ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : İKTİBAS / Muhtelif Mevzûlar, Yazarlar, Yazılar
Okunma Sayısı: 5348
Yazar: Elif Bilge Ceylan
KADINLARIN ÇALIŞMASI MEVZUUNDA İKİ GÖRÜŞ

Kadınlar ezberliyor hayatı

Ali Bulaç, Nihal Bengisu Karaca, Hüseyin Akın ve “kadın” üzerine…

Ali Bulaç’ın Nisan Mayıs aylarında ard arda yazdığı iki yazının mantığı üzerine Nihal Bengisu Karaca cevabi bir değerlendirme kaleme aldığını okuduk dün.

Ali Bulaç 28 Nisan tarihli Kadın İstihdamı başlıklı yazısında son anayasa değişikli üzerine görüşlerini şöyle dile getiriyordu:

“Son anayasa değişikliğinde, yeterince müzakere ve muhasebesi yapılmadan "pozitif ayrımcılığı" öngören bir madde geçti. Buna göre Anayasa'nın "kanun önünde eşitlik" başlıklı maddesinde yer alan "kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir" fıkrasına "Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılamaz" ifadesi eklenmiş oluyor. Kısaca Anayasa, "kadın ve erkekleri eşit" sayıyor olsa bile, kadınlara bazı ilave avantaj ve imtiyazların tanınması halinde, bunlar "eşitlik ilkesi"ne aykırı sayılmayacak.

Varlık yapıları itibarıyla erkek ve kadınları eşitleştirmeye kalkışmak, varlığın asli ve ahlaki düzenine aykırı bir girişimdir. Söz konusu eşitleştirmeyi hayata geçirmiş bulunan Batılı toplumlar, yavaş yavaş bunun acı sonuçlarını üç alanda tatmaya başlamaktadırlar: 1) Erkek ve kadın arasındaki "merhamet ve şefkat"in kalkmasıyla yok olan "sevgi ve aşk"; 2) Birer eşit özne olarak toplumsal hayata çıkan kadının evle ve annelikle ilişkisinin kesilmesiyle nüfusta meydana gelen gerileme; 3) Bunun sonucunda eşcinselliğin yaygınlaşıp toplumsal hayat alanlarının eşcinsellerin eline geçmeye başlaması. Bundan erkek yanında, asıl büyük zararı kadın görmektedir.

Bizim gibi toplumlara "erkek-kadın eşitlik" ilkesini ve "pozitif ayrımcılığı" empoze edenler, bununla kendileri gibi toplumsal çözülmeye uğrayacağımızı biliyorlar. Biz de derin bir biçimde çözülüyoruz. Bu sürecin bizi nereye götüreceğini anlamak için verili toplumlara bakmak yeterlidir.”

Pozitif Ayrımcılık başlıklı yazısı ise şöyle:

Erkek-kadın ilişkisi, kadının toplumsal hayattaki rolü konularında beşeriyetin kadim örfü şu önermelere dayanır: Kadın-merkezli bir ev düzeninde annelik, tarihte alternatifi olmayan ailenin, dolayısıyla türümüzün devamını sağlar. Beşeriyetin üzerinde icma ettiği bu örften ilk defa "modern batı" temel bir sapma gösterdi ve saldırgan bir tutumla modern bid'atları kadim örflerin yerine ikame etti. Bugünkü kadın, ev ve aile algımız modernliğin tahrif ve suistimal ettiği sahte bir algıya dayanır: Ev kadının hapishanesi değil, toplumsal hayatla ilişkilerinde kendisi, eşi, çocukları ve korunmaya muhtaç yaşlılar için sıcak bir yuva, yani bir karargâhtır. Allah'ın rahmet, şefkat, sevgi, rububiyet, hafiz, settar gibi isim ve sıfatları "ev"de tecelli eder. Ev meskendir, her fert sükun, huzur ve mutluluğu bu mekânda bulur. Yuvayı dişi kuş yapar. Kadın yuvayı bıraktı mı, ne ev kalır ne insanın (kadın ve erkek) sükun ve huzuru.

Mantıki olarak şöyle düşünmemiz gerekmez mi? Evinde oturup fıtratına uygun yaşayan bir kadının para kazanma kaygısından, ölümcül rekabetin sürdüğü iş piyasasından uzak olması; ihtiyaçlarının, güvenlik ve meşru arzularının kendisini seven bir erkek tarafından karşılanması bir nimet değil mi? Bir kadının helal yoldan para kazanan öteki beni, yani erkek/eşi tarafından geçiminin üstlenilmesi onun rahatına değil mi? Küçük yaştaki çocuğu sabahın erken saatinde kreşe yetiştirmeye çalışan, akşama kadar müşterilerle, kendini bilir bilmez insanlarla boğuşan, saatlerce trafiğe takılan, alelacele kendini eve atıp yemek yetiştirmeye çalışan bir kadın mı daha avantajlı, yoksa yavrusu kucağında büyüyen, evini geniş vakitte düzene koyup, kalan bol zamanda hayır faaliyetlerine katılan, medeni-sivil etkinliklere katılan kadın mı? Çalışan kadın da evdeki kadın da aynı ev işini yapıyor. Ama çalışan kadının yükü iki kat.

Tabii ki hin-i hacette, kadın çalışsın; fıtri ilgilerine ve tabii yeteneklerine göre çeşitli alanlarda üretime katılsın, para kazansın. Ama bu "arızi" olmalı. "Zaruret" halinde kadın iki sorumluluğu üstlensin.

Böyle bir kombinezonda işsizlik asgariye iner. Eve daha çok para girer, refah seviyesi artar. Ekim-2009 itibariyle Türkiye'de kadın memur sayısı yüzde 12 idi. Genel bütçeli kuruluşlar ve KİT'lerde 1 milyon 565 bin 108 memurun 1/3'ü kadındı. Erkek memur sayısı: 1 milyon 52 bin 187; kadın memur: 512 bin 921. TÜİK'in 2008 verilerine göre, çalışan sigortalı işçilerin 6 milyon 603 bini erkek, 1 milyon 901 bini kadındı.

Batı destekli kadın örgütleri ise kadının tam ve eşit katılımıyla ekonomik ve sosyal politikaların toplumsal cinsiyet eşitliği için mücadele ediyorlar. Kadın istihdamını artırmayı istihdam politikalarının ana bileşeni haline getirmek istiyorlar. Bir bölümü açıkça, kadınların üzerindeki çocuk, hasta, yaşlı bakımı gibi hizmetlerin, erkeklerin de eşit şekilde üstlenmeleri gereken toplumsal bir sorumluluk olarak kabul edilmesi gerektiğini savunuyorlar ve bir feminist kadının deyimiyle ancak bu şekilde "kadınları evden kurtarmak mümkün olacak" diyorlar.

Genel ve yaygın bir politika olarak kadının iktisadi hayata, yani iş piyasasına katılması ile "arızi", yani ihtiyaca binaen ve gerektiği kadar katılması arasında esaslı fark var. Arızilik prensibi kabul edildiğinde, işsizlik sorunu büyük ölçüde azalır. Bu kadınların rahatlaması, başka tedbirler yanında kadının evi sükun ve huzur yuvası haline getirmesi ve sivil-medeni hayata aktif özne olarak katılıp toplumsal hayatı ahlaki, kültürel ve sosyal olarak güçlendirmesi anlamına gelecektir. Maddi ve iktisadi hayatın etkin öznesi erkek, sivil ve medeni hayatın etkin öznesi kadın olmalıdır. Eşitlik ve pozitif ayrımcılık, kadının ve erkeğin fıtratı yanında hayatın asli dokusunu tahrip etmektedir…”

“Özetlemek durumunda olduğum için vulgarize etmiş olabilirim, yazıların orijinali için Zaman Gazetesi`nin internet sitesine bakılabilir.” diyen Karaca’nın değerlendirme yazısı ise şöyle:

Bu görüşler sadece Ali Bulaç`ın değil, muhafazakâr kesimdeki pek çok kimsenin gönlünde yatan aslan bu. Fark şu ki, artık çok az kişi bu görüşleri bu kadar ısrarlı bir biçimde rasyonalize ediyor; kimse evle sınırlandırılmış, "sivil ve medeni etkinliklerle" yani kermeslerle ve ebru kurslarıyla "zenginleştirilmiş" bir hayatın parlak bir hayat olduğunu düşünmüyor çünkü. Bu hayatı avantajlı diye sunmanın insanların zekâsına hakaret etmek anlamına geldiğini biliyorlar en azından. Zaten Ali Bulaç da bu yazıları demokrat-mütedeyyin erkekleri modern çekingenliklerinden kurtarıp gönüllerindeki aslana doğru kışkırtmak için yazıyor.

Çok garip. Asker-sivil ilişkilerinin normalleşmesinin tartışıldığı, daha fazla demokrasi diye ortalara düştüğümüz bir vasatta, kadını iktisadi hayatın dışına iten ve aile hayatında erkeğin tahakkümünü savunan
bir "demokrat" hayli düşündürücü bir tablo oluşturuyor. Eninde sonunda birileri kadınları kamusal alandan eve doğru kışkışlamak isteyecekse, bu hep olacaksa, ha laikçi-sivil askeri bürokratlar eliyle yapılmış, ha dindarlar tarafından, "dindar kadınlar" için fark eder mi, bilemedim. "Kadın dışarıda çalıştığı zaman eviyle ilgilenemiyor, evi çöp götürüyor, sonra çok yoruluyor, sonra aile kurumu çöküyor, ailesi çöken toplum çözülüyor" kurgusu Anadolu`da yaygın ve kabul gören bir anlayış.

Bu acıklı neden-sonuç zincirini, erkeğin payına düşen fedakârlığı yapması, sözgelimi "ev işlerine katılması" kırabilir öyle değil mi? Kırıyor da. Problem erkek arıza yaptığı zaman çıkıyor. Ailelerin çözülmesi, ortak giderlere katılan kadının evin idaresinde söz sahibi olmasını "sindiremeyen" erkeğin problemidir, kadının değil. Durum bu iken, yapılması gereken erkeğe aklını başına almasını, içindeki maçoyu eğitmesini önermek olmalıdır; işsizlik, eşcinsellik ve toplam kalite gibi meselelerin hepsinden kadını feda ederek kurtulmak değil. Geleneksel toplumda evlilik, kadına maddi manevi güvence temin ederdi, üstelik zaten hayatın merkezi "ev" idi. Dolayısıyla kadınlar, ev merkezli yaşarken aslında hayatın merkezinde durmuş oluyorlardı. Oysa artık evlilikler güvence temin etmiyor, ayrıca ekonomik karşılığı, rayici, piyasası olmayan üretim ve hizmetin muhafazakârlar tarafından bile(!) değersiz kabul edildiği bir zaman diliminde yaşıyoruz.

Modern toplumda ev artık hayatın kıyısıdır. Kıyıda yaşamak ise ancak bir tercih olabilir. Kadın hayatlarının "çalışma hayatından uzak durmalarını" sağlayacak şekilde örgütlenmesini önermek basbayağı ayrımcılıktır. Avantajsız pozisyonları estetize etmek ve hatta mutluluk getirirmiş gibi göstermek ise büyük bir vebal. Pozitif ayrımcılığın liyakati olmayan kadınların önemli görevlere getirilmesi sonucunu doğurmaması için verilecek mücadele, kadınları liyakat sahibi yapma mücadelesi olmalıdır, eve postalama bahanesi değil.”

Kadınlar ezberliyor hayatı

Uzun ama dikkatle okunmayı hakeden bu iki değerlendirme, bize bir Hüseyin Akın şiirini hatırlattı. Şiir dili, içindeki çözünmez mecazları
sebebiyle bilinçaltı anlayış havzamızdan gelecek derin iz’ana çok yakın durur her zaman. Bir de bu gözle baksak meseye diyorum:

Kadınlar ezberliyor hayatı

“Bugün”ü kurup “dün”ü kaldrıyorlar

Yarını çekiryorlar dağlardan, ovalardan

Yağmuru çekiyorlar bulutlardan

Göğü evlerine taşıyorlar

Kapılardan bakıyorlar hayata

Kapılarda yaşıyorlar

 

Ellerinde tedirgin umutları

En çok sofralarda kırılıyor akşam

Dua çadırlarında sabahlıyorlar

Gülüyorlür, döl veriyor yaşamak

Ağlıyorlar, ağlayacak bir şey kalmıyor

Bir fırtına savuruyor her şeyi

Bir kadın içimizde ağlıyor!...
 


Bekliyorlar, gözleri sarkarak sokaklara

Bekledikçe kadın oluyor kızlar

Sımsıkı giyiniyorlar üstlerine telaşı

Dünya kadar kalabalık, dünya kadar yalnızlar

Ayaklarını sokuyorlar hayata, yaşamağa

Meraklar pazarına, semt çarşısına

Deniz resimlerinde boğuluyorlar

“Gel” denilen yere gitmek ne gezer

“Git” denilen yerden kovuluyorlar

Güneşi kalplerinde saklayıp her biri

Yıldızları evlerine taşıyorlar

Kadınlar yaslanıp eğreti sevdalara

Güpegündüz tezelden yaşıyorlar…

 

Susuyorlar, bilmiyorlar, duymuyorlar

Şarkıların ve kitapların geçtiği yerde

Hiçbir mısraa uymuyorlar

Yaşamak dedikleri bir ömrün vardiyası

Aşkı yaşamaya kıymıyorlar

Kadınlar birazcık aşk katarak içine

Kadınlaşıyorlar…

Kıyıyı kovalıyor deniz, denizi okşuyor kıyı

Kıyıya geliyor deniz, denize gidiyor kıyı

Bulaç ve Karaca’nın kelimeye çevirdiği gerçeklikler ve gerekçeleri üzerinde köşe yazıları ötesinde tedarike ihtiyaç bulunduğu açık. Sitem aşinadan gelir, biganeden gelmez, denir. Kişi sevdiğini yerden yere vurur, bu da malumumuz. Daha çok anlayış ve daha çok ehliyete ihtiyacımız var.

Hz.Esma binti Ebubekir, vefat ettiğinde 100 yaşındaydı. Tek başına bir üniversite olarak yaşadı. Eğittiği kadınlardı. Hz.Ümmül-müminîn Aişe, kutlu rıhletten sonra 46 yıl yaşadı. Müslümanlar, dininin yarısını ondan öğrendi. Bir paravanı vardı; müminler ile perde arkasından konuştuğu. Bir de yiğenleri vardı, perdesiz yanına varbilen. Allah Rasulü âmâ sahabisi yanına geldiğinde ondan içeri çekilmesini istemişti. Aişe nazlanmıştı: O beni görmüyor ki diyerek. Ama aldığı cevabı hayatı boyunca unutmadı: Ama sen onu görüyorsun… Ondan sonra o da kimseyi görmedi. Ama bütün hayatını insanları eğitmeye adadı.

Hz.Fatıma’nın evinden dışarı çıktığına dair rivayet de yok denecek kadar az. Fakat bütün İslam âlimleri bilhassa Kur’an’ın enfüsî yorumlarının ondan geldiği konusunda müttefikler. Hangi üniversitede okudu cennet hanımlarının bu öncü kolu? Şimdi bizim bu her türlü mahrumiyet altında, nasır bağlayan ellerini gösterip babacığından bir yardımcı talep ettiğinde bile desteksiz kalan, ömrü 6 evladının, eşinin ve ümmetin maddi manevi felahı için mücahede üzre kaim olmakla geçen bu kadın-anamıza acımamız mı gerekiyor?

Karaca haklıdır; ev, ev; kadın, kadın; erkek, erkek olmaktan şiddetle uzaklaşmaktadır. Hiçbir mesele kendini oluşturan mantık seviyesinde çözülemez. Mutlaka daha üst zaviyeden bir bakış gerektirir. Kadın, mutlaka eğitilmelidir. Ama bunun yolu –mevcut haliyle- asla sadece üniversiteler olarak görülmemelidir. Bu satırlar İstanbul’un hatırlı bir üniversitesindeki 20 yıllık can-hıraş eğitim mücadelesinin bağrından çıkmış sahici cümleler olarak nazarı dikkate alınsın duasındayım.

Ve kadın ümmet şuuruna sahip olmak şartı üzere öncelikle daha iyi bir anne ve eş olarak bütün insanlığa fıtratındaki erişilmez merhamet ve yaratıcılığı zerk etmek üzere okumalı ve çalışmalı. Mesele ‘ne’ yaptığımızdan çok ‘ne için’ yaptığımızla ilgili. Kadın ve erkek fiillerinden önce niyetlerinden sorumlu olmayı hatırlamalı.

Kız ve erkek çocukları -modern ifadesiyle- sağ beyin faaliyetlerini kullanarak hayata bakarlar; ergenliğe kadar. Sonra beyler sol beyin algısıyla harekete devam ederken hanımlar aynı minval üzere sağ beyinlerini kullanagelirler. Sadece bu merkez nokta bile kız ve erkeklerin aynı eğitime tabi tutulmaması için ilmî bir sebep. Üzerinde ciltlerce kitap yazılsa da yeri…

O zamana kadar kadınlar hayatı ezberlemeye devam edecek ve ağlayacaklar; ağlayacak bir şey kalmayacak!..

Bize şiirden sonraki kısım, yani Elif Bilge Ceylan'ın değerlendirmesi hoş geldi. (Doğruluş)


Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.


 

Yazar: Elif Bilge Ceylan
05-08-10
E mail: Haberkültür.net
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
KADINLARIN ÇALIŞMASI MEVZUUNDA İKİ GÖRÜŞ
Online Kişi: 38
Bu Gün: 373 || Bu Ay: 5.347 || Toplam Ziyaretçi: 2.213.775 || Toplam Tıklanma: 52.103.608