ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / MÜLÂKÂT
Okunma Sayısı: 7330
Yazar: Yavuz Gencer
PROF. DR. M. EROL KILIÇ'LA TASAVVUF ÜZERİNE SOHBET

Tasavvuf İslam'ın arkeolojisidir

Mahmut Erol Kılıç ile Sabah Gazetesinde yapılan  mülâkat:

Sabah Gazetesinde İslam’ı zahiri ve batınıyla yorumlayabilecek ve kadim gelenekten değer üretebilecek açılımlarla gününe söylecek önemli sözleri olan Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç ile bir söyleşi yapılmış. Yine o yumuşak ve emniyet hissi uyandıran üslup ile pek çok girift meselede uyanıklığa sevkedici mesajlar verilmiş. Her zaman olduğu gibi sorulandan daha fazlasını bulduğumuz bir mükâleme olmuş. Eğrileri düzeltmek için ellerinde yetki bulunanların okuması ve düşünmesi gereken çok şey var içinde:    

“Yüzyılın başında tekke ve medreselerin kapatılmasına karşı çıkan Mustafa Kemal'in yakın arkadaşları da vardı. 'Paşam, İngilizin Oxford'u, Fransızın Sorbonne'u var, bizim de bu müesselerimiz var,' demişlerdi. Evet, reforma ihtiyaç vardı, ama devrime var mıydı? O çizgi ruh olarak sürseydi, bizim modernistlerimiz dinlerini içselleştirselerdi, daha güzel sentezler çıkardı ortaya. İslam dini, elit kesimin elinden çıkınca toplumda itibarlı konumunu kaybetmeye başladı. O ailelerin çocukları daha çok mühendislik ve tıp okumaya başlayınca, dindarlık ve dini ilimler ister istemez taşraya kaydı. Ciddi bir paradokstur bu. Halil İnalcık'ın tabiriyle yine, 'Cumhuriyet kurucularının iyi niyetli hataları,'dır bunlar. Siz hem İslam dininin fanatik tarafıyla mücadele etmeyi düşünüyorsunuz hem de bununla en güzel mücadele edecek yer olan tekkeleri kapatıyorsunuz.”

"Ülkemizde tasavvufi pratikler yasaktır. 30 Kasım 1925'te çıkarılan kanunla yasaklanmıştır. Ki AB'ye giriş süreci içerinde buna da dikkat çekmek istiyorum. Sümela Manastırı'nda ayin tertip edilmesi gibi özgürlükleri destekleyen biriyim, ama aynı şekilde İslam Tasavvufu'nun pratiği üzerine kurulmuş olan prangaların da dile getirilmesini istiyorum. Dergâhı kapalıdır İslam Tasavvufu'nun.”

“Rönesans, Budacı bir anlayışın tepetaklak hale getirilmek suretiyle oluşturulmuş bir anlayış. Bugünkü gayri insani birçok yaklaşımın fikri temellerinde Rönesans yatmıyor mu?” gibi… Tamamını paylaşıyoruz keyifle:


İslam felsefesinde tasavvuf, İbn Arabî gibi isimlerden öte İbn-i Rüşd gibi akılcı diyebileceğimiz filozoflar öne çıkıyor sanki. Nedir sizce bunun sebebi?

Selçuklu Osmanlı çizgisinde, büyük bir İslam düşünürü olmakla beraber yaklaşık 800 yıl İbn-i Rüşd tanınmaz bu topraklarda. Cumhuriyet dönemiyle beraber, kurucular, Tıbbiye ve Harbiye'den mezun pozitif bilimler tahsil etmiş kuşak tarafından keşfedilmiştir. İbn-i Rüşd, Batı'dan keşfedilmiştir, Doğu'dan değil. Kemalist İslam anlayışının bu yaklaşımını modern Müslümanlar da benimsemişlerdir, o yönde örtüşürler.

İbn Arabî, kitabınızda da belirttiğiniz gibi yemeğine zehir katılarak öldürülmeye çalışıyor. Nedir insanları rahatsız eden?


Öldürme teşebbüsü enbiya ve evliyanın, nebilerin ve velilerin çokça başına gelmiştir. Bundan dolayı şehit peygamber çoktur. Bunun izahı: Alt mertebe, üst mertebeyi öldürmek ister. Bunun sebebi kıskançlık olabiliyor, siyasi bazı şeyler olabiliyor, ama en temelde anlamayanlar var. Ki bunlar Kuran tabiriyle çoğunluktadır. İbn Arabî gibi İslam irfanını en üst mertebelerinden açmaya çalışan bir kişiyi, daha alt mertebelerde dondurulmuş bir anlayış sahiplerinin kolayca hazmetmesini beklemek de abestir.

'İbn Arabî'ye Osmanlı'nın yükseliş döneminde önem verildi ama çöküş döneminde yeterince önemsenmedi,' diyorsunuz. Nedir bunun sebebi?   

Son yıllarda Halil İnalcık hocanın da belirttiği gibi; Osmanlı'da maneviyat tarihini ihmal ettik. Yegâne parametre Osmanlı toplumunun çöküşünde ekonomik değildir. Osmanlı aydınları, 'Biz iki anneden süt emdik; İbn Arabi ve Mevlana,' diye tarif ederler. Devletin kuruluşu oraya dayanıyor. Orhan Gazi, Osman Gazi'lerin yanında bulunan aydın kesim, İbn Arabî çizgisinde olan kesim. Çok sonraları bu kesim Çivizade ve Kadızade ailesinin gayretleriyle dışlanmaya başlamıştır.

Nasıl gayretler?

Bunlar fıkıh ilmi mensupları... 'İslam dini eşittir hukuki normlar,' diyen yaklaşım. Oysa ki bakıyoruz Kuran'a, hukuki normlar, yaptırımlar, yüzde 30'luk bir yeri işgal ediyor. Onun haricinde büyük bir oranda tefekkür dünyası ve buna ait ilimler var. Bu ilimler ihmal edilip, forma ait ilimler öne çıkarılırsa, bu din bir yerden sonra pıhtılaşır, dondurulur. Bu yeniyetme molla tipi Çivizadeler'in temsil ettiği tahrikler, ajitasyonlar sayesinde tekkeler basıldı, dervişler dövüldü... Cumhuriyet'in Diyanet İşleri Başkanlığı anlayışı, Çivizade çizgisine yakın bir çizgidir. Arapça grameri öğrenmek suretiyle ortaya çıkan bir din alimi tipi oluşturmuştur tüm bunlar. Oysa Yunus 'Şeriat, tarikat yoldur varana, hakikat marifet, andan içerü,' demiştir. Bu dörtlük, İslam din felsefesini anlatmak için size 10 bin sayfa kitap yazdırır. Tasavvuf, İslam dininin arkeolojisidir.

İmam Hatip Lisesi ya da üniversitelerde okutuluyor mu İbn Arabî?

Maalesef. İslam dünyasının geneline baktığınızda Tasavvuf Ana Bilim Dalı diye müstakil bir bilim dalı yok. Hatta bazı ülkelerde yasak. Ülkemizde tasavvufi pratikler yasaktır. 30 Kasım 1925'te çıkarılan kanunla yasaklanmıştır. Ki AB'ye giriş süreci içerinde buna da dikkat çekmek istiyorum. Sümela Manastırı'nda ayin tertip edilmesi gibi özgürlükleri destekleyen biriyim, ama aynı şekilde İslam Tasavvufu'nun pratiği üzerine kurulmuş olan prangaların da dile getirilmesini istiyorum. Dergâhı kapalıdır İslam Tasavvufu'nun.

Tekkelerin kapatılmasının 'Köy İslamı' diyebileceğimiz oluşumda da payı var mı?

Yüzyılın başında tekke ve medreselerin kapatılmasına karşı çıkan Mustafa Kemal'in yakın arkadaşları da vardı. 'Paşam, İngilizin Oxford'u, Fransızın Sorbonne'u var, bizim de bu müesselerimiz var,' demişlerdi. Evet, reforma ihtiyaç vardı, ama devrime var mıydı? O çizgi ruh olarak sürseydi, bizim modernistlerimiz dinlerini içselleştirselerdi, daha güzel sentezler çıkardı ortaya. İslam dini, elit kesimin elinden çıkınca toplumda itibarlı konumunu kaybetmeye başladı. O ailelerin çocukları daha çok mühendislik ve tıp okumaya başlayınca, dindarlık ve dini ilimler ister istemez taşraya kaydı. Ciddi bir paradokstur bu. Halil İnalcık'ın tabiriyle yine, 'Cumhuriyet kurucularının iyi niyetli hataları,'dır bunlar. Siz hem İslam dininin fanatik tarafıyla mücadele etmeyi düşünüyorsunuz hem de bununla en güzel mücadele edecek yer olan tekkeleri kapatıyorsunuz.

Şeyh-i Ekber kitabınızda Hallac ve Şibli'nin yaşadığı bir anekdota yer veriyorsunuz. Şibli; 'Ben ve Hallac aynı kâseden içtik. Ben ayık kaldım, o sarhoş oldu. Bunun üzerine hapsedildi, dövüldü, öldürüldü,' diyor. İbn Arabî de 'Şibli'nin ayıklığını, Hallac'ın sarhoşluğuna tercih ederiz,' diyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Hallac'ın durumu da sonuçta büyük 'aşk'ın taşmaları değil mi?

İbn Arabî gibi düşünüyorum diyebilirim. Bu İslam Tasavvufu'nda sahv ve sekr yaklaşımlarının bir tartışmasıdır. Sahv, ayıklık demektir. Sekr sarhoşluk, manevi sarhoşluk demektir. Siz nasıl beşeri hayatınızda bazı anlarda heyecana kapılırsınız, ki bu daha çok aşk hallerinde olur. Sırılsıklam âşık olduğunuzda biyokimyanız nasıl değişiyorsa aynı. Kimseyi takmama başlıyor. Aynı şey maneviyat ilimlerinde de söz konusu. Sekr'e erenler dağınık şeyler söyler, üstlerine başlarına dahi dikkat etmekten vazgeçerler. O dönem 'Ağır ol molla desinler,' yaklaşımı neyse, ona aykırı hareket ederler. Kalenderi tarzda hareket etmeye başlarlar. Sahv haliyse uyanıklık hali. Şeriat halinde bir ağırlık vardır. Sonrasında sarhoşluktur makbul olan. Sarhoşluktan sonra ikinci sahv hali gelir. Toplum içinde kendini tutan ama iç alemde sarhoş olan... Onun için İbn Arabî, Şibli diyor. Ama 'Hallac da yanlış yaptı,' demiyor. 'Hallac mübarek bir kardeşimizdir, aşk şehididir, ne yapsın, dayanamadı, 'Enel hak,' dedi, oysa biz onu her gün söylüyoruz,' diyor. Sır herkesin yanında açıklanmaz.   

Biraz da o yüzden mi kapalı aslında tasavvuf, şifreleri var.  

Tabii ki tasavvuf, herkes tarafından anlaşılamaz. Bir mollanın tasavvufu yorumla anlamaması doğal bir süreçtir. Katı yobazların ileride belirli bir yaştan sonra tasavvufa gelerek dönüştüğünü görmekteyiz. Bilemezsiniz kimde açılımın olduğunu...

İbn Arabî felsefesinde Hz. Muhammed'in önemi büyük. Oysa sizin de zaman zaman değindiğiniz gibi Hz. Muhammed'in genelde savaşçı tarafı öne çıkarılıyor.

İslam dini, din, her şeyden evvel manevi bir olgudur. Bu manevi yapının tabii ki sosyal uzantıları vardır ama ikinci merhaledir. Siyasi bir ideoloji olarak vahyolunmaz din. İnsanları kurtarmak üzere gelmiş bir maneviyat yoludur. Peygamberin birincil vasfı Allah'la kul arasında yaptığı aracılıktır. Allah'tan insanlığa getirdiği mesaj ve onun talimi öğretimi doktrindir. Konjonktür gereği arızi olarak başına gelirse savaşır ama talep etmez savaşı. Gayesi savaş değildir... Peygamberimiz esas savaşın tasavvufi manada bir savaş olduğunu gösteriyor. Modern Müslümanlar, İslam dinini bu formattan çıkararak, salt ideolojik bir projeye indirgedikleri için, ki bu da düşmanın üzerlerindeki baskılarından dolayı bu hale geldi.

Bir söyleşinizde Paul Coelho'nun Simyacı kitabının hikâye örgüsünü Mesnevi'den aldığı itirafını belirtip, 'Bu itirafı yapan var, yapmayan var,' diyorsunuz.

Bazı edebiyatçı, felsefeciler bunu dürüst şekilde ifade ediyor. Önce bu felsefeyi doğru bir şekilde özümsemek gerekiyor, özümsedikten sonra kendi eserinizde kullanabilirsiniz. Ülkemizdeyse bazı edebiyatçılarımızın, Sufi inisiasyonundan haberleri olmadığı için bir moda akım olarak sırlı, gizemli kitaplar yazabiliyorlar. Motif olarak kullanıyorlar. Maneviyat içermeyen romanlar. Oysa felsefelerinden istifade etmeleri gerekir. Coelho'nun Simyacı'sını okuduğunuz zaman Mevlana'nın kast ettiği hedefi de görüyorsunuz.

Yine bir söyleşinizde eski Çekoslovakya Devlet Başkanı Havel'in '21. yy toplumları o toplumda kaç tane bilge, kaç tane filozof olduğuna göre değerlendirilecek,' sözünü alıntılıyorsunuz. İslam felsefesi üzerine düşünürsek, yeterli sayı oluşmuş mudur?


Şu an için eskiden üretilmiş olanların son halkalarını yaşıyoruz... Halkalarda kopmalar başlayacak neredeyse. Şu an hâlâ tek tük dahi olsa doğum tarihi Osmanlı İmparatorluğu'nda olan bazı insanlar var. Bu kopma üç dört kuşak olmadı henüz. Dolayısıyla hâlâ ümit var.

Son yıllarda tasavvuf, İbn Arabî gibi düşünürler Batı'da da ilgi görüyor. Chicago, Londra'da merkezler var.

Rumi üzerine özellikle böyle bir pazar oluştu. Sufizm yükselen bir değer. Bunun sebeplerinden biri de tasavvufun bazı ülkelerin 'El Kaide sonrası İslam, hangi İslam olacak?' çalışmaları yapan strateji merkezlerinde yükselen bir değer olarak görülmesi. 'Komünizm gelecekse biz getirelim,' mantığından hareket ederek, Sufizm'e yatırım yapan devletler var.

Siz de Oxford'daki Muhyiddin Ibn Arabi Society'nin üyelerindensiniz...

Batı'da böyle kuruluşlar vardır. Mesleki bir şey bu. Üyelerin içinde Müslüman olan da var, olmayan da... İbn Arabî çalışan akademisyenlerin irtibat noktasıdır.

'İslam kendini revize edemedi, İslam felsefesinde Rönesans yaşanmadı,' eleştirilerine ne diyorsunuz?

Biraz ezber bozan, bir kontra soru sormak istiyorum; 'Rönesans ne kadar insanların mutluluğunu, huzurunu sağlamıştır?' Aydınlanma, Budacı bir anlayışın tepetaklak hale getirilmek suretiyle oluşturulmuş bir anlayış. Bugünkü gayri insani birçok yaklaşımın fikri temellerinde Rönesans yatmıyor mu? İslam, bir yere kadar bilimsel gelişmeyi teşvik ederdi ama bir yerden sonra edemezdi. Değil İslam, hiçbir semavi din edemezdi. Jacop Littleman'in Batı'nın Bilimi, Doğu'nun Bilgeliği isimli kitabından bir örnek vereyim, siz İslam'a tatbik edin. Kitapta ateşi ve barutu ilk Çinlilerin bulduğunu, ama bunu ateşli silah yapmak yerine Tao'cu bir dünya görüşüne bağlı oldukları için dini bayramlarda havai fişek olarak kullandıklarını ve silah icat eden beyaz adama karşı üstünlüklerini yitirdiklerini söylüyor. Bunun bir benzeri de İslam dünyasında oldu. Çağımızdan, sekiz yıl süren İran-Irak Savaşı'ndan bir örnek verirsek, Saddam Hüseyin, Halepçe'de kimyasal silah kullanırken Humeyni, bir din adamı olarak 'Ülkemiz işgal edilse bile biz o silahı kullanamayız,' diyor. Ermeni katliamı, ne kadar oldu olmadı, onları tarihçilere bırakmak lazım ama Srebrenitsa'da katliam olmuştur ve o insanlar Bosna'da bunu her yıl anmaktan rahatsız olmaktadırlar. İslam'da trajediyi anmak değil, unutmak vardır.

Günümüzde din adamları yeterince yaşıyor mu sizce tasavvufu, halkı yönlendirebiliyorlar mı?

Nadiren, değerli imamlarımızı tenzih ederek söylüyorum, Cumhuriyet projesinin ürettiği din adamları, camiye cemaat gelsin diye minareyi sarı laciverde, Fenerbahçe renklerine boyatabiliyor. Geçen yıl 10 dakikada teravihten çıkaran cami yarışması bile olmuştu. Allah'tan Diyanet el koydu. Böyle hilkat garibesi imam tipleri camilerin ruhani bir merkez olarak kurgulanmamasından kaynaklanıyor. Kilise öyledir mesela. Oysa camiler, Cumhuriyet'ten sonra salt fiziki hareketlerin yapıldığı yerlere dönüştü.

Şu teravih yarışını anlayamadım hocam ben...

Eyüp'te bir imam vardı, kapısının önü Mercedes'lerle doluydu. 20 rekat namazı, yedi dakikada çıkarıyordu. O namaz namaz değildir, o namaz günah.

Mercedes'ler demişken, Mekke'ye yapılan, bayağı ilgi gören lüks otel Zemzem Towers'a ne diyorsunuz?

Vahabi yaklaşımda da maneviyatın dışlanması söz konusu olduğu için İslam maneviyatının dışlanması paralelinde ister istemez oluyor bunlar. 'Âlemde boşluk yoktur,' fetvasınca, o boşluğu böyle bina yapımlarıyla tamamlamışlardır. İslam ezoterizminin yasaklanması ülkemizde de büyücülük, üfürükçülük, sahte şeyhlik gibi kavramların çoğalmasını sağlamıştır. 1917 Ekim Devrimi'nin 'Dine ait ne varsa kazıdık,' demek suretiyle kiliseyi, havrayı kapatmasından sonra 1925'te Sovyetler Birliği'nin büyücü dolmaya başlamasıyla aynı. Onlar son 10 yıldır yeniden kendi dini gelenekleriyle barışmaya başladı.

Biz barışıyor muyuz?

Bizde 1917 Ekim Devrimi hâlâ sürüyor.

Radikal Müslümanlara ne diyeceğiz?

Karşı beslenme o biraz da. Karşı taraf kendine benzer şeyler yaratmaya başladı ki ister istemez böyle bir şey çıkardı ortaya. Zihniyet olarak o zihniyete mensup değilim ama siz Afganistan, Irak'ı talan etmişsiniz, İslam dünyasına kukla rejimler getirmiş, gençlerin dini anlayışlarında hiçbir müsamaha göstermeyen yaklaşımlar sergileyerek bu çocukları radikalizme itmişsiniz. Buna düdüklü tencere örneği deniyor. Toplumun bir kesiminde yaşama hakkı tanınıyor ki, havası gitsin. Tamamen kapatırsanız, patlar hale gelir.

İbn Arabî 'Dönemini iyi tanı, ona göre hareket et,' diyor. Yeterince tanıyor muyuz?

Devrin özelliklerini bilmek lazım. İbn Arabî der ki, 'İyi tanıyabilirseniz sonrasını öngörebilirsiniz. Bunu bilmeyenler de size keşf ehli der. Oysa ki siz bazı şeylere bakarak söylersiniz onu.' Ülkemizde de bazı öngörülerde bulunulabilir ama tartışılacak zemin oluşmadı. 'Ben şeyhim, alimim,' diyene kuşkuyla bakmalı. Sosyalistim diyen kapitalist, kapitalistim diyen sosyalist, Sünniyim diyen Alevi çıkabilir. Hiç kimsenin beklemediği, pozitivist bir aydınlanmayı bir İslamcı, İslam tasavvufunun önünün açılmasını bir sosyalist sağlayabilir.  

Mahmut Erol Kılıç Hocamızı okuduğunuzda veya dinlediğinizde konu ne olursa olsun ortamda belirgin bir hal teneffüs ediliyor: Huzur! Meselelerin kök sebeplerini ve tezahürlerini şekillendiren saikleri bilmekten kaynaklanan bir topraklama üslubu duruma hakim oluyor. Hiç kimsenin kendi fikrine göre konuyu kaydırabildiği bir söyleşisini okumadık Hoca’nın. Beyanları, kimsenin ‘aleyhinde’ olarak da yer bulmadı yazılı ve sözlü litatürde bu güne kadar. Sadece meseleyi aslına çekmek ve orta nokta üzerinden konuşmak diyebileceğimiz ilmi perspektiften hiç şaşılmadı. İtiraz edilemeyecek derecede iki kanatlı bir ilmin, şahsi tedarik adına değil, insanlığın menfaatine kullanılmasından ve derin bir iyilik azminden doğan bu ‘orta üslup’ kemikleşmiş meselelerimizin çözümünde fikir birliğine varabileceğimiz ortak müstakim bir yol olarak görünüyor.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Bir hatırlatma: Mahmut Erol Bey, tasavvufu iyi bilen bir ilim adamı. Ama bu sohbetinde tasavvuf deyince akla sadece İbn Arabî gelir gibi bir intiba uyanıyor. Oysa gerçek böyle değil; Hoca da bilir böyle olmadığını. Soruların gelişi onu böyle konuşmaya yöneltmiş olabilir. Evet, biliyoruz ki İbn Arabî tasavvufun mühim bir ismidir. Vahdet-i vücud ekolünün en büyük sîmâsıdır. Ama Nakşibendî yolunun büyüklerinden İmam-ı Rabbânî Hazretleri İbn Arabî'yi birçok bakımdan tenkid etmiştir. Mahmut Erol Bey bu hususları da iyi bilir; ama mülâkâtı yapan sormadığı için burada yer veremediğine inanıyoruz. (Doğruluş)



Yazar: Yavuz Gencer
24-08-10
E mail: Haberkültür.net
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
PROF. DR. M. EROL KILIÇ'LA TASAVVUF ÜZERİNE SOHBET
Online Kişi: 14
Bu Gün: 371 || Bu Ay: 8.184 || Toplam Ziyaretçi: 2.219.234 || Toplam Tıklanma: 52.154.538