ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / DİL KALESİ
Okunma Sayısı: 2939
Yazar: Nihad Sâmi Banarlı
SULTAN ABDÜLHAMÎD'İN TÜRKÇECİLİĞİ



Osmanlı hükümdar âilesinin Türkçeciliği mühim ve mes'ud bir târih hâdisesidir. Bu âilenin daha kurtuluş anlarından başlayarak orduda, saray çevresinde ve halk içinde Türkçe konuşup Türkçeyi yeniden devlet ve edebiyat dili mevkiine getirdiği bilinir.

Gerçi Türkçe'nin devlet dili olarak kullanılması, daha Anadolu Selçukluları sarayında başlar. Fakat bu sarayda resmî lisân olarak daha çok Arapça ve bilhassa Fârisî kullanılmıştır. Karamanoğlu Mehmed Bey'in 15 Mayıs 1277'de Türkçeyi Konya'da devlet dili îlân etmesi, ancak Fârisî'nin birinci derecedeki ehemmiyetine karşı bir harekettir. Yoksa Prof. Fuad Köprülü'nün, Konya sarayında Türkçe'nin Mehmed Bey'den evvel de kullanıldığı hakkındaki görüşü ve işâreti doğrudur. Anadolu'da Türkçe, Mehmed Bey'den çok evvel îtibar kazanmaya başlamıştı. Bir misâl olarak, İkinci İzzeddin Keykâvus'un, o devir Anadolu halkı arasında yaygın ve sevilen bir destânî eser olan Dânişmendnâme'yi kendi yazıcısına Türk dili ile yazdırması, Konya Sarayı'nda Türkçeye verilen ehemmiyetin bir ifâdesidir.

Ancak Anadolu Selçuk Devleti dağılıp da yerine Anadolu Beylikleri kurulduğu zaman; çeşitli dinî, millî, içtimâî sebeplerle; bu beyliklerin çoğunda başka dillerin yerini Türk lisânı almış ve Anadolu'da bir Türkçeye Dönüş Hareketi başlamıştı.

Osmanlı Beyliği ise Türk diline, ayrıca, millî bir şuur, kıymet ve ehemmiyet veriyordu. Halk arasında daha sonraları teşekkül ederek, Sultan Osman'a atfedilen, hece vezniyle söylenmiş meşhur bir manzûme Osman Bey'in kendi şiiri olmasa bile, şiiri, sâde Türkçeyle söyleyebilir bir Türk büyüğü olduğuna inanışın vesîkası değerindedir.    Gerçek şudur ki öteden beri İran'a giren Türkler Acemceyi, Irak'a hükmeden Türkler de Arapçayı benimseyerek kendi öz dillerini ihmâl etmişlerdir. Buna mukaabil, bilhassa Osmanlı Türkleri'dir ki Bizans'a ve Balkanlar'a yerleşirken bu topraklarda ilk iş olarak kendi millî lisanlarını yaşatmışlardır. Bu davranış o devirler ve o şartlar içinde başlı başına mühim ve millî bir harekettir.

Osmanlı Sultanları'nın, daha Orhan Bey zamânından başlayarak, çevrelerine Türk âlim, şâir ve sôfilerini topladıkları mâlûmdur. Bu devirde Türkçenin önce tekkelerde, sonra saraylarda yaygın bir edebiyat dili olması, şüphesiz Saray'ın isteği ve teşvîki iledir. Fakat Saray'ın; şâirleri Türkçe söylemeğe teşvîkini bize kadar ulaştıran bir vesîka, Yıldırım ve oğlu Emir Süleyman devri şâiri Ahmedî'nin Cemşîd ü Hurşîd adlı eserindedir. Ahmedî, kendisine, bir Cemşid ü Hurşîd yazmasını, fakat bu eseri mutlakaa Türk diliyle yazmasını bizzat Emir Süleyman'ın teklif ve tavsiye ettiğini çok açık söyler:

Bizimçün düzesin bir hûb defter
K'olâ ma'ni vü lâfzı şîr ü şekker

Kitabî k'âdıdur Cemşid ü Hurşîd
Bu dilde ayıdasın sen i cemşîd


Ahmedî, bu târihî teklîfi ve nâzik emri, Türkçe ve güzel bir Cemşîd ü Hurşîd yazarak yerine getirmiştir. O kadar ki şâir, bu eseri yalnız Türk diliyle değil, diğer Türk motifleriyle ve Ortaasya Türklüğü'ne ait çizgilerle de süslemiştir.

Osmanlı Sultanları'nın, devirlerinin yazarlarına Türkçe hem de sâde Türkçe, açık Türkçe yazmaları hakkında diğer bir teklifleri Fâtih'in babası Sultan İkinci Murad zamânındadır:

Kabûsnâme mütercimi Mercimek Ahmed'in, bu eserin önsözünde bildirdiğine göre Sultan İkinci Murad, kendisine bu kitap hakkında aynen şunları söylemiştir:

"Hoş kitabdur ve içinde çok fâideler ve nasîhatler vardur ammâ Fârisî dilindedür. Bir kişi Türkî'ye terceme etmiş velî rûşen değül, açuk söylememiş. Eyle olsa hikâyetünden halâvet bulamazuz."

"Ve-lâkin bir kimse olsa ki kitabı terceme etse. Tâ ki mefhûmundan gönüller hazzalsa."


Yine İkinci Murad'dan başlayarak, Osmanlı sultanlarının, bizzat Türkçe şiirler söyledikleri de çok iyi bilinir.

O kadar ki Osmanlı hükümdarları, sâde Türkçeyi hemen bütün târihleri boyunca hem kendi şiirlerinde kullanmış hem de şâirlerinin böyle bir Türkçe ile şiir söylemelerinden haz duymuşlardır. Sultan İkinci Murad'ın "Gönüller ancak Türkçeden hazzalır." kanâati, bu âilenin bütün lisân anlayışına hâkim bir ifâde sayılabilir.

İkinci Murad'dan sonra, Fâtih'in ve onu tâkib eden Osmanlı sultanlarının şiirlerini, nesirlerini; bu şiir ve nesirlerdeki yer yer çok sâde ifâdeleri burada bir bir belirtmek mevzûumuz hâricindedir. Bizim bu mukaddimemiz, Osmanlı Hükümdar Âilesi'nin, ilk ferdinden son hükümdârına kadar Türkçeye sâdık kaldıkları noktasında toplanır. Asıl bahsimiz ise Türk ilim ve neşriyât âleminin, evvelce yabancı propagandalar tarafından hazırlanmış, eski, politik iftirâlara kanmaya devam ederek, kötü hükümdar sandığı Sultan Abdülhamîd'in Türkçeciliği mevzûundadır.

Sultan Abdülhamîd'in Türkçeciliği hakkında ilk mühim vesikayı, merhum Prof. Fuad Köprülü neşretmişti. Fuad Köprülü'ye Bursalı Tâhir Bey'in verdiği bu vesika, 7 Mayıs 1310 (19 Mayıs 1894) târihlidir. O zaman Manastır İdâdîsi’ne gönderilmiş bir tâmîm mâhiyetindeki bu vesîkanın, şüphesiz diğer bütün idâdîlere de gönderilmiş olması lâzım gelir. Yine bu tâmîmin Sultan Abdülhamîd'in re'yi, tasvîbi, hattâ emriyle gönderilmiş olması icâb eder. Fuad Bey, bu vesîkayı neşrederken ihtiyatlı davranarak, "Benim bildiğime göre Maârif hayâtında bu hususta yapılmış olan ilk resmî teşebbüs budur. Târihî ehemmiyetine mebnî bu vesîkayı aynen buraya naklediyorum." demiştir.

Biz, işte burada, bu tâmîmin bizzat Sultan Abdülhamîd'in emriyle gönderildiğini ve lisânın daha çok Türkçeleşmesi hususunda ısrâr edildiğini meydana çıkaran, ikinci bir vesîka neşredeceğiz. Fakat mevzûumuzu bütünlemesi ve aydınlatması bakımından önce birinci tâmîmi buraya (lisânını sâdeleştirerek) naklediyoruz:

"Sözün güzel ve doğru söyleme kaaidelerine uygun olabilmesi, diğer şartlarla birlikte, alışılmamış kelimelerle söylenmeyişine bağlıdır. Yazı dilinde Arabî ve Fârisî kelimelerin hepsi birden kullanılırsa bilinmeyen, alışılmayan birçok kelimeye rastlanmış olur. Mümkün olduğu kadar Türkçe kelimeler kullanılarak açık yazılmış sözler ise merâmı ve maksadı tamâmıyle anlatır. Böyle sözlerde daha ziyâde kolaylık ve akıcılık bulunacağı meydandadır.

Osmanlı müellifleri maksad ve meramlarının kolayca anlaşılması yoluna gitmeyip ne kadar çok Arabî ve Fârisî kelime bildiklerini göstermeği ma2rifet sanmış, meselâ lisânımızda (taş) sözü varken bunun yerine pek çok kimsenin meçhulü olan (senk) veya (hacer) kelimelerini kullanmayı zarâfete daha uygun zannetmişlerdir.

Bu hâl, birçok zararlarıyle birlikte, dilimizde mevcud çok sayıda Türkçe kelimenin terkine ve unutulmasına sebep olmuştur.

Yazı dili için İstanbul ahâlîsinin konuştuğu lisânın esas tutulması; cümleler gaayet sâde ve açık yazılarak kullanılan kelimelerin mümkün olduğu kadar Türkçe sözler olması her halde çok faydalıdır.

Arapça kelimeler Araplar için, Farsça kelimeler Îranlılar için me'nûs sözlerdir. Fakat bu sözlerin İstanbul ahâlîsince bilinenleri pek azdır. Ahâlînin daha çocukken anne babalarından işitip öğrendikleri kelimeler Türkçe'de me'nûs ve bunun dışındakiler ise gayr-i me'nûs sayılmalıdır. Osmanlı mekteplerinde Arapça ve Farsça lüzumlu olduğu için okutulmaktadır. Bu diller, Kur'ân-ı Kerîm'i doğru okumak, bugünkü fen kültürü terimlerini anlayabilmek ve îcâbında bu iki dille yazılmış kitapları okumaya muktedir olmak maksadıyle okutulur. Yoksa bu dillerin okutulması Türkçe'de Arabî ve Fârisî kelimeler kullanmak için değildir.

Yazı yazmaktan maksad, merâmı yazı ile ve güzelce anlatmaktır. Bu maksada ise kullanılan kelimelerin bilinen sözler olmasıyle varılır. Yabancı kelimeleri okuyan ve dinleyen anlasa bile bunların têsîri pek az olur. Meselâ babasına "Babacığım!" diyen bir çocuğun şu sâde ve mâsum söyleyişi kalbe têsîr eder. Fakat aynı sözü "peder-i vâlâ-güherim" tâbirine çevirirseniz, bunu babası anlasa bile, têsîri çok az olur.

Bundan başka kitap vesâire gibi faydalı eserler tercü¬mesinde ifâde ne kadar açık ve sâde olursa anlayanların sayısı o kadar artar ve yapılan işin faydası o kadar yaygın olur. İşte bunun için yazı yazarken açık ve sâde bir üslûp kullanılarak alışılmamış Iûgat kullanmaktan kat’î sûrette kaçınmak lâzımdır.

Şimdiye kadar bu usûle uyulmayıp Arapça, Farsça lûgatlerin hemen hepsi yazı dilinde kullanılmış ve bu da Türkçenin vaziyetini güçleştirmiştir. Hâlbuki başka dillerde hemen bir iki sene tahsilden sonra gazete okuyup anlayacak kadar lisan öğrenildiği hâlde dilimizin o derece öğrenilmesi çok zaman istemektedir.

Eski müelliflerle onların yolunu -tâdîlen- kabûl eden yeni müelliflerin eserleri, kullanılan birçok Arapça, Farsça kelime yüzünden yazı dili için hiçbir zaman nümûne ittihâzına lâyık sayılamaz. Bu sebeple talebeye bu kabil eserler gösterilmeyip mümkün olduğu kadar Türkçe açık ibâreler okutturulup yazdırılmalıdır. Bu tâmîm, işte bu husûsun kitâbet hocalarına tenbih edilmesi maksadıyle yazıldı."

Görülüyor ki Sultan Abdülhamîd saltanatının 18 senelik tecrübesinden sonra çıkarılan bu tâmimdeki dil anlayışı, çok şuurlu ve millîdir. Tâmîmde öteden beri dilimizde yabancı kalmış Arabî ve Fârisî kelimelerle Türkçeye yeniden sokulmaya çalışılan bu türlü alışılmamış sözlerin bilhassa mekteplerimizde kullanılmaması tavsiye ediliyor. Bunların yerine aynı sözlerin halk dilinde yaşayan Türkçe karşılıklarının konulması isteniyor.

Anlaşılıyor ki bu tedbir, mekteplerimizde okuyan Türk çocuklarının kısa zamanda okuduklarını anlar hâle gelmeleri maksadıyledir.

Bilindiği gibi Sultan Abdülhamîd, bizzat açtığı Meclis-i Meb'usân'daki Türk meb'usların ilmî ve fikrî kifâyetsizliklerinden doğacak tehlikeyi sezmiş, bu meclisi kapatmış ve derhal geniş ölçüde maârif faaliyetine girişerek, Türkiye'de çok sayıda ve yüksek dereceli, kaliteli mektepler açtırmıştı. Bu faaliyetin tek gaayesi, mekteplerden tam mânâsıyle münevver mêzunlar yetiştirerek memleketi onlar vâsıtasıyle uyandırıp kurtarmak  olabilirdi.                                                                                                      

Nitekim Sultan Hamîd, bu gaayeye varmak için her şeyden önce Türkçenin ıslâhı gerektiğini düşünmüş ve yukarıdaki tâmiminin arkasından, daha da ileri giderek, Türk târihinde ilk defa, halk dilinde yaşayan Türkçe kelimelerin resmî kanallar vâsıtasıyle toplanması için emir vermiştir. Bunun için devrin mektep muallimlerini vazifeli kılmak istemiş ve Bâbıâli vâsıtasıyle Maârif Nâzırlığı'na bir tebliğ daha yollamıştır. Bu tebliğin sûreti elimizde yoktur. Fakat verilen emrin ne netice aldığını soruşturan bir sadâret tezkiresine, devrin Maârif Nâzırı Zühdü Paşa'nın verdiği cevâbın müsveddesi şimdi elimizdedir. Zühdü Paşa'nın elyazısını taşıyan bu vesîkada söylenen sözler de şunlardır:

 "24 Eylül 1310: (6 Ekim 1894)

Mâbeyn-i Hümâyûn-ı Mülûkâne Başkitâbet-i Celîlesine Lisân-ı Osmanî'nin ıslâhı için Anadolu'nun bâzı mahallerince müsta'mel ve cihât-ı sâirece mechûl olan elfâzın neşrinde melhuz bulunan muhassenâta mebnî bunların mekâtib muallimleri tarafından birer cedvele kayd ü zaptı ile buraya irsâli akdemce Bâbıâli'den Nezâret-i âcizîye bildirildiği arz ve iş'âr-ı Sâmi-i Sadâret-penâhîden ma'lûm-ı âlî olub ancak cem'iyet-i ilmiyyeler teşekkül etmeyince ıslâh-ı lisân maddesi husûle gelemiyeceğine nazaran bu bâbda ne yolda ta’lîmât verilmiş olduğunun ve vaktiyle ıslâh-ı lisân için öyle bir cemiyet teşekkül etmiş olmasıyle mezkûr cemiyetin ne sûretle teşekkül edip ne gibi icrâât ve muâmelâtda bulunduğunun arz-ı hâk-i pây-ı âli kılınması muktezâ-yı emr ü irâde-i seniyye-i Hazret-i Hilâfet-penâhî'yle mübellâğ 18 Eylül 1310 târihli ve 2738 numaralı tezkere-i husûsiyye-i âsafâneleri mutâlâa-güzâr-ı âcizî oldu.

Buna dâir Nezâret-i âcizî’ye tebliğ olunub bir sûreti melfûfen arz olunan tezkere-i sâmiyyede Lisân-i Osmânî'nin aslı olan Türkçeye mensûb ekser lûgat sûret-i umûmiyyede ma'lûm olmadığından bunların bâzılarının yerine Arabî veyâhud Fârisî'den kelimeler alınmış ve bunlann delâlet ettiği mânâyı ifâde için kütüb-i lûgaviyyede besâitin fıkdânından dolayı ibâreler ihtiyâr edilmekde bulunmuş olduğu cihetle vilâyât-ı ma'lûmede bulunan Mekâtib-i Rüşdiyye ve Îdâdiyye me'mûrîn ve muallimîni taraflarından oralarca müsta'mel olub cihât-ı sâirece mechûl ve lisân-ı Arabî ve Fârisî'den mukaabili gayr-i me'huz lûgaat-ı Türkiyye'nin bi't-tedkîk neşredilmek üzere hurûf-ı hecâ tertibiyle zabt ü tahrîr olunarak peyderpey Nezâret-i âcizî'ye irsâli hakkında Maârif Müdîrlerine işbu iş'âr-ı sâmî aynen tebliğ kılınmakla bil-iktifâ bu bâbda ayrıca ta'lîmât ve sâir yolda teblîgaat ilâve olunmamıştır.

Sâye-i terakkî-vâye-i Hazret-i Zıllulâhî'de yevmen feyevmen meşhûd-ı uyûn-ı ibtihâc olmakda bulunan terakkıyât-ı mütevâliyye netîcesi olarak Lisân-ı Osmânî dahi peyderpey ve tabiî olarak kesb-i mükemmeliyet eylemekde bulunduğundan bir de lisânın ıslâhı için ayrıca cem'iyet-i ilmiyyeler teşkîliyle bu hususda tevaggule ihtiyaç olmadığı gibi Nezâret-i âcizîce dahi bu yolda hiçbir tasavvur ve teşebbüs mevcûd olmayıb Maârif Müdürlüğü'ne işbu teblîgaatın îfâsından iki ay mürûr ettiği hâlde henüz hiçbir tarafdan bir gûne cevab ve mütâlâa zuhûr etmemesine nazaran mahallerince de bunun pek de kaabil-i icrâ bir şey olmadığı kestirilerek çokluk nazar-ı ehemmiyet ve îtinâya alınmadığı ve binâenaleyh mâlûmât-ı matlûbenin cem'ü telfîkıne teşebbüs olunmadığı anlaşılıyor.

Vaktiyle cem'iyyet-i ilmiyye teşekkül etmiş olması bahsine gelince: 1281 sene-i hicriyyesinde Münif Paşa Hazretleri'nin taht-ı riyâsetinde müteveffâ Pertev Paşa ve sâireden mürekkeb bâ-irâde-i seniyye bir cem'iyyet teşkîl olunarak te'lîf ve terceme vazîfeleriyle tavzîf olunmuş ise de cem'iyyet-i mebhûseden hiçbir istifâde hâsıl olamamasına mebnî bittabi dağılmış ve muahharen 1286 sene-i hicriyyesinde tanzîm ve neşrolunub Düstûr'un ikinci cildinde münderic bulunan Maârif-i Umûmiyye Nizâmnâmesinin yüz otuz dördüncü maddesi mûcibince Meclis-i Maârif’in idâre-i ilmiyyesi mekâtib-i umûmiyyeye muktezî kütüb ve resâil ile lisân-ı Türkî'de fünûn-ı mütenevvi'aya dâir lâzım gelen kitapları vakti ile ve sırasiyle te'lîf ve terceme nizâmnâmesi kaleme alınub bâ-irâde-i Seniyye hükmünce kabûl olunan âsâr eshâbına i'tâ olunacak mükâfât-ı nakdiyyeye karşılık olarak tahsîs olunan mebâliğin müteâkiben büdceden tenzîli münâsebetiyle bir iki nevî kitaptan başka bir semere meydana gelemeyerek sâlifü'l-arz te'lîf ve terceme nizâmnâmesi de metruk kalmıştır.

O târihten sonra cemi'yyet-i ilmiyye tarzında başka bir hey'et teşekkül ettiği hakkında bir gûne mâlûmât-ı kaydıyyeye destres olunamadığı misillû bâlâda arz olunduğu veçhile hâliyen dahi o yolda cem'iyyât-ı ilmiyye teşkîli hakkında Nezâret-i âcizîce esâsen bir Iüzûm ve tasavvur olmadığı muhât-ı ilm-i âlî buyruldukda ol bâbda emr ü ferman Hazret-i men-le-hü'l-emrindir.

Maârif Nâzırı Zühdü

●●●                                                                                                                 

Birinci vesîka gibi, bir defa da sâdeleştirerek yazmaya lüzum görmediğimiz bu ikinci vesîkadan anlaşılacak hakîkatler şöyledir:

1- Sultan Abdülhamîd zamanında ve 1894'den önce Türkiye'de Rüşdiyye ve Îdâdî hocalarına, dilimize yabancı kalmış Arabî ve Fârisî kelimelerin yerine konulmak üzere halk dilinde yaşayan Türkçe kelimeleri toplamak vazîfesi verilmiştir.                                                                                                           

Bu, bizim bildiğimize göre, Türkiye'de Saray tarafından teşebbüs edilen geniş çapta ilk millî dil hareketidir.

2- Daha mühim olarak Sultan Abdülhamîd, dil işinin ancak ilim cemiyetleri kurulmak sûretiyle yürütülebileceğini, kendisinden sonra gelenlerin pek çoklarından daha şuurla idrâk ederek, dilin ıslâhı hususunda evvelce teşekkül etmiş bir cemiyetin nasıl kurulduğu ve ne iş gördüğü hakkında devrin Maârif Nezâreti'nden mâlûmat istemiştir.

3- 1894'de halk dilinde yaşayan kelimeleri toplama işiyle orta ve lise seviyesindeki bütün mekteplerin muallimlerinin vazifelendirilmesi için Bâbıâli'den Maârif Nezâreti'ne gönderilen tezkereye Nezâret, hiçbir teşkilâtlanma, hiçbir program, hattâ hiçbir söz ilâve etmeksizin bu tezkereyi vilâyetlere tâmîmle iktifâ etmiştir.


4- Çünkü devrin Maârif Nâzın Zühdü Paşa'ya göre esâsen maârifperver bir hükümdar olan Sultan Abdülhamîd devrinde Türk dili kendiliğinden mükemmelleşmeğe başlamış olup bunun için birtakım yüksek cemiyetler kurmaya lüzum yoktur (!).

Görülüyor ki son asırlar Osmanlı hükümdarlarının bir ıslahat tâlihsizliği daha, bu mevzûda tekerrür etmiştir. Sultan Abdülhamîd'in geniş çapta, millî ve şuurlu bir dil ıslâhına, devrin mektep hocalarından Maârif Nâzırı'na kadar hiç kimse ciddî şekilde sarılmamış ve bu güzel teşebbüs Bâbıâli'nin ısrarlı tâmimlerine rağmen bu yüzden akîm kalmıştır.

Her halde daha ilk pâdişahlardan başlayarak Osmanlı Hükümdar Âilesi'nin Türk diline verdiği ehemmiyet ve bu hususta gösterdiği millî hassâsiyet son olarak Sultan Abdülhamîd'de tecellî etmiş ve bu hükümdar da Türkçeye hizmet etmek istemiştir.   Fakat son iki asırda hep öyle olduğu gibi, pâdişahların her türlü yenilik istekleri birtakım dar kafalı adamlar tarafından önlenmiş ve işte bu mühim teşebbüs de aynı şekilde akîm kalmıştır.

Bugün bizim neşrettiğimiz bu vesîka ise bundan 40 yıl önce Prof. Fuad Köprülü'nün neşrettiği ilk vesîkayı onun istediği şekilde bütünlemektedir.

Son olarak bu Zühdü Paşa Arîzası'nı kıymetli târihî evrak içinden ayırarak bize göndermek lûtfunda bulunan muhterem Tevfik Demiroğlu'na burada teşekkürü bir vazîfe biliyorum.

Yazar: Nihad Sâmi Banarlı
03-08-09
E mail: Mail Adresi Yok
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
SULTAN ABDÜLHAMÎD'İN TÜRKÇECİLİĞİ
Online Kişi: 16
Bu Gün: 571 || Bu Ay: 9.794 || Toplam Ziyaretçi: 2.201.603 || Toplam Tıklanma: 51.946.107