ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / TEFEKKÜR
Okunma Sayısı: 3580
Yazar: Ali Bulaç
TEFEKKÜRÜN VE İRFÂNIN DİLİ

Kullandığımız kelimeleri, hangi kültür evreninden almışsak, kelimelerle beraber anlamı, semantiği de o evrenden almış oluyoruz.

Kelimelerin bizim zihin dünyamızdaki özelliği tedai/çağrışım yapma kabiliyetlerinin hareket geçmiş olmalarıdır. Zamana karşı dayanıklı bütün büyük metinlerde sembolik anlatım ve çağrışım önemli yer tutar. Mesela Mevlana’nın Mesnevi’sine yakından baktığımız zaman, onun hayli sofistike, felsefi, irfana ait, derinlemesine bir konuyu, edebi ve şiirsel bir dille ifade etiğini görüyoruz. Bu şüphesiz zor bir iştir. Mesela İbn Sina’nın felsefesini, onun varlık görüşünü, hikmet anlayışını şiirle veya şiirsel bir dille ifade etmek zordur. Zorluk, konunun muhtevasından çok, filozof veya mütefekkirin seçtiği kavramsal çerçeveden ve elbette bunun gerektirdiği kavramlardan kaynaklanmaktadır. Nitekim aynı muhtevayı irfani veya şiirsel bir dille, hatta nazım olarak yazanlar çoktur. Ama yine de felsefe ve tefekkürün dili sembolik-şiirsel değil, kavramlara dayalı nesirdir. Tefekkürün nazımla ifadesi, kavramsal tefekkürün belli bir noktaya, belli bir kıvama gelmesinden, kelamcı veya filozoflar tarafından belli bir kıvama getirilmesinden sonra başvurulur. Bu açıdan Gazali’den sonra çok güçlü felsefi metinlerin ortaya çıkmamasına karşılık, irfanı ve tefekkürü konu alan divan ve tasavvuf edebiyatının, nazmın öne çıkmış olması anlamlıdır.

Kabul etmek lazım ki Mevlana, kendisinden önceki irfan doktrinlerini tekrar etmekle yetinmiş veya aldığı mirası şiir diliyle ifade etmiş kimse değildir, üstüne önemli şeyler eklemiş, irfana katkı sağlamış kişidir de. Mevlana dili kullanırken iki anlatım yolunu takip eder: Diyalektik ve çağrışım/tedai. Buna bağlı olarak da dilini semboller, meseller, tahkiye, tabiattan alınan örnekler üzerinden kurar. Bu, aslında vahyin dilidir; çünkü vahyin önemli bir bölümü sembollerden ibarettir. Müteşabih ayetler semboller olmaksızın tefsire ve tevile konu olamazlar. Sembolik dil zamana karşı dayanıklıdır.

Bu her zaman kötü bir şey değildir; arkasında muazzam bir felsefi tefekkür varsa faydalı dahi sayılır. İbn Sina ve Mevlana gibi düşünüp Yunus gibi ifade etmek büyük maharettir. Yunus’un dili yalındır. Mesela: “Fukara kalbine her kim dokuna, dokuna sinesi Allah okuna” ve “İlim ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir/ Sen kendini bilmezsen, bu nice okumaktır” der. İlk anda bu mısralar, insana hayli basit gelir. İnsan, zanneder ki bir oturuşta bunlardan 10 tane yazar. Hâlbuki on senede yazamaz; çünkü bunun arkasında muazzam bir insan telakkisi, bir alem tasavvuru ve insani zengin tecrübe yatmaktadır. Bu, süzme bal gibidir, yani nasihat dilidir. Arapçada “nasihat”in kelime anlamı süzme baldır. “Şura” kelimesi de böyledir. Arının, çiçekleri tek tek dolaşıp onlardaki özü alması ve kendi içinde bala dönüştürmesine şura denir. İşte Yunus’un cümleleri de binlerce kelimeden toplanmış birer özdür, süzme baldır. Kur’an-ı Kerim’in dili de böyledir. Kur’an’ı dinlediği zaman insan, hangi eğitim ve yaş seviyesinde olursa olsun,  mesajı alır. Kur’an, ahkâm ayetleri hariç, bu dili kullanır. Tabiat ve tarih sanki orada çarpışıyor, insan bir var oluş süreci içinde oluyor. Bu yüzden diğer bütün peygamberlerin mucizesi harikulade tabiat olaylarına dayanır, Hz. Peygamber (s.a.)’in mucizesi Kur’an-ı Kerim’dir.

Bunları anlatmamızın bir sebebi var. Şu bir hakikattir: Dile semantik müdahalede bulunmak mümkündür. Tarihte bunu vahiyler her zaman yapmış, dile müdahalede bulunmuştur. Vahiy bu müdahaleyi yaparken, kelimenin formunu muhafaza ediyor, fakat muhtevasını değiştirip dönüştürüyor. “Hidayet” ve “delalet” kelimelerini buna örnek verebiliriz. Bugün “sapıklık, sapkınlık” anlamında kullandığımız “dalalet” kelimesini, cahiliye devri Arapları, devenin çölde giderken yolunu şaşırması anlamında kullanırlardı. “Hidayet” de, devenin yolunu bulup doğru istikamette ilerlemesinden başka bir şey değildir. Kur’an vahyi, bu kelimelere semantik müdahalede bulundu, kelimelerin anlamını yeniden inşa etti. Kur’an’ın inişinden sonra hidayet, Allah’ın yoluna girmek; dalalet ise, Sırat-ı müstakim’den ayrılmak/sapmak, doğru yolu şaşırmak oldu. Böylelikle kelime/dil değiştirilmiş ve dönüştürülmüş oldu.

Yine mesela “fitne”, Arapçada altının yabancı maddelerden ayrılması için ateş potasında eritilmesine denir. İslamiyet’ten önce Araplar, fitneden bunu anlıyordu; fakat İslam’la beraber bu kelime dünya hayatının insanı cezbetmesi, onu doğru yoldan ayırması, tekrar doğru yola girebilmesi için kendi içinde yaşadığı büyük iç çatışma ve ruhen tecrübe ettiği çile manasını aldı. İnsan bir şeyle sınandığında, ateşin içinden geçer gibi acı çeker. Pisagor’a göre “Altının fitnesi ateş, kadının fitnesi altın, erkeğin fitnesi de kadındır”. Yani altın ateşin içinden geçerek saflaşır altın olur; kadın altına, zinete karşı iffetini ve onurunu koruyarak sınavı kazanır; erkek de kadına karşı helal-haram sınırlarına riayet ederek Allah’ın hoşnutluğunu kazanır. Mal ve mülkün, zenginlik ve servetin, çocukların ve kadınların, şöhret ve şanın, makam ve statünün insanın fitnesi olması, onun dünya hayatındaki sınavının esasını teşkil eder.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Ali Bulaç
12-10-10
E mail: dünyabülteni.net
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
TEFEKKÜRÜN VE İRFÂNIN DİLİ
Online Kişi: 29
Bu Gün: 305 || Bu Ay: 6.295 || Toplam Ziyaretçi: 2.215.358 || Toplam Tıklanma: 52.118.616