ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : İKTİBAS / Muhtelif Mevzûlar, Yazarlar, Yazılar
Okunma Sayısı: 5200
Yazar: Ahmet Taşgetiren
EY RAHMET İNSANI, NEREDESİN?

Müslüman, Allah'ın huzurunda yüzünü toprağa süren insan...

Fakrının farkında olan...

Her şeyini Yaratan'a borçlu olduğunun şuurunda...

Bütün hayatı “hiçlik bilinci” üzerine kurulan...

“Ben yoktum Sen varettin” diye hayata başlayan...

Böyle bir öz etrafında dokunan bir şahsiyet...

Rahmet, işte bu şahsiyetin ana dokusudur.

Başkası olamaz Müslüman... Başka her şey firedir onun kişiliğinde...

Allah'ın huzurunda yüzünüzü yere süreceksiniz ve ondan sonra o yüce huzura, zulm ile varacaksınız, hecr ile, yıkımla...

Olur mu?

Allah'ın sevmeyeceği işlerle dolu bir kara defter oluşturup Huzur-u ilahiye varmak...

Olur mu?

Beşer hamurunu ilahi değerlerle yoğuruyor İslam ve ondaki vahşet tortularını silip süpürüyor... Onda Allah'ın emanetini taşıyacak bir şahsiyet oluşturuyor.

Müslim, bir yandan Allah'ın yoluna teslim olmuş insanı, diğer yandan bulunduğu her yere “silm” taşıyan, orada huzur, güven, barış, selamet iklimi oluşturan insanı anlatıyor. Aslında Allah'a teslim oluşun içinden çıkacak insan karakteri de, böyle bir “silm taşıyıcılığı” olacaktır.

Mü'min, bir yandan Allah'a iman etmiş, gönülden bağlanmış insanı, diğer yandan bulunduğu yere “emn” taşıyan, orada güvenlik, emniyet iklimi oluşturan insanı anlatıyor. Aslında Allah'a gönülden iman etmenin içinden çıkacak insan karakteri de böyle bir “emn taşıyıcılığı” olacaktır.

Bir insan, İslam'ın yalnızca “Kul hakkı” disiplinini anlasa ve hayat ölçüsü yapsa, ondan “Rahmet insanı”ndan başka bir kişilik çıkmaz.

Sadece “gıybet”in hesabını verme korkusu yeter bir Müslümanı “dil afeti”ne karşı korumaya...

Gittiniz, bir daha geri dönemeyeceksiniz, yazılan yazılmış olacak bir kere ve orada, “gıybet dosyanız” açılacak. Haydi savun, savunması yok. Bir ebediyyet iflasını hangi Müslüman göze alır? Almaz, yani almamalı işin başını – sonunu iyi düşünmüş, Müslümanlığın ne demek olduğunu iliklerine kadar hazmetmişse...

Hiçbir sermayesi yokmuşçasına savrulan kelimelerden böyle hesaba çekileceğini bilirse Müslüman, ya insan ilişkilerinde hoyratça aştığı sınırların nasıl derdine düşer?

İyi Müslüman, küçük günahları bile üzerine düşecek bir dağ gibi görürmüş... görmeli imiş...

Hani “Leylayı incitirsin” diyor ya Mecnun...

Bir iş yapacaksın ve o varıp, Rahman ve Rahim olan Allah'ın gayretine dokunacak... Onun hoşnutsuzluğu ile buluşacak... Bunu nasıl göze alır bütün derdi Allah Teala'nın hoşnutluğunu kazanmak olan Müslüman?

Bir insanı alsın İslam, sıfırdan, ne verir ona?

“Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...” başlayacağı bir hayatın anahtarını, çerçevesini, tılsımını, sırrını verir, değil mi?

İnsan, yani Müslüman, “Bismillahirrahmanirrahim – Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...” diyerek hangi insanın ayağına basar, hangi insanın gönlünü incitir, yüreğini yakar? Hatta insanın ötesinde hangi varlığa cevr ü cefada bulunur? Bu, Yaratan'ın şahidliğine rağmen bir zulüm, bir yoldan çıkma, haddi aşma, sınır tecavüzü olmaz mı?

“İhsan şuuru”, yani “Allahı görüyormuş gibi – O'nu görmese de O'nun kendisini gördüğü bilinci içinde bir hayat tanzimi” de bir Müslümanlık kıvamını ortaya koyuyor. Bütün dünyevi tarassutlardan soyutlanmış bir alanda bile haddi aşmamaya götürüyor bu Müslümanı...

Müslüman “Rahmet insanı” çerçevesinden çıkmak ya da “Zulüm ve zulmet insanı” olmak için nereye gidebilir ki?

Bir tek yere... Müslümanlıktan fire vereceği bir ruh aşınmasına...

Allah Rasulü -sallallahü aleyhi ve sellem- İslam'ın ilk ışıklarının doğduğu günlerde, nice bir vahşi simadan yıldızlar parlaklığında şahsiyetler inşa etti. Onlardan birisinin İslam'dan önceki adının “Vahşi” olması bu anlamda sembolik bir değer de taşımıyor mu? Vahşi, vahşi idi, çünkü öldürdüğü adamın ciğerini söküp, ağzında çiğneyebilecek bir yürek ufuneti içine sürüklenmişti. İslam o adamdan, yufka yürekli bir “sahabi – dost” çıkardı. Vahşi, yalnız o değildi oysa, kız çocukarını diri diri toprağa gömen daha kaç insan vardı ve onlar, İslam'ın potasında yepyeni bir “Rahmet insanı” oldular.

Dedi ki onlara, Kutlu Haber'in taşıyıcısı ve bütün zamanların Rahmet önderi:

-Müslüman elinden ve dilinden başkalarının emniyette olduğu insandır.

Dedi ki:

-Ayıpları araştırmayın. Hased etmeyin. Kin tutmayın. Birbirinize lanet etmeyin. Kimsenin gizli hallerini araştırmayın. Katı kalpli olmayın. Kibri terkedin.

İnsanların yüreklerini yıkadı, gözlerini, ellerini, ayaklarını, ruhlarını yıkadı...

Dedi ki:

-Merhametli olun. Sevin birbirinizi. Mütevazı olun. Birbirinizin dertleriyle ilgilenin. Birbirinizin hatasını düzeltin. Arındırın birbirinizi. Hediyeleşin. Selamlaşın birbirinizle.

Onları insanlığın ebedi erdemleri ile yeniden donattı. “Ademoğlunun mükerrem fıtratı” ile yeniden buluşturdu onları...

Bir Müslüman şahsiyetinin en temel vasıflarından biri olan “Takva”nın tarifi yapıldı.

-Sen hiç dikenli yolda yürüdün mü? Orada nasıl dikenlere basmamak için sakınır, ayağını çok dikkatli atarsın. İşte öyle, hayat seyrinde günaha düşmemek için dikkatli atman gerekir adımlarını... Takva budur.

Böylesine titiz bir süzme ile yaşanan bir hayatın içine kişiliği kirlere bulayan yanlışlıklar girer mi?

Türkistan Şeyhi Hace Ahmet Yesevi dergahında dünyanın dört bir yanına İslam'ın rahmet iklimini taşımak üzere göndereceği gönül davetçilerini şu yürek genişliği ile eğitiyordu:

“Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen – Öyle mazlum yolda kalsa hemdem ol sen”

Yusuf Has Hacib, bütün zamanlara şöyle bir “Saadet Bilgisi” sunuyordu:

-Zulüm yanar ateştir, yaklaşanı yakar.

Ömer bin Abdülaziz, kudretin imtihanını şu cümleye sığdırıyordu:

-Affın en güzeli güçlü iken yapılanıdır.

İmam Gazali, hayatın ve mematın kanununu şöyle özetliyordu:

-Ey oğul! Istediğin kadar yaşa, nasıl olsa bir gün öleceksin. Dlediğini sev, nasıl olsa bir gün ayrılacaksın. İstediğini yap, nasıl olsa bir gün hesabını vereceksin.

Mevlana işin sırrını şöyle ifade ediyordu:

-Ömür yarınlara bağlanan ümitlerle geçip gitmede, gafilce kavgalarla, gürültülerle, didinmelerle tükenip durmaktadır. Sen aklını başına al da, ömrünü şu içinde bulunduğun bir gün say. Bak bakalım bu günü de hangi sevdalarla harcıyorsun.

Muhyiddin-i Arabi, Müslümanın rahmet ufkunu şöyle belirliyordu:

-Allah'ın kullarına şefkat ve merhametle muamele et. Merhamet ve şefkatini bütün canlılara ve yaratılmışlara bolca yay ve şöyle deme: Bu ottur, cansızdır, faydası yoktur. Evet, onların faydası ve bir çok hayrı vardır. Yaratılmışı, üzerinde bulunduğu hal üzere bırak ve ona Yaratıcı'nın merhametiyle merhamet et.

İşte böyle...

14 asır içinde İslam'ın merkez insanları, Kutlu Önderlerinden aldıkları rahmet rüzgarını böyle taşımışlardı. İslam'ın insanı böyle yetişmişti ve o çağlar, İslam'ın rahmet çağları idi.

İslam, bugün, yarın gene yetiştirecek o insanı... Çünkü o insana yine ihtiyacı var zamanın ve İslam'ın rahmet potası orada duruyor.

Yine rahmet önderleri olacak, yine elele tutuşacak insanlar onlarla ve yine rahmet yüklenmiş nesiller gelecek.

“Bismillahirrahmanirrahim” diyerek yeniden yola çıkacak zamanlara ihtiyacı var dünyanın...

İnsan rahmet ikliminden çok uzaklaştı çünkü İslamsız yaşanan zamanlarda...

Zaman çağırıyor: Nerdesin Müslüman, ey Rahmet İnsanı neredesin?

Yazar: Ahmet Taşgetiren
14-09-10
E mail: ethem92@mynet.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
EY RAHMET İNSANI, NEREDESİN?
Online Kişi: 21
Bu Gün: 189 || Bu Ay: 6.701 || Toplam Ziyaretçi: 2.216.322 || Toplam Tıklanma: 52.125.826