ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / MAÂRİF (Eğitimle İlgili Yazılar)
Okunma Sayısı: 4008
Yazar: Ahmet Ar
ABİ, ROLE İÇERDEN YANMIŞ!

    

Ben dövdüm o okşadı

Bu yaz yaylaya çıktık. Bir kardeşimizin evi boşmuş; fırsat bu fırsat deyip niyetlendik. Ama öyle uzun boylu eşya filan götürmeye hem gönlümüz hem imkânımız yok. Şöyle kilim milim, bir iki sünger döşek, birkaç parça kap kacak, elbise filan…

Kardeşimize, atılmış bir buzdolabı ile ocak temin edilebilirse bize yeteceğini söyledik. O da “Tamam, o kolay.” deyince kendimizi Akdeniz Bölgesinin tabiatça şirin, tarihçe derin, havaca serin bir kazasında buluverdik.

İlk günler… İşi ne kadar hafif tutsak da bir yerleşme telaşı var. Dostlarımız bizi utandırdılar. Biri halı, biri ocak, biri döşek, biri kullanılmış bir koltuk takımı… derken ev umduğumuzdan güzel oldu.

Buzdolabını sona sakladım; çünkü söz onun etrafında dönecek. Kardeşimiz beni hocaların kaldığı bir lojmana götürdü. Bodruma indik, yirmi- yirmi beş yıl evvelinin bir AEG buzdolabı. Fişini taktık, çalışıyor gibi, iyi. Soğutma yaparsa arkadaşlar eve getirecek. Eve döndük. Üç beş saat sonra bir kamyonet dayandı, baktım bizim emektar buzdolabı… Bir taze gelin gibi kucaklayıp önceden hazırlanmış köşesine koyduk. Hanımla birlikte üstündeki kuş pisliklerini, yıllardan beri içine dışına sinmiş tozu-pası itinayla sildik, temizledik. Vee… fişi taktık! O ne, tık yok! Ee, bu, lojmanın bodrumunda çalışıyordu; üstelik soğutma da yapmış… Kablonun üzerindeki siyah izole bant dikkatimi çekti. Açtım baktım, lastik kısmı açılmış, iç kablolardan bazılarının metalleri görünüyor. Bir sakatlık çıkmadığına şükrettim. Hemen kardeşimize haber verdim. Telefon etmişler, bir elektrikçi abi geldi. Onun söylediğine göre kabloyu fare yemiş. Kabloyu kesti, iç kabloların uçlarını açtı, bazısını bazısı ile birleştirdi, sardı, sarmaladı, “Tamam” dedi, gitti.

(Bu noktada Elektrikçi Salih Abi’nin jestini söylemesem günah olur: “Borcumuz ne?” dedim, “Borç yok. Bu kadarcık bir işin borcu mu olur? Hoş geldiniz, güle güle oturun.” dedi ve tokalaşmak için elini uzattı. “Olmaz!” dedim,  “Mutlaka bir şey almalısın.” Bu defa güldü ve “O zaman sen ne verirsen ver.” dedi. Ben de çıkarıp bir şeyler verdim. Hey Allah’ım! Böyle insanlar kaldı mı yeryüzünde?)

Artık buzdolabımız çalışacaktı. Yüzümde bir memnuniyet ifadesiyle fişi yerine taktım. Aa, yine ses yok… Tabii hemen çalışacak değil, biraz beklemeliyiz herhalde. Bekledik… Iıh, haberi yok. Hemen -telefonunu almıştım- Salih Abi’ye durumu bildirdim. Az sonra yine geldi. Kabloyu açtı, önceki işlemleri yeniden yaptı, bu defa gitmeden fişi kendisi taktı. Dolap yine çalışmadı. Salih Abi bir düşündü, iki düşündü, “Abi bu benim yapacağım iş değil. Servise bir danışın.” dedi.

(Salih Abi’nin yeni jestini söylemesem günah olur: Arabasına gitti, elinde on kiloluk bir kayısı poşetiyle döndü. “Bu ne?” dedim, “Bu, yaptığımız işin hediyesi!” dedi. “Yapma, etme, koyma!” dediysem de döndü, yürüdü gitti. Hey Allah’ım! Böyle insanlar kaldı mı yeryüzünde?)

Kaldık buzdolabıyla baş başa. Önünde durup elimi gövdesine dayayarak derin derin düşündüm. Ani bir kararla arkasına baktım. Motor kısmında plastik kapaklı bir yer gördüm. Bu kapağı taktıklarına göre altında mutlaka mühim şeyler var diye düşündüm. Kapağı çıkarmak için zorladım, çıkmıyor. Daha dikkatli bakınca ortasındaki dişli çubuğu fark ettim. Kapağı bu diş tutuyordu. Kapağı çıkardım. Altında bir sürü geçmeli kablo uçları. Hanımın önünde işini bilen ustaların gururuyla hepsini çıkardım, metal kısımları bıçak ucuyla sıyırdım, yeniden taktım. Kalktım, fişi taktım. Yolunu gözlediğimiz müjdeli ses geldi! Zzzzzt diye bir ses… “Tamam, oldu!” diye haykırdım. Sevincim kısa sürdü; ses yine kesildi. Bekle bekle tık yok.

Artık ince usulleri bırakmanın, kadim tamir usullerini tatbik etmenin zamanı gelmişti. O plastik kapağı tuttum ve koparırcasına silkeledim. Kalktım, dolabın orasına burasına tekme tokat giriştim. Nihayet! Bir ses… Deminki sesten daha güzel ve kesintisiz… Dolabımız çalışmaya başladı. Hanıma döndüm, iftiharla “Bak dolabı tamir ettim, çalışıyor.” dedim. Hanım bir sevindi bir sevindi. Gözündeki parıltı bana kocasıyla duyduğu gururdan gibi geldi. Bilemem tabii. Hemen hazırdaki meyveyi, sebzeyi, zeytini, peyniri dolaba yerleştirdi. İçimiz rahattı, yiyeceklerimiz kokmayacaktı. Artık mutfağı bırakıp oturma odasına geçebilirdik.

Sevincimiz ertesi sabaha kadar sürdü. Sabah kalktık, bizim dolapta yine ses yok. Mesele değil, öğrendik ya çalıştırmayı… Yine plastik kapağı sertçe silkeledim, orasına burasına tekme tokat attım, fişi çıkarıp yeniden taktım. İşe yaradı, biraz sonra dolabımız yine çalışmaya başladı. Hanımı dürtüp iftiharla göğsümü işaret ettim. Ben bu işten anlıyordum. Elimden bir uçan, bir kaçan kurtulurdu. Hanım pek aldırmadı.

Ertesi sabah kalkar kalkmaz heyecanla dolabımızı kontrol ettim. Eyvah! Çalışmıyor. Ama dert değil. Evin maharetli erkeği ne güne duruyor? Plastik kapağı silkeledim, gövdesine pat put vurdum, fişi çıkarıp taktım. Netice yüz güldürücü!

Yirmi gün kadar dolabımızı bu şekilde çalıştırdım. Bazen iki üç gün devam ettiği de oldu.

Bir gün sigorta attı, elektrikler kesildi. Sebebini bilemedik. Başka bir gün plastik kapağı silkelerken bir kıvılcım çıktı ve sigorta attı. Hımm, demek sigorta önce de bu yüzden attı. Kendi eserimden korkmaya başladım; ya kapağı sertçe silkelerken, dolaba tekme tokat atarken elektrik çarparsa… Olur mu olur. İşimi daha temkinli yapmaya başladım. Ama silkelemenin, tekme tokatın faydası olmamaya başladı. Üstelik buzluğundaki buzlar eridiğinden dolabımız su koyverdi, kilimimiz ıslandı. Hanıma karşı gururum kırıldı; eskisi gibi böbürlenemiyordum. Sonunda iş olması gereken yere vardı…

Ev sahibimizi aradım, böyle böyle dedim, bana buzdolabından anlayan birini gönderebilir misin? Telefon etmiş, filan saatte gelecekler, dedi. Usta bu, öyle dediği saatte gelir mi? Bir iki gün oyalandıktan sonra kapımız çalındı. On yedi, on sekiz yaşında -bence toy- neşeli ve cevval bir delikanlı. “Abi dolap için geldim.” dedi. Hemen buyur ettik. Ben halecanla dolabın hikayesini anlatıyorum, o işini bilen birisi olduğunu belli eden bir eda ile “kısa kes, zaten biliyorum” der gibi beni kerhen ve sabırsızlanarak dinliyor. Beni dinlemeye devam ederken dolabın arkasına yumuluyor. Tekme yok, tokat yok, koparacakmış gibi silkeleme yok. Hazık bir hekim gibi yaralı yeri buluyor, kırıp dökmeden, okşar gibi işini yapıyor. Ben diyeyim iki, siz deyin beş dakika sonra elinde bir parçayı gösteriyor, “Abi, role içerden yanmış, değiştirdim, artık problem yok.” diyor. Sonra fişi kendinden emin bir şekilde taktı. Hayret! Hakikaten çalışıyordu. “Artık durmaz mı?” dedim. Yine aynı eda ile, “Durmaz!” dedi. Ücretini ödedim, gitti. O gün bu gün dolabımız hizmete devam ediyor, rahat ettik.

Dolap problemi bitti de, yaşadığım hadise içimde bitmedi. Üzerinde derin derin tefekkür ettim. Dünya hayatımızın belki de en mühim işi olan eğitim ve terbiye meselemizi düşündüm. Bu işlerle vazifeli hocalarımızın işinin ehli olmalarının ehemmiyetini yeniden idrak ettim.

Eğiticilerimizin birçoğu -maalesef- yaptıkları işin ehemmiyetinin farkında değil. Eline ham madde olarak verilmiş olan nesilleri yoğurup özlenen nesil haline getirmede istek, heyecan, idrak, ufuk ve donanımları yetersiz. Beşikteki bebekten yetmişlik ihtiyara kadar herkesin ancak ilgi, sevgi, ihtimam, yumuşaklık, bilgi, görgü… gibi hasletlerle kazanılabileceği hakikatine nedense gözler-kulaklar tıkanıyor. Yaş yaş, insan psikolojisinin hususiyetlerini bilmeyen; mesela çocuk, genç ve yetişkin psikolojisinden habersiz bir eğitici bu insanları kazanmada ne yapabilir? Hiç! Çocuğa nasıl davranmalı, gence nasıl, yetişkine, yaşlıya nasıl davranmalı? Köylüye nasıl, şehirliye, tahsilliye, tahsilsize nasıl davranmalı? Bir hizmet elemanının mutlaka bilmesi gereken hususlar bunlar. Bilmeyince ne olur? Benim dolaba yaptıklarım gibi olur. Birçok eğitici hâlâ dayağı, tekme-tokadı mesele halledici bir vasıta olarak kullanıyor. Dayaktan iyi kötü uzaklaşan, sertlik ve hakaretle işi çözmeye çalışabiliyor. Oysa bu arkadaşların insan kazanma, yeni nesilleri özlediğimiz nesil haline getirme aşk ve heyecanları olsaydı, bunun üzerine bir de çocuk ve genç psikolojisi mevzuunda yeterli donanımları olsaydı -yani aşk ve bilgi bir araya gelseydi- sertlik, dayak ve hakâret onların elinde bir eğitim ve terbiye vasıtası olmayacaktı. Tam tersine bilgi, ikna, yumuşaklıkla muamele meslek ve meşrebimiz olacaktı. Karşılaştıkları problemleri büyük bir dikkat, ferâset, sükûnet ve suhûletle halledivereceklerdi. Aynı buzdolabı tamircisinin yaptığı gibi. Kırmadan, dökmeden. Tekmeleyip tokatlamadan. Problemin kaynağı bilinecek ve müdahale zorlanmadan, kolaylıkla yapılacaktı.

Adamda aşk yok, donanım yok. Ama her şeyi en iyi kendinin bildiğini zannediyor. “Ben biliyorum işin hallini, bir tekme, dört tokat, görürsün ortalık nasıl süt liman!” diyen yıllanmış eğiticileri hâlâ görmekten muzdaribiz. Bir gün evin bu maharetli erkekleri tekme tokat atarken sigortaların atabileceğinden, hatta elektriğe çarpılabileceğinden habersiz. Bu taifeden bazıları bir şeyler hissedebiliyorlar ve -usullerini bırakmıyorlar da- işlerini daha temkinli, daha usturuplu, çaktırmadan yapıyorlar. Tabii bulundukları müessese su koyveriyor, kilimler ıslanıyor, ortalık sululuktan geçilmiyor. Arkadaşların birilerine karşı gururları kırılıyor, havaları sönüyor. İşler iyice sarpa sardığından kendileri kenara çekiliyor ve iş bir bilene teslim ediliyor. Bilen insanlar da elbette muvaffak oluyorlar. İşi devralan eleman kısa bir araştırma yapıyor ve teşhisi koyuyor: “Abi, role içerden yanmış!” İnşaallah hizmet, işini bilen yeni elemanın elinde devam eder, tekleyip durmaz.

Bilgisiz ve aşksız eğiticilerin elinden bir uçanla bir kaçan kurtulabildiğinden güzelim eğitim yuvalarındaki güzelim evlatların bir bir, bir meçhûle doğru uçup gittiğini, kaçıp gittiğini; uçamayanların, kaçamayanların da kendilerini kurtulamayanlardan saydıklarını görüp de kahrolmamak mümkün mü?

Bu buzdolabı hadisesinden sonra “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? (Zümer, 9)” düsturunu bir daha, yeniden ve derinden düşündüm.


Yazar: Ahmet Ar
13-08-10
E mail: ahmet_ar@dogrulus.com
Yazar Hakkında Bilgi ve Diğer Yazıları
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
ABİ, ROLE İÇERDEN YANMIŞ!
Online Kişi: 13
Bu Gün: 459 || Bu Ay: 8.272 || Toplam Ziyaretçi: 2.219.334 || Toplam Tıklanma: 52.154.767