ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : TASAVVUF / TASAVVUFA DÂİR
Okunma Sayısı: 2620
Yazar:
TASAVVUFU NASSLA TEMELLENDİRME MEVZUUNDA BİR TARTIŞMA-II

Okuyucularımızın bu yazıdan önce "Tasavvufu nasslarla temellendirme mevzuunda bir tartışma-I" başlıklı yazıyı okumalarını tavsiye ederiz. (Doğruluş)

Fatih M. Tiyanşan'ın cevaba cevabı:

Vermiş olduğunuz cevaba cevaben şunları ifade etmek istiyorum:

*Öğretinin doktrin kelimesinin karşılığı olarak anlamlandırılması da bu kelimenin Allah katında tek din olarak kabul edilen İslam’ın kurallar bütünü şeklinde ifadelendirilmesine manidir. Doktrin felsefi bir kavramdır ve bir inanca ait ilkeler dizisi olması bu felsefi çerçevede değer bulabilir. Nasıl ki bir İslam Felsefesi’nden söz edemezsek doktrin ya da öğreti kelimesini gerçek anlamda “din” kelimesine karşılık olarak ya da onun herhangi bir cüzü anlamında kullanamayız.

*Dinin bir dogma kısmı olduğu ifadesi de yanlıştır. Bir oryantaliste göre mesela İslam’da dogmalar olabilir. Ancak nass kavramı kesinlikle dogmanın karşılığı değildir. Bize ait kavramlarla başkalarının bize dayatmaya çalıştığı kavramlar arasında fark vardır.

*Dinin kurallarıyla bilimin ya da felsefenin kuralları herhalde aynı temel değerler üzerinden anlaşılamaz. Ancak siz kullanmış olduğunuz kavramlarla dini sanki teoriği ve pratiği olan bir bilim dalı seviyesinde yahut bir felsefi sistem çerçevesinde yorumluyorsunuz. Bu başlıbaşına bir sorun teşkil ediyor.

*Epistemeloji, anlamını bizatihi bilimsel çerçevede bulur. Bilgiye vurgu yapmakla biz dini epistemelojik birtakım temeller üzerine oturtamayız. Eğer bir bilgiden söz edeceksek dini bilgi ile bilimsel bilgi yahut felsefi bilgiyi aynı kavramlar üzerinden düşünemeyiz, yorumlayamayız.

*Kullandığınız kavramlar dine ve dini mevzulara rasyonel bir bakış açısı geliştirdiğinizi ifade ve ispat ediyor. Akılcılık derken kastettiğim şey budur. Aklını kullanmak ise bu değildir. Kullanmış olduğunuz mantıksal çerçeve bilimsel metodolojiye gayet uygundur. İslam mantıksızlığı ya da aklı devredışı bırakmayı öngörmez, ancak aklımız ve kullandığımız mantıksal çerçeve bilimin ya da felsefenin mantıksal çerçevesine yaklaşıyorsa orada bir sorun var demektir. İşaret etmeye çalıştığım budur.

*”Allah der ki, bu Kuran Allah indinden gelmemiş olsaydı, onun içinde fazlaca “ihtilaf” olurdu.” ifadenizde “fazlaca” kelimesi fazladır. Çünkü Allah’ın kitabında az ya da çok hiçbir ihtilaf yoktur. İhtilaf insanların görüşlerinde, düşüncelerinde ve bakış açılarındadır.

*Kavramların yetersizliği bir vakıadır. Bunu kolaycılık olarak görmek kolaycılıktır. Hayatta sır olmayan ve olan şeyler vardır. Somut ve soyut vardır. Aşikar ve gizli vardır. Zahir ve batın vardır. Madde ve mana vardır. Beden ve ruh vardır. Muhkem ve müteşabih vardır. Bir şey ve onun zıddı vardır. Herşey zıddıyla kaimdir. Hayatın ve ölümün yaratılışı bu devran üzere iken sizin bu herşeyi tarif edip, ifadelendirip ayaklarını yere bastırma gayretinizi neye yormalı?

*Son söz olarak sizin bakış açınızla, bu kavram kargaşasıyla, oluşturulmak istenen bu düşünce sistemiyle altını ve bakırı birbirinden ayırmak mümkün görünmüyor.

Selametle…

... Mutluluk anlamaktır, anlam aktır...

 

Rüştü Hacıoğlu araya giriyor:

Kısa devre...

Sevgili Fatih!

İkinci yorumunuzun bağlamı kaydı. Tasavvufun bilgi kaynağından, yazarın zihniyet analizine doğru bir kısa devre oldu sanıyorum.

Belki "bilimsel" bir beklenti olarak telakki edebilirsin ama zihinlerimiz nedenselliği yok sayarak nasıl bir "anlama" gerçekleştirebilir merak ediyorum?

Tasavvuf da tam bunu önermiyormu: nedensellikle çalışmakta olan aklımızı terk edip akıldışından(bir başkasının aklından) gelen önermelere sormaksızın teslim olup kabullenmemizi beklemiyor mu bizden?

Sayın yazar da bu önermelerin tutarlılığını ve islamla olan ilgilerini incelemiş ve paylaşmış. İnceleme konusu olan önermelerin ne'liğine ve niçinliğine ilişkin sizin yaklaşımınız da bizim anlamamızı kolaylaştıracaktır. Yazarın ne'liği ve nasıllığı değil diye düşünüyorum...

Selamünaleyküm


Fatih M. Tiyanşan'ın R. Hacıoğlu'na cevabı:

Nedensellik zokası

Bize bu hayatın tüm gerçeklerini nedensellikle anlamayı kabul ettiren bir zihniyet var. Okullarda bunları öğretiyorlar. Herşeyin sebep-sonuç zincirine sıkı sıkıya bağlı olduğunu, bu evrensel yasanın (!) herşey için geçerli olduğunu dayatıyorlar. Bu, tamamen hatalı bir yaklaşımdır.

Sebep-Sonuç zinciri elbette var. Ancak ben bir müslüman olarak bunu Batı'nın değer sistemine ait bir kavramla değil, "Sünnetullah" kavramıyla açıklamak isterim. Tasavvuf aklı terketmek değil, aklı terbiye etmektir. Terbiye olmamış akıllar kalplere baskın gelir ve ona söz hakkı tanımaz. Zalim bir hükümdar kesilir beşer ülkesinde. Bir ilm-i hal olarak tasavvuf bu terbiye için vardır.

İmam-ı Gazâlî'nin bir sözünü hatırlatmak isterim: "Cevizi kırıp özüne inemeyen, cevizin hepsini kabuk zanneder." Nasıl kabuğa ait kavramlar öze ait kavramlarla aynı değilse ve biri diğeri cinsinden açıklanamıyorsa, zahire ve batına dair kavramlar ve anlayışlar da farklıdır. Farklı olmaları normaldir.

Yazarın neliği ve nasıllığı konusuyla ilgili değilim. Bizatihi mevzu ile ilgiliyim. Yazdığım şeyler gayet açık. Ayrıca tasavvufu temellendirmek, ilahi aşkı temellendirmek kadar yersiz bir gayret. Ne tasavvuf ne de aşk bir bilgi sistemidir. Bunu anlamak zor olmasa gerek.

Selametle...

... Mutluluk anlamaktır, anlam aktır...


Rüştü Hacıoğlu'nun F. M. Tiyanşan'a cevabı:

Çift düşün

Sevgili Fatih!

Amacım tekil bireylerin inançlarını sorgulamak değil. Yani, "neden böyle bir şeye inanıyorsunuz?" sorusu değil. Çünkü, biliyorum ki insan inanarak yaşar zaten. Sınırlı oluşu, kaçınılmaz olarak onu, sınırlarını aşan durumlarda inanmaya mecbur eder. Orası bir kabuller alanıdır; ister nas de! istersen dogma de!

Epistemoloji de bu çerçevede bilginin imkanlılığını (sınırını bulma) anlama çabasıdır. Tüm epistemolojik çabalar nihayetinde bir sınanması mümkün olmayan, kabul/nas/dogma alanına dayanır. Ondan sonrası bir inanç konusudur.

Mesela; herhangi bir kimsenin, bir müslümana sorabileceği " Muhammed (a.s.)e neden inanıyorsunuz? " sorusuna, müslümanın vereceği "Çünkü Allah'ın rasulü" cevabı yanlışlanamaz. Herhangi biri bunu ya kabul ya da reddeder. Bu cevap aynı zamanda, müslümanın gayba ilişkin önermelerinin dayanağını da içermektedir.

Buna mukabil, bir müslümanın, herhangi birinin müşahade alanının ötesine (gayb) dair, sınanması mümkün olamayan önermelerine: "Bu söylediklerinizin/bilginin, dayanağı/meşruiyeti/kaynağı nedir? " sorusuna verecekleri cevap ya " rasul " olduğu ya da " tanrı " olduğunun iddiasından başkasını ima etmez değil mi?

Yazının konusu olan "temellendirme" doğrudan Şâri' ile olan bağın yani meşruiyetin sorgulanmasıdır. Epistemolojik sorgulama değerin-normun kaynağını, bilginin araçlarını ve nihayetinde "kutsal"ın 'kim'liğine dair bir anlama çabasıdır. İlahi/kuddüs olanın başladığı, beşerin sınırlarının gelip dayandığı yeri, yani haddimizi bilme çabasıdır.

Ama sınır yok, aşk sınırlandırılamaz ve hatta temele ihtiyaç duymaksızın boşlukta yükselebilmektir diyorsan, ki bunu ima eden bir deyişini aşağıya alalım:

"...Yazdığım şeyler gayet açık. Ayrıca tasavvufu temellendirmek, ilahi aşkı temellendirmek kadar yersiz bir gayret. Ne tasavvuf ne de aşk bir bilgi sistemidir. Bunu anlamak zor olmasa gerek..."

ve soralım:

ne'ye, nasıl dayanarak, niçin bunu söyleyebiliyorsunuz?

-----

* Çift düşün: George Orwell'in ünlü ‘1984’ isimli kitabında geçen bir deyimdir ve çelişkileri görmezden gelerek kabullenmeyi, bir çeşit bilinçli körlüğü anlatır. Beyinleri yıkanan insanlar çift düşünmeye şartlandırılır.
Romanda yer alan, savaşlardan sorumlu ‘Barış Bakanlığı’ ve muhaliflere işkence yapılan ‘Sevgi Bakanlığı’ buna örnek olarak verilebilir.

Türk Hukuk Sistemi doğrudan çift düşünle başlar. " hukuk " kelimesi, hukuksuzlukları kamufle-örtbas etmek için kullanılır. Sistem kanuni-yasaldır ama kesinlikle hukuki değildir.

Hukuğun temeli olan "hak" kavramının içini boşaltıp meşruiyetinden koparıp, doğrudan gayrımeşru yasaların örtüsü kılmıştır ve "hak" ın kaynağını izah edememektedir. Kendinden menkul(!) önermelerini kabul ettirebilmek için insanın yaradılışını belirsizliğe sürükleme çabası 1. maddesidir yoksa insanın doğuşuyla beraber geldiğini söylediği bu "şey" in kimden nasıl ve niçin geldiği kendisince de belirsizdir.

Dolaysız olarak hak ile adalet arasında bir illiyet/sebep-sonuç/nedensellik ilişkisi vardır ve hak'ın olmadığı yerde adaletten bahsetmek slogan atmaya eşdeğer(siz)dir.

Selamünaleyküm

 

Ahmed Hayya'nın Fatih M. Tiyanşan'a cevabı:

Diğer noktalar

Tasavvufun aklı terk etmemek yönündeki telkinleri, Kuran’da akletmeye yapılan vurgudan duyulan korku olsa gerek. Çünkü hiçbir tasavvuf büyüğü yoktur ki doğruyu ve bilgiyi bulma aracı olarak aklı eleştirmiş olmasın. Zaten tasavvufta temelde iki kitle eleştirilir : hakikati bulmak için aklı kullananlar, Allah’a varmak için kuru zahitlik yapanlar – yani zahitliğini “aşk” ile birleştirmeyenler. Kalp ve akıl olarak bir ayırım yaparak birini diğerinin üzerinde hakim kılmaya çalışmak aslında tasavvufa yardımcı olan bir girişim olmuştur. Çünkü Sufilerin terbiye edilmiş akıl dedikleri aslında çok da sorgulamayan akıldır. Aklı atıl duruma getirmek, kalp adını verdikleri, halbuki kalp olmayan bir yetinin hakimiyetine zemin hazırlar.

“Zahire ve batına dair kavramlar ve anlayışlar da farklıdır. Farklı olmaları normaldir.” diyorsunuz, ancak zaten bizim temel sorunumuz da zahire ve batına dair kavramların varlığının/ayrılığının sorgulanmasıdır. Yani bizim sorguladığımızı siz temel doğru olarak kabul edip üzerine bilgi inşasında bulunuyorsunuz. İşte yazının demek istediği tam da bu. Bu batıl Hıristiyanlığı kabul etmeyen birisiyle vaftiz olmanın hükmünü tartışmaya benziyor. Eğer siz, ya da Gazzali, bana “batına dair kavramları” İslam dairesinde gerekçelendiremiyorsanız, bunun üzerine bina edeceğiniz tezler hayali olmaktan öteye geçemeyecektir.

“ Ayrıca tasavvufu temellendirmek, ilahi aşkı temellendirmek kadar yersiz bir gayret.”demişsiniz.

Bundan şunu mu anlamalıyız : “Tasavvufun İslam’da bir temelinin olup olmaması çok da önemli değildir. Böyle bir temel arayışı “yersiz bir gayrettir”. Tıpkı ilahi aşk gibi. Aşk şeriatlar üstüdür, o Tanrının kendisidir. Aşkı bulanın artık şeriatla işi mi olur” Eğer bu kadar cesursanız ve ileri gidiyorsanız tartışma için artık bir zemin yok gözükmektedir. .
Tasavvuf ilk zamanlardan bile İslam dairesinde temellendirmeye çalışılmıştır ve kimse bunu yersiz bir gayret olarak görmemiştir. Bunun için sizi örneğin en eski tasavvufi eserlerden olan Kuşeyri’nin Risalesine havale ediyorum. Orada mesela haller ve makamlarda üç kademeli bir temellendirme vardır. Önce tasavvufi hale ilişkin ayetler yorumlanır, sonra hadisler ele alınır, ve en son geçmiş Sufilerden bu konuya ilişkin referanslar işlenir. Bu “yersiz gayreti” üstlenen sadece Kuşeyri olmamıştır. Bunun yanında, en koyu (neredeyse heretik) tasavvuf erbabı bile ilahi aşkı temellendirmeye çalışıyor. Kuran’ı didik didik edip “hub” kelimeleri ile ilahi aşk arasında paralellik kurmaya çabalıyor. Hatta bu uğurda Arapça gramerini hiçe bile sayabiliyor. Bu konudaki “yersiz çabalar” için biraz Mesneviye göz gezdirmek yeterli.

Umarım önceki cevaplarla birlikte artık “temellendirme” ile kastedilenin, ne felsefi ne de bilimsel temellendirme olmadığını ve “İslam bilgi sistemi içinde temellendirme” olduğunu anlatabilmişizdir.

 

Fatih M. Tiyanşan'ın cevabı:

Noktalarda gezinirken

*Aklı eleştirmek aklı safdışı bırakmak demek değildir. Terbiye edilmiş akıl da sorgulamayan akıl demek değildir. Sorgulamasını sahih ve sağlam metodlar üzerinden yapan akıldır.

*Hakiki mutasavvıf aklı atıl duruma getirmez, çünkü şeriata sonuna kadar bağlıdır. Herşeyin başına Kur'an'ın ve Sünnet'in hükümlerini koyar. Aklını terbiye etmekle kalbini ihya eder.

*Zahire ve batına dair kavramlar şeriat dairesi içerisinde şekillendirilebilir.

*Aşk şeriatlar üstü değildir, olamaz. Sonsuzluğu kavram olarak bilir, ama onu kavrayamazsınız.

*Sorun tamamiyle metodoloji sorunudur. Daha önce de izah etmeye gayret ettiğim üzere olaya bakışımız hayli farklı.

Bilgilendirmeniz için teşekkürler.

Selametle...

... Mutluluk anlamaktır, anlam aktır...

 

Ahmed Hayya:

Öncelikle referans gösterdiğim ayetteki “fazla” kelimesinin fazla olduğu yönünde yaptığınız itirazın temelsiz olduğunu belirtmeliyim, zira belirttiğim ayet Nisa suresinin 82. Ayetidir ve meali “Onlar Kuran’ı hiç anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o Allah’tan başka birinden gelmiş olsaydı onda mutlaka BİR ÇOK çelişki bulurlardı” (ihtilafen kesiran). Yani ÇOKÇA ifadesini ben söylemiyorum, Allah söylemiş. Ve çokça çelişkinin olmaması, biraz çelişkinin olabileceği anlamına gelmez, çelişkinin olmayışına ilişkin bir te’kid ifade eder.

Kavramsal bunalımlara girmeyeceğim, bunlar çok anlamsız ve amaç saptırıcı. Dine ister doktrin deyin, ister öğreti deyin, ister din olarak bırakın, derdimiz bu değil, derdimiz hanif dinin/ öğretinin/ doktrinin/ inancın vs. Allah’ın istediği biçimde Allah’a has ve halis kılınması. Epistemolojiye ilişkin söylediklerim de bu yönde: buna ister felsefi bilgi deyin, ister dini bilgi deyin, Allah’ın her insan istediği sağlam bir itikattır. Eğer itikadın bilgi temeli bu kadar önemli olmamış olsaydı, şirk gibi itikadi bir konu için Allah “tüm amelleri boşa çıkartan” bir kavram olarak bahsetmezdi. Muvahhid bir müslümanı müşrikten ayıran şey tamamen bilgi kökenlidir. Müşrik, atalarından tevarüs ettiği bilgiye mebni bir itikatla, yine “Allah”a iman eder, ama onun Allah’a olan imanı, muvahhidin vahiyden aldığı bilgiye bina ettiği imandan tamamen farklıdır. Bu kadar basit ve açık bir ayrımdan bahsediyorum.

Yazıda modern bilim veya felsefeden devşirilmiş bir akılcılığın söz konusu olmadığını tekrarlamama gerek yok aslında. Bir kere İslam’ın temeli olan teslimiyet salt rasyonalliğe uygun değil. İlginçtir ki Kuran’da akıl kelimesi mastar olarak, yani sadece “akıl” olarak hiç kullanılmaz, aklın kullanımı “akletmek” olarak geçer (akletmezler mi vs.). Bunun ötesinde, Kuran’ın indiği çağdaki Arapça’da aklın Yunan felsefesindeki mutlak akıl gibi soyut bir kullanımı da söz konusu değil. Akıl her zaman pratik anlamda kullanılmış, zaten Kuran’da bir iki yerde geçen “akleden kalp” ifadesi de, insanın hakikati bulmak için, ister buna kalp deyin, ister fuad ya da vicdan, içinde yer alan bir yetiyle “akletmesini" ifade ediyor. Dolayısıyla oldukça pratik ve sonuç-odaklı bir akıl. Burada Avrupa aydınlanması kökenli bir rasyonalizmden söz etmek tabii ki imkansız.

Ancak eğer tasavvufu İslam’ın bir alt-disiplini olarak ele alıyorsanız –buna ister hal ilmi deyin, ister İslam’ın batını deyin fark etmez, sonuçta “İslam” şemsiyesi altına sokmak durumundasınız – kullanacağınız “paradigma” (aman bu kelimeye de itiraz etmeyiniz efendim) yine İslam’ın, yani Allah’ın inşa ettiği bir çerçeve olacaktır. Bu rasyonel değil, sonuna kadar “dinci” bir bakıştır. Zaten tasavvuf erbabı da şunu söylemez mi her zaman: Şeriatsız hakikat olmaz, olamaz. Yani tasavvufun kendi sistemi zaten İslam’ın bilgi çerçevesini kendisinin “dogması” olarak kabul ediyor. Bunu başta Cüneyd olmak üzere Kuşeyri, Muhasibi, Serrac gibi ilk dönem Sufilerinde açıkça okuyabilirsiniz. İşte bizim sorgulamaya çalıştığımız, tasavvufi “hakikat”in şeriat içinde temellendirilmesi, konumlandırılması ile ilgilidir. Ancak “aklımız ve kullandığımız mantıksal çerçevenin bilim veya felsefenin mantıksal çerçevesine yaklaşmasındaki” korkuya anlam veremiyorum. Çünkü kullanacağı mantıksal çerçeveden çekinmesi ve korkması gerekenler, mesela Hıristiyanlardır, ya da ne bileyim Bahailerdir, ya da Budistlerdir. Konuya İslam’i çerçevenin bilimsel çerçeveye yaklaşması şeklinde değil de, neden bilimin İslam’i çerçeveye yaklaşması olarak bakamıyorsunuz? İslam insanoğlunun bilim ve felsefi ürünlerinden tamamen ayrı, onlara aykırı, taban tabana zıt söylemler mi içerir her zaman? Bugün bilim “Büyük Patlamayı” kanıtlamaya çalışıyorsa, bu neden Kuran’ın inşa ettiği İslami kozmoloji anlayışına doğru bir gelişim olarak adlandırılmasın ki?

Bakın, eğer itikadınız gerçekten sağlam ise, dininize gerçekten güveniyorsanız, o zaman bu tür yakınlaşmalar sizi korkutmamalı. Korkması gereken ancak dinlerinin temelleri sağlam olmayanlardır. Elde Kuran gibi bir burhan var iken, ve zihnimiz, benliğimiz, “mantıksal çerçevemiz”, “paradigmalarımız” Kur’anla inşa edilmiş ise, korkması gereken bizler değiliz, her asırda illa bir dönekliği olan bilimsel çerçevedir.

İnsanlar çok nadir olarak “her şeyi” yanlış yaparlar. Kuran da insanlığı inşa ederken, kadim geleneklerden gelen doğrulara dokunmamış, yanlışları düzeltmiştir. Örneğin, namaz kadim bir uygulamadır, ancak bozulmuştur. Kur’an bu uygulamayı düzelterek kabul etmiştir. Namazın “Kabe’de ıslık çalarak ve el çırparak” yapılmayacağını söyler. Ya da mesela Kur’an “kötülüğün karşılığı kötülüktür, ancak affederseniz Allah size daha çok iyilik verir” gibi bir ahlaki çerçeve çizer. Bugünkü hukuk kurallarında veya uygulamalarında bu yönde paralellikler görüyorsanız bu “yakınlaşma”, Allah tarafından değil, insanlık tarafındandır.

Kavramların yetersizliği konusuna gelirsek… Kuran kendisini mübin (açık ve/veya açıklayıcı) olarak ifade eder. Her şeyi açıkça (tıbyanen li kulli şey’) tafsilli olarak anlattığını söyler. Hak (rüşd) ile batılın (ğayy) birbirinden ayrıldığını söyler. Yol gösterici (huden) olduğunu söyler ve saire… Yani bizim bilmekle ve amel etmekle sorumlu olduğumuz hakikat, “kavramların yetersiz kalacağı” bir şey değildir. Yani dini, dinin amellerini, itikat konularını anlatacak kavramlar iman için oldukça yeterlidir. İnsanoğlu kavramlardan oluşan dil ile iletişim kurarken, kendisi onlarla kavramların yetmeyeceği bir iletişime geçerek onlara taşıyamayacakları bir yük yüklemekten münezzehtir. O bize kitabı anlayalım diye “apaçık Arapça” indirdi. Ha eğer gayb’dan bahsediyorsanız, zaten o “kavramların” konusu olmaktan uzak olan dairedir. Eğer buna sır diyorsanız, o sır olarak kalması gerekendir. Eğer siz bir sırrı açığa çıkarttığınızı sanıyorsanız, şunu bilin ki o zaten hiçbir zaman sır olmamıştı.

Bir de sır olan şey ile olmayan şey arasındaki karşıtlık, somut olan ve soyut olan arasındaki karşıtlıkla aynı şey değildir ki. Biz sırrı veya gaybı bilemeyiz, ama soyut olanı biliriz, mesela melekleri Allah’ın tasvir ettiği şekilde anlayabiliriz, bu gayb ve sır değildir. Ya da zahir ile batın arasındaki karşıtlık, beden ile ruh arasındaki karşıtlıkla tartılamaz. Ruh bedenin batını değildir. Birbirlerinin zıddı hiç değildir. Hele muhkem ve müteşabihin bu karşıtlıklarla hiç mi hiç alakası yoktur. İtirazın bu kısmını tam anlamlandırabilmiş değilim.
Bizim yapmaya çalıştığımız, iddia edildiği gibi “her şeyi tarif etmek değil”, aksine, erbab-ı Sufiyye’nin “tarif ettiğini” söylediği şeyleri sorgulamaktır. Yani aslında iddia o taraftan gelmektedir ve iddia sahibi kendi temellendirmesini yapmakla mükelleftir. Bilgiyi biz oldukça sınırlı tutmak istiyoruz, ama bu sınırlı bilgimiz gerçekten doğru bilgi olsun diyoruz. Bu bilgi “patlaması”, bu fütuhat, İslam’ın bir döneminde ortaya çıkmış bir olgudur, bunu kimse inkar edemez. Sorgulanan ve mihenge vurulması talep edilen bu bilgilerdir.

Yani dinin temelinde bu “kavram kargaşası” yoktur. Bir düşünce sistemi de oluşturmak istemiyoruz. Yazının sonunda belirtildiği gibi yapılmak istenen “asıllara dönmektir”, bir sistem oluşturmak değil. Zaten kurulmuş bir sistemi anlamaktır. Peygamberinin hiç yaşamadığı bir “kavram kargaşasının” nerde, hangi noktada ve hangi saiklerle ortaya çıktığını anlamak ve temellendirmeye buradan başlamaktır. Bu şekilde altını ve bakırı ayırmak mümkün olacak.

 

Ceyhun Bek isimli bir yorumcu:

Teşekkürler...

Ve fakat şuna dikkat etmek gerek:

Tasavvufî bazı haller akıl-dışı değil; akıl-ötesidir: NFK'nın tabiriyle aklın verâsında...

Tabiatıyla "maverâ-yı akl vadisi"nden ürün devşirmek de kendine has bir yöntem gerektirir. Bu yöntemle devşirilecek sonuçlar subjektif olabilir gibi görünse de aynı yoldan daha önce geçmişlerin bıraktıkları izler, işaretler ; belgilerden anlaşılır ki hemen hiç değişmemiştir.

Akıl ile bu vadide yürümeğe kalkanlar "hayret durağı"ndan öteye bir
geçit bulamayacaktır ne yazık ki...

"Kitab okumuyorsanız tartışmayalım..."

 

Diğer yorumları almaya lüzum görmedik.

 

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

NOT: Bu tartışmayı yayınlamaktan gayemiz elbette kafa karıştırmak değil, Doğruluş okuyucularının ortada dolaşan müsbet-menfî her fikir ve iddiadan haberdar olmasını sağlamaktır. Başkalarının fikirlerini bilmeyenler kendi fikirlerini müdafaadan aciz kalırlar. (Doğruluş)

Yazar:
15-09-10
E mail: cemaat.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
TASAVVUFU NASSLA TEMELLENDİRME MEVZUUNDA BİR TARTIŞMA-II
Online Kişi: 23
Bu Gün: 164 || Bu Ay: 6.676 || Toplam Ziyaretçi: 2.216.283 || Toplam Tıklanma: 52.125.286