almasını mı sağlamalıydım?" sorgulaması, üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken bir arızayı işaret etmektedir. Bu ülkede, deprem felaketini çapul yapmak için fırsat bilenlerin ruhundaki yırtılmada, aftan yararlanarak çıktığı cezaevine, aynı veya benzer suçlar işleyerek tekrar dönenlerin yaşadığı savrulmuşlukta, hayvanî duygularını 17 aylık bebek üzerinde tatmin edenlerin zifiri karanlık dünyasında hep aynı arıza mevcuttur.

Ülke olarak, insanlık olarak geleceğimiz adına yeterince endişe verici olan bu ve benzeri vakıalar, kaynağını Allah ve ahiret inancında bulan erdemlerden mahrumiyetin sonucudur elbette.

Ancak meseleyi bütün boyutlarıyla ve ağırlığıyla mütenasip bir çerçevede ele almadan söyleyeceğimiz sözlerin ayaklarını yere bastırmamız mümkün olmayacaktır.

Öncelikle kavramsal çerçeveyi netleştirelim. Din eğitimi dendiğinde ne anlamamız gerekiyor? Anlaşılması gereken, basit ilmihal bilgilerinin ve Kur’an okumanın öğretildiği bir süreç midir?

Bu soruya evet demek, meseleyi fazlasıyla hafife almak olacaktır. Zira din eğitimi, hem nesiller arası iletişim kanallarını işler kıldığı için geçmişi bugüne bağlayan, hem de bireye, dolayısıyla aileye toplumsal sorumluluklarını öğreten komple  bir süreçtir.  

Aileyi konuşurken de, aslında İslam'ın inşa etmeyi hedeflediği "ekrem" bireyi konuşuyoruz. Müslüman denince akla gelmesi gereken takva, samimiyet, fedakârlık, diğergâmlık, sevgi-saygı, nezaket, cesaret, tevazu, kanaat… gibi kavramların ete-kemiğe büründüğü ve hayatın içine girdiği bir toplumsal yapıdan bahsediyoruz. Böyle bir yapıda hem bireyden topluma doğru, hem de toplumdan bireye doğru olmak üzere çift yönlü hareket eden bir seyyaliyet, otokontrol ve denetim söz konusudur. Emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker'i hayatın temel ilkesi yapan bir toplumsal yapı da ancak böyle oluşur. Cüzlerinin birbirine son derece sıkı bağlarla merbut bulunduğu böyle bir yapıda elbette her kompartıman, parçası olduğu bütün içinde anlamlı ve berhayattır.

Böyle bir bütünlük içinde aileyi toplumun temelinden çekip aldığınızda geriye kalan neyse, manevî ve ahlakî değerleri ailenin harcından çıkardığınızda geriye kalan da odur; yani kaos!

Bu ifadeyi abartılı bulabilecekler için aşağıdaki istatistikler ikna edici olacaktır:

Sigara ve alkolün yanı sıra uyuşturucu kullanımının da ilköğretim çağına kadar inmeye, haber bültenlerinde okul basan öğrenci haberlerinin görülmeye başladığı bir süreci yaşıyoruz. Türkiye İstatistik Kurumu'nun verilerine göre, 27 ilde çeşitli nedenlerle güvenlik birimlerine gelmiş veya getirilmiş çocukların sayısı 1997'de, 33.568 iken, 7 yıl sonra 2004'te % 110'dan daha büyük bir artış göstererek 70.920'ye çıkmış. Bunların arasında madde bağımlıları var, terk edilmiş çocuklar var, hırsızlık, kapkaç ve sair suçlardan getirilmiş olanlar var.

2006 yılında Türkiye’de işlenen toplam suç sayısı 1.078.133 olarak kayıtlara geçmiş. Yani her 39 saniyede bir suç işlenmiş. Her 6 dakikada bir ev, 7 dakikada bir otomobil ve 9 dakikada bir işyeri soyulmuş. Her 4 dakikada bir yaralama veya darp, 4 saatte bir cinayet suçu işlenmiş. Her 26 dakikada bir kişi intihar etmiş veya intihar girişiminde bulunmuş.

Emniyet bölgesinde toplam suç sayısı 2006 yılında bir önceki yıla göre % 60 artarak 785.510 olarak gerçekleşmiş. Jandarma bölgesindeki suç sayısı ise geçen yıl 292.623 rakamını bulmuş. Artış yaklaşık % 13.

Yukarıdaki rakamların, mahkemelerde bekleyen dosyaları ve kayıtlara geçmeyen suçları kapsamadığına özellikle dikkat edilmelidir.

Bu istatistikler bize çok şey söylüyor. Ama öncelikli olarak iki şey söylüyor:

1. Türkiye'de suç işleme oranı korkunç bir hızla artıyor.

2. Şehirler, kırsal bölgelere ve köylere göre daha hızlı dejenere oluyor.

Aslında bu iki maddeyi teke indirgeyerek şöyle bir tesbitte rahatlıkla bulunabiliriz: Modernleştikçe çürüyoruz. Evet, bütün bunları "alarm zilleri" olarak görmemek ve bu toplumun geleceği adına endişelenmemek mümkün müdür?

Resmî rakamlara bakarsanız, ülkemiz gittikçe ilerliyor, gelişiyor. İnsanımızın eğitim düzeyi ve milli gelirden aldığı pay artıyor.

Peki burada bir anormallik yok mu? İlerledikçe suç oranı ve suçlu sayısı artan bir topluma dönüşüyoruz. Bununu böyle olması tesadüf müdür?

"Modernleşme" tabirinin içini, sekülerleşme, bireyselleşme, manevî ve kültürel değerlerden uzaklaşma olarak doldurmak yanlış olmayacağına göre, yukarıda zikredilen istatistiklerin ülkemizin modernleşme macerasının kaçınılmaz sonucu olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır. Bunun üzerine, özellikle 28 Şubat sürecinde başlayan ve devam etmekte olan, dini ve dine ait olanı öcü görme/gösterme anlayışının etkisini de ilave edersek, karşılaştığımız sonucun niçin şaşırtıcı olmadığı anlaşılacaktır. Eğer maddî ilerleme ve gelişme, ahlakın, maneviyatın ve kültürel kimliğin rağmına, onları aşındırarak yahut "bastırarak" meydana geliyorsa, elbette yaşanan travmanın sebebini burada aramak durumundayız.

Yukarıda zikredilen istatistikleri sadece ekonomik yetersizliklerin doğurduğu bir sonuç olarak okumak şüphesiz ki büyük bir yanılgıdır. Zira herhangi bir Batı ülkesinde yaşandığında toplumsal patlamalara yol açan nice ekonomik ve sosyal problem, bu ülkede krize dönüşmüyorsa, burada onu bünye içinde absorbe eden mekanizmaların varlığını görmemek için ya kör veya kör taklidi yapıyor olmak gerekir!

Kore savaşının ardından, savaşa birlikte girdiğimiz başta ABD olmak üzere BM ülkeleri önemli bir sosyal problemle yüzyüze gelmişti: Savaş gazilerinin rehabilitasyonu. Gerek savaşın modern insanın psikolojisinde yol açtığı yıkıcı ve yıpratıcı etkiler, gerekse modern toplumsal yapının çökerttiği ailenin yerini dolduracak herhangi bir kurumun söz konusu olmaması sebebiyle savaş gazileri bu ülkeler için önemli bir problem oluşturmuştu. Kimisi bazı uzuvlarını kaybetmiş, kimisi de psikolojik travmalar yaşayan bu insanlar hayata intibak edemiyorlar, etseler de toplum tarafından dışlanıyorlardı.

Bu problemin çözümü için oluşturulan bir komisyon, Türkiye'yi de ziyaret etmişti. Burada karşılaştıkları, daha doğrusu karşılaşmadıkları durum bu defa da komisyon üyelerini şoka soktu. Zira ülkelerine döndükten sonra Türk savaş gazilerinin hiç birinde Batı'da görüldüğü türden bir problem gözlenmiyordu.

Sebebin anlaşılması uzun sürmedi: Aile, akrabalık ve arkadaş ortamının sağladığı dayanışma, paylaşma, sevgi ve saygı. Bütün bunlar, dinin ve toplumun şehitliğe, gaziliğe ve gazaya bakışındaki farklılık ile birleşince ortaya "rambo" tipi dışlayan ve dışlanan psikopatlar değil, müstesna bir sevgi ve saygıyla her zaman el üstünde taşınan "gazi"ler çıkmıştı.

Bu yapıyı oluşturan mekanizmaların başında şüphesiz aile gelmektedir. Bireyi ve toplumu inşa edici fonksiyonu dolayısıyla İslam'ın ilk tebliğ çağrısı da Efendimiz (s.a.v)'e, "en yakınlarını" uyarması şeklinde olmuştu. "Önce en yakınlarını uyar."[1]

Toplumu bir arada tutan dayanışma, paylaşma… gibi temel davranış kodları aileden komşuya, akrabaya, mahalleye ve oradan bütün toplum kesimlerine yayılır. Bu sebeple ailede başlayan bir çözülme, komşuluk ilişkilerini, mahalle kavramını, akrabalık olgusunu ve giderek bütün toplumu olumsuz yönde etkileyecektir.

Aileden başlayarak yakın ve uzak akrabalara, mahalleliye, hemşehriye ve giderek bütün millete uzanan güçlü "mensubiyet" bağlarını muhafaza eden toplumu "geleneksel toplum" olarak ifade ederseniz, ya da böyle ifade edilmesini kabul ederseniz, zımnen dönemini doldurmuş, yaşama şansı kalmamış, müzelik olmuş bir şeyden bahsetmiş oluyorsunuz. Doğrusu, buna "fıtrî toplum" demektir. Dolayısıyla bunun karşıtı da "modern" yani fıtratı bozulmuş toplum olacaktır.

Manevî ve kültürel değerlerine yabancılaştırılmış, yani modernleştirilmiş bireylerin oluşturduğu ailenin yaşadığı problemleri o ailelerle sınırlı görmek ölümcül bir hata olacaktır. Problemli aile ortamlarında yetişen çocukların yarının sağlıklı nesillerini oluşturmasını beklemek de öyle.

Evlilerin zinasını suç olmaktan çıkaran yasal zeminin de teşvikiyle eşlerinden başkalarıyla gayrimeşru hayat yaşayan karı-kocayla, onların kurduğu ortama "aile ortamı" demek doğruysa, böyle bir ortamda kaçınılmaz olarak internet, medya ve sokak tarafından "terbiye" edilen çocuklarla oluşturulabilecek olan, ancak "kimliksiz bir toplum"dur! Şefkati, merhameti, sevgiyi, dayanışmayı, paylaşmayı, fedakârlığı aile ortamında görüp yaşamamış bir çocuk, çocukluk ve gençlik çağlarını "bir şekilde" suç işlemeden geçirebilmiş olsa bile, yetişkinlik çağında "problem üreten" birey olmaktan kurtulamayacaktır.

Marifet, önce hastalık üretip sonra onunla mücadele etmek değil, hastalığı kaynağında kurutmak, daha doğrusu mikroba üreyeceği ortam bulma fırsatı vermemektir.

İslam'ın temel referanslarının, istisnai biçimde hem muamelat, hem de ibadet kategorisine giren nikâhtan başlamak suretiyle eşlerin birbirlerinin hak-hukuklarına riayet ederek ortaya koyacağı hüsn-i muaşereti, çocuklara sevgi ve şefkati, büyüklere saygı ve merhameti sevap, bunların ihlalini de ma'siyet olarak nitelendirmesi, akrabalık ve komşuluk ilişkilerini de aynı zeminde değerlendirmesi, fıtrî hayatın ancak aile temeli üzerinde yükselebileceğini ortaya koyan önemli bir göstergelerdir.

Kur’an ve Sünnet’i anlamanın metodolojisiyle iştigal eden İslam alimleri, ayet ve hadislerin bizimle iki boyutta ve katmanda konuştuğunu söyler. Bunlardan biri "mantuk", diğeri "mefhum"dur. "Mantuk" metnin lafzî anlamıdır ve birinci derecede itibara alınır. "Mefhum" ise lafzın altındaki, satırların arkasındaki mana, maksat, "dolayısıyla anlatım"dır.

Bunu niye söyledim?

Mesela Kur’an, ana-babamızdan biri veya her ikisi yaşlandığında onlara merhamet ve yumuşaklıkla muamele etmemizi, "öf" bile demememizi emreder. [2] Bu, ayetin ilk adımda anlattığı şeydir, yani "mantuku"dur.

Mefhumu ise, ebeveynin, yaşlılık döneminde bizimle birlikte bulunması gerektiğini anlatır. Yani yaşlılık dönemlerinde onları kendi evlerinde veya huzurevinde yalnızlık, özlem ve muhtaçlıklarıyla başbaşa bırakmamakla yükümlüyüz.

Bu kısa teknik bilgiden sonra gelin, "Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın. Bir kâtip onu aranızda adaletle yazsın. Hiçbir kâtip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın; (her şeyi olduğu gibi) yazsın. Üzerinde hak olan kimse (borçlu) da yazdırsın, Rabbinden korksun ve borcunu asla eksik yazdırmasın. Şayet borçlu sefih veya aklı zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramayacak durumda ise, velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahit bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile -biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için- iki kadın (olsun)"[3] ayeti üzerinde birlikte düşünelim. Ayetin mantuku, borçların yazıya geçirilmesini ve şahitlik kurumun devreye konmasını, şahitlerin ya iki erkek veya bir erkekle –biri unuttuğunda diğerinin hatırlatması için– iki kadından oluşmasını ifadeye koyuyor.

Bugüne kadar bu ayetin, kadının aklının eksik olduğunu anlatıp anlatmadığını tartıştık. Oysa ayetin mefhumuna –ilgili diğer referansları da dikkatte tutarak– baktığımızda şunu görüyoruz: Kadının temel görevi, toplumun bugününü ayakta tutan ve geleceğini inşa edecek olan bireylerin yetiştiği aile kurumunun sağlam temeller üzerinde durmasına yoğunlaşmaktır. Bir diğer söyleyişle aileyi, dolayısıyla toplumu inşa eden kadındır. Onun, bu ağır ve hayatî yükü taşırken falanla filan arasında cereyan eden borç ilişkisiyle ilgisi ancak ikinci-üçüncü dereceden önemli olacaktır ve bu, son derece tabiidir. Kadını aileden ve aileyi toplumun temel inşa edicisi konumundan kopardığınızda evet kadın her alanda erkekle yarışabileceğini ve ondan geri kalmayacağını ortaya koymaktadır. Ancak kadın adına bir "kazanım" olarak takdim edilen bu durumun hem kadın, hem de toplum için gerçekte ne anlama geldiğini ayrıca izah etmeye lüzum yoktur.  

Bireylerin –haydi "birbirinden kopuk ve birbirine ilgisiz" demeyelim– birbirinin hata ve kusurunu ikaz edip düzeltmesine yardımcı olması gerekirken "saygı duyulması gereken kişisel tercih" olarak değerlendirdiği aile ortamı, ki tam da "demokratik aile" tarifine uymaktadır, çözülmenin başlangıç noktasıdır.

Zeyneb bt. Cahş (r.anha) validemizin, "İçimizde salih kimseler olduğu halde Allah Teala bizi helak eder mi?" şeklindeki sorusuna Hz. Peygamber (s.a.v)'in verdiği cevap hayli düşündürücüdür: "Evet, "habes" çoğaldığında." Buradaki "habes" kelimesi, özel olarak "zina" ile izah edildiği gibi, genel olarak "günah" şeklinde de açıklanmıştır.[4]

Şu halde aileden başlayarak bütün topluma yayılan ve zihinlere "bireysel tercihlere saygı" kodlamasıyla zerk edilen "münkeri hoş görme" tavrı, aslında toplumun temelini oyan hastalıklı tutumların başında gelmektedir.

Genel olarak dinle ve dinî olanla çatışmayı "çağdaşlık" göstergesi tarzında algılayan yaklaşım, konunun "bilimsel" zeminde müzakere edilmesine dahi tahammülsüzdür. Oysa mesela Batı'da sağlıklı bir aile yapısı ve çocuğun zihnî gelişimi için dinî motiflerin önemini vurgulayan pek çok çalışma yapılmıştır/yapılmaktadır.

Bunlardan Elkind'e göre din, Allah, Kutsal Kitap ve ibadetler gibi motifler yoluyla ve kendine has yorumuyla zihin gelişiminde ortaya çıkan çatışmalara bir çözüm yolu sunmaktadır. Diğer bir deyişle dinî motifler, bireyin zihinsel gelişiminde birer denge unsuru durumundadır.[5]

Gelişim çağında bu dengeden mahrum yetişen çocukların kimlik problemi ve yabancılaşma yaşaması, özellikle yurtdışında, azınlık durumunda yaşayan insanımızın daha yakından müşahede ettiği en önemli problem durumundadır. Özellikle Batı ülkelerinde doğup büyümekte olan 3. nesil Müslüman Türk çocukları ne yazık ki büyük ölçüde asimile olmuş durumdadır. Onların çocukları için ise durumun daha bir endişe verici olacağı açıktır.

AB ülkelerinde boşanma ortalaması bu yıl itibariyle ortalama yüzde 40 olarak tesbit edilmiş. Bu oran mesela Belçika'da % 75'lere kadar çıkıyor. Diğer bazı ülkelerdeki durum ise şöyle: Almanya % 52.1, Fransa % 45.7, Danimarka % 45..[6] Yine bu ülkelerde kadınların % 30'u hiç evlenmemekte, ama nikâhsız beraberlikler yaşamaktadır. Evlilik dışı doğan çocukların oranları da % 45 civarındadır. Kapitalizm ve feminizmin "eşitlik ve özgürlük" sloganlarının kadınları yuvalarından çıkarmasıyla, eşcinsellerin evliliğinin yasal statüye kavuşturulması Batı'da aileyi de neredeyse yok etmiştir. Batılı ülkelerin hemen tamamında nüfus hızla yaşlanıyor, aileleri çocuk yapmaya teşvik etmek amacıyla yönetimler tarafından çeşitli tedbirler alınıyor; ama sonuç alınamıyor.

Refah seviyesi arttıkça aile kurumu ve mefhumu kayboluyor. Batı'da birey, ruhsal tatminsizlikten, yalnızlıktan, güven, dostluk, samimiyet gibi insanî değerlerin kaybolmasından dolayı derin bunalımlar ve savrulmalar yaşıyor. Bunun sonucunda alkol ve uyuşturucu bağımlılığı gibi, eşcinsellik gibi türlü hastalıkların pençesine düşüyor.

Modernleşme projelerinin tepeden inmeci yöntemlerle uygulamada olduğu Türkiye gibi ülkelerde de bu trend hızla yükselmektedir. Söz gelimi ülkemizde boşanma vakalarında 1991'den 2001'e 10 yıllık süre içinde % 100'lük artış kaydedilmiştir.[7]

Geçenlerde medyaya yansıyan bir habere göre İstanbul'da bir özel üniversitede gay ve lezbiyen öğrencilerin kurduğu bir öğrenci kulübü resmen faaliyete geçmiştir. İlgi çekici diğer istatistikler yukarıda zikredilmişti.

Sonuç olarak, bu toplumu bir arada tutan en önemli unsurun aile olduğunu, bireyin aile ortamında aldıklarının yerini hiçbir şeyin tutmadığını, en az bunlar kadar önemlisi de, aileyi ayakta tutan kültürel ve manevî dinamiklerin örselenmesi halinde ailenin kendisinden bekleneni veremez hale gelerek kolayca dağılabildiğini bir an önce görmek durumundayız. Batılı ülkelerin yaşadığı derin buhran, mutlaka ders alınması gereken bir tecrübeyi işaret etmektedir.

Sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

[1] 26/eş-Şu'arâ, 214.

[2] 17/el-İsra, 23-4.

[3] 2/el-Bakara, 282.

[4] el-Buhârî, "Enbiyâ", 10; Müslim, "Fiten", 1…

el-Aynî'nin naklettiği bir izah da şöyledir: "Şerliler aziz, salihler zelil olduğu zaman…" (Umdetu'l-Karî, XVI, 189)

[5] Mualla Selçuk, Çocuğun Eğitiminde Dinî Motifler, 43.

[6] http://www.anadolu.eu/modules.php?name=News&file=article&sid=88.

[7]http://www.tuik.gov.tr

Yazar: Ebubekir Sifil
14-04-10
E mail: mail@ebubekirsifil.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
DİN EĞİTİMİ VE ÂİLE
Online Kişi: 26
Bu Gün: 233 || Bu Ay: 6.223 || Toplam Ziyaretçi: 2.215.206 || Toplam Tıklanma: 52.117.236