ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / EDEBİYAT
Okunma Sayısı: 1013
Yazar: Prof. Dr. Nesrin Karaca
‘Tarihi-Biyografik’ Niteleme Işığında Çağdaş Dönem Yunus Emre Romanları-1

‘Tarihi-Biyografik’ Niteleme Işığında Çağdaş Dönem Yunus Emre Romanları-1Biyografi ve Biyografik Roman

Biyografi, “kıssadan hisse” bağlamında, bir yaşam öyküsünü eğitici, öğretici yönleriyle bir model olarak sunar. Bu özelliği ile eğitsel ve ahlâksal bir nitelik taşır. “Biyografik biçimde hem hayatın dolaysız birliğine hem de sistemin tümüyle tamamlanmış mimarisine yönelik duygusal ve kısır çaba dengelenir, yatıştırılır ve varlığa dönüştürülür. Bir hayat hikâyesini anlatan yazılara verilen genel isim; “…bir hayatın tamamını veya bir kısmını anlama girişimidir”[1] bir kişinin hayatını anlatan ve o kişiyi tüm yönleriyle (hayatı, eseri, kişiliği, görüşleri vs.) tanıtmayı amaçlayan; Bir kişinin hayatının tamamı veya bir bölümünün, tanıtım, yüceltme, yerme, anma gibi nedenlerle başka bir kişi tarafından ayrıntılı biçimde ve kronolojik olarak yazılmasıdır.[2] şeklinde tanımlanan, biyografi türü temel olarak var olan bir “gerçeklik”ten yola çıkar. Bir biyografinin merkezi karakteri ancak kendisinden daha büyük bir idealler dünyasıyla olan ilişkisi nedeniyle önemlidir. Ontolojik olarak, var olan bir “gerçek”ten yola çıktığı için, biyografilerin hem tarihsel hem de belgesel bir değeri söz konusudur.

Biyografinin iki temel yazım şekli vardır; bunlardan birincisi bilimsel araştırma, diğeri ise biyografik anlatıdır. Biyografik anlatı, bir araştırma, bir monografi değil; romana bezeyen başlı başına edebî bir metin olup, güzel bir sanat eseridir.[3] Yazarının eserine kendisini de katmasına ve sanatsal olabilmesine rağmen, hayali kişilikler yaratmaması ve “gerçek” değerini göz ardı etmemesi özelliği, biyografiyi tarihi ve toplumsal romanlardan ayırır.

Edebî bir tür olan roman gerçeğe değil “kurmaca”ya dayanır. “…şiiri kıskandıran bir lirizmi, tarihi kıskandıran bir didaktizmi, felsefeyi imrendiren bir kavratma, anlatma yeteneğiyle roman; tarihin, felsefenin, psikoloji ve sosyolojinin kesinlikle ulaşamayacağı bir etkileme gücüne sahip”[4] olup, başlangıcından itibaren tarih, felsefe, psikoloji, siyaset ve sosyoloji gibi bilimler romanın bu gücünden yararlanma yoluna gitmişlerdir, Biyografiye dayalı kurmaca, yani kurmaca ile gerçeğin birlikteliği ise biyografik roman türünü ortaya çıkarmış, edebî romanların yanında tarihi, felsefî, siyasî romanların yanında son dönemlerde bunlara bir de biyografik romanlar eklenmiştir.

Biyografik roman, ele alınan kişinin farklı yazarlarca anlatılması imkânını sunarken benzeşen ve ayrışan yönler öne çıkmaktadır. Bu bağlamda benzerlikler, kaynağın aynı gerçeklik ve çıkış noktası olmasıdır. Biyografik romanda asıl önem kazanan husus; konu veya özne olarak ele alınan bir insanın kimlik, kişilik ve karakter olarak farklı yazarlarda ne kadar farklılaşabileceği noktasıdır?

Biyografi, tıpkı tarih gibi, belgelere yani gerçekliğe dayanırken; biyografik roman gerçeğin belli bir niyetle kurgulanmasıyla açıklanır. Bu anlamda biyografi yazarı bir fotoğraf makinesi, biyografik roman yazarı da bir ressam gibi düşünülebilir.

Biyografik romanlar, tıpkı biyografiler gibi gerçek bir yaşam öyküsünden hareketle yazıldığı için, yapısal olarak bazı noktalardan tarihi romanı andırırlar. Henüz kesin çizgilerle/kurallarla belirlenebilmiş bir tür olmayan ve genel olarak bir kişinin hayatını tıpkı bir hikâye ve roman kahramanı gibi belirli bir olay kurgusu içinde hikâyeleştirilerek anlatan roman alt-türü olarak tanımlanmaktadır. Türün en belirleyici özelliğinin “nesnel verilere dayanma, belge ve tanıklara yaslanma”[5] olduğunu iade eden Irving Stone, biyografik romanı “kişioğlunun yaşam serüvenini, gerçekçi bir sanat biçimine dönüştürme”[6] işi olarak tanımlar.

Biyografik romanlarda amaç, seçilen kişinin hayatını ve kişiliğini en ince ayrıntılarıyla okura sunmaktır. “… öznesinin sesini çalmak” ve onun adına konuştuğunu varsaymak olmakla beraber, ancak “her yaşamın romanı olmaz. Kişinin, roman kişisi olabilmesi için dramatik öğeler ve olaylar bulunması gerekir yaşam çizgisinde. Dümdüzlüğün dışına çıkması; yaşam çizgisinin inişler, çıkışlar göstermesi gerekir. Bu da büyük ölçüde yazarın hazırlıklı olmasını, araştırma yapmasını, yaşamını romanlaştıracağı kişiyi bütün yönleriyle tanımasını zorunlu kılar.”[7] Zira “biyografik roman, tarih, biyografi bilimi ve roman sanatı gibi üç esaslı temel üzerine”[8] oturur.

Tarihsel roman, doğası ve kapsamı itibarıyla biyografik romana en yakın alt tür olmakla birlikte yaklaşım tarzı, aralarındaki önemli bir farkı oluşturur. Bu anlamda, biyografik roman türünün en büyük sorunsalı, yazarın niyeti ve bakış açısı meselesidir ve başlıca özellikleri şu şekilde sıralanabilir:

1. Biyografik romanlar, “gerçek bir yaşamı” belli bir olay örgüsüyle, roman dilini kullanarak anlatır.

2. Biyografik romanlardaki amaç, seçilen kişinin hayatını ve kişiliğini tüm detaylarıyla okurun beğenisine sunmaktır.

3. Kişinin hayatı bir kurgu içinde, hikâyeleştirilerek anlatıldığından biyografik roman kahramanları, biyografisi yazılan kişilere oranla daha sahici ve akılda kalıcıdır.

4. Bir kişinin biyografik roman kahramanı olabilmesi için, hayatının sıradan olmaması, yaşamının dramatik öğlelerle buluşması, yaşamında olaylar ve çatışmalar bulunması gerekir. Böylece biyografik roman kahramanları sıradan kişilere benzemezler.

5. Biyografik roman kahramanları, daha çok tarihin belli bir döneminde iz bırakmış, yaşamlarıyla çevrelerinde hayranlık uyandırmış ve kendilerinden söz ettirmiş kişiler arasından seçildiği için, dönem ile kişiler arasında sıkı bir ilişkinin olduğu söylenebilir.

6. Biyografik romanlar genel olarak “gerçeklik” üzerine kurgulanacağı için yazarın romanını yazacağı kişinin hayatıyla ilgili geniş bir ön araştırma yapmasını ve veriler toplamasını ve bu verilerle hareket etmesini zorunlu kılar.

7. Biyografik romanlar yoğun bir çalışma gerektirdiği ve zengin kaynaklar ışığında yazıldığı için, tıpkı biyografiler gibi tarihsel ve belgesel değer taşırlar. Irving Stone’un ifadesiyle “nesnel verilere dayanma, belge ve tanıklara yaslanma” türün en belirleyici özelliğidir.

8. Biyografik romanlar, yapısal olarak tarihi romanlara benzerler, Bunun sebebi ise, biyografiler gibi var olan bir gerçeklikten hareketle yazılmalarıdır.

9. Biyografik romanlar “tarih, biyografi ve roman sanatı gibi üç esaslı temel üzerine” inşa edilir.

10. Tarihsel roman daha çok eylemler ve olaylar üzerinde dururken, biyografik roman kişilerin ve kişilerle etkilediği oranda olaylar üzerinde durur.

11. Biyografinin değeri gerçeğe ve tarihe yaslanmasına, araştırma ve çalışmaların titizliğine bağlıyken; biyografik romanların değeri, bununla birlikte, kurmacanın gerçek içinde kaynaştırılmasına ve romanın temel özelliklerinden taviz verilmemesine de bağlıdır.

12. Biyografi, tıpkı tarih gibi belgelere ve gerçekliğe dayanırken; biyografik roman gerçeğin belli bir niyetle yeniden yorumlanmasına dayanır.

13. Bu tür romanlarda yazar ile romanı yazılacak kişi (roman kahramanı) arasında genellikle bir yakınlık (dostluk, arkadaşlık, akrabalık, tanışmışlık, hayranlık...) söz konusu olduğundan, anlatılanlara yazarın hayranlık duyguları, anlattığı kişiyi yüceltme ve sembolleştirme arzuları da karışacak, böylece ister istemez taraflı bir anlatıma sebep olacaktır. Dolayısıyla, bu yüzden biyografik romanlar, niyet ve bakış açısı yönünden doğabilecek sorunlarla en sık karşılaşılan ve karşılaşmaya müsait olan alanlardır.

Biyografi yazarlığı gibi nesnel olanla, kurmacanın birlikteliğinden doğan biyografik roman yazarlığı alanı uzun zamandır ihmal edilmiş olmasına rağmen, son dönemlerde bu alandaki çalışmaların arttığı görülmektedir.

Biyografik romanda; yeterince tanınıp bilinmeyen biri veya temsil ettiği değerin tanıtılması kadar tanınmış birinin temsil ettiği değerler hatırlatılıp, misyonunun güncel hale getirilmesi de son derece önemlidir. Kahramanları doğrudan hayattan seçilmiş olduğu için biyografik romanların farklı dinamikleri vardır.

Biyografik romanlar, genel itibariyle kronolojik olarak ilerleyen, özne/kahraman eksenli olmakla beraber bir yönleriyle gerçeğe yaslanmak zorunda olan anlatımlardır. Gerçeği ve kurguyu belli oranlarda, bir arada kullanabilmesi beklenilen bir husus olup bu tür eserlerde biyografi kurguyu bir ölçüde sınırlandırabilir. İyi bir biyografik romancının amacı, öznenin kişisel mitini ortaya çıkarmak ve bir karakter inşa etmektir.[9] Bu yüzden bu unsurları sınırlı ve dengeli kullanma, bunu değerlendirme imkânı ve biçimi ancak aynı kahramanı konu alan biyografik romanlarda gözlenebilir.

Bu türün, son yıllarda hem Batı edebiyatında hem de Türk edebiyatında birçok örneğine rastlanır. Küreselleşen dünyada toplumların kendi tarihlerine yönelmeleri, evrensel olanın yanında yerli ve kendilerinden olanı ortaya çıkarma ya da yeniden keşfetme ihtiyacı yaygın bir olgudur. Tarihte yaşamış gerçek kişilerin kurmaca türlerde yeniden hayat bulması, yazar/anlatıcının tasarrufuyla yeni şekiller almasını sağlayacak, bu da gerçek yaşam hikâyesi dışında yeni yaşam hikâyelerinin var olmasına sebep olacaktır. “Yaşanmışlığı anlatacak olan her metin, zaten kronolojik bir tahkiyeyle karşı karşıyadır. Biyografik roman olduğu düşünülen birçok roman da bu hazır tahkiyeyi kullan…”makla birlikte[10]; “Tarihi kurgulaştırmanın amacı, altlarında yatan önemi ortaya çıkarmak için gerçekleri yeniden şekillendirmek”[11] olarak alındığı noktada, tarihî veya biyografik roman yazarları için tiplere yönelmek şaşırtıcı olmayıp, böylece yazılan eser gerçek-kurmaca sentezinden hareketle yeni bir boyut kazanabilmektedir.

Edebî eserin bütün malzemelerinin “olanaklı dünya”dan seçilmiş olması ve gerçeklik kavramının daha göreceli ele alınması, biyografik roman yazarlarının artık daha özgür olduğu anlamına gelir. Kurgunun ve gerçekliğin sınırlarının ustaca flulaştırıldığı biyografik romanlar hem yazar hem okuyucu beklentilerini karşılanabilmesi hem de edebî/sanatsal olanın yakalanabilmesi mümkündür.

Gerçek, belgesel gerçeklik, kurgu, kurmaca, kronoloji, yazarın özgürlük alanı gibi hususlar biyografik romanların özellikleri olduğu gibi, aynı zamanda kuramsal çerçeve belirlenmesinde açmazları da oluştururlar.

Genç kuşaklarına, kültürel derinliklerini, köklerini ve değerlerini insan sıcaklığıyla anlatmak isteyen toplumların bu eserlere fazlasıyla ihtiyacı vardır. Nitekim, milletlerin siyasî ve kültürel kaderlerine büyük katkıları olan şahıslar, kimlik, kişilik ve karakterler farklı bakış açılarıyla biyografik romanlarda görülürler ki, bu şahısların önde gelenlerinden biri de Yunus Emre’dir.[12]

“Bir zaman dünyaya bir adam gelmiş;

Ölüm dedikleri perdeyi delmiş...

Bizim Yunus,

Bizim Yunus...”

Necip Fazıl Kısakürek

Koordinatlara Sığmayan Yunus Emre

Ele alacağımız biyografik romanların konusu olan Yunus Emre, Türk kültür tarihinin en bilindik simalarından biri olmakla beraber hayatı hakkında bildiklerimiz menakıbnâmelerin, sözlü geleneğin sarmaladığı bir atmosferden akıp gelen ve sadece ana hatları belirlenebilmiş bilgi ve malumatlardan oluşur. Sözlü geleneğin diğer ürünlerinde olduğu gibi ayrıntıdan arındırılmış bu tür bilgiler Yunus’a bir şahsiyet kazandırmadığı gibi eserlerini bile sabitleyememiştir. Hakkında bu kadar az bilgi varken kaleme alınan herhangi bir “Yunus romanı” biyografik roman sayılabilir mi? Bu da ayrıca tartışılması gereken bir konudur.

Türk Edebiyatına ve tasavvuf geleneğine damgasını vuran, Türk dili, edebiyatı ve şiirinin olduğu kadar kültürünün de aslî kurucularından biri Yunus Emre (1240-1320), Türk edebiyatında manevi ve insani kişiliğiyle adından sıklıkla söz ettiren önemli bir şahsiyettir. XIII.-XIV. yüzyıllarda yaşamış Türk-İslam düşünce tarihinin önemli isimlerinden biri olarak insanoğlunu kurtuluşa, huzura, sevgiye ve birliğe götüren gücün koşullar ne olursa olsun insanın kendi içinde ve birikiminde araması gerektiğini, şiirsel bir ustalıkla anlatmaya çalışan kişidir.

Yunus Emre, Anadolu Selçuklu devletinin dağılmaya ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde Türk beyliklerinin kurulmaya başlandığı XIII. yüzyıl ortalarından, Osmanlı Beyliği’nin filizlenmeye başladığı XIV. yüzyılın ilk çeyreğinde Orta Anadolu’da doğup yaşamış bir Türkmen kocası, şâir bir eren ve Türk dünyasının en çok bilinen gönül dostlarından biridir. Türk-İslam düşünce tarihinin önemli isimlerinden biri olarak insanoğluna kurtuluşa, huzura, sevgiye ve birliğe, götüren gücü; koşullar ne olursa olsun, kendi içinde, kendi birikiminde araması gerektiğini şiirsel bir ustalıkla anlatmaya çalışan kişidir.

Yaşadığı dönemde Moğol istilası, iç kavgalar, çekişmeler, siyâsî otorite boşluğu, kıtlık ve yoksulluklarla Anadolu’nun perişan olduğu yıllar XIII. yüzyılın özellikle ikinci yarısı, siyâsî çekişmelerin yanında farklı inanç ve anlayışların yayılmaya başladığı bir zaman dilimi olarak tarihsel bir süreçtir.

Böylesi bir ortamda, döneminin ilim ve irfan kutuplarıyla birlikte Yunus Emre, Allah sevgisini sarsılmaz bir iman ve aşkla dile getirip, her türlü bâtıl inanca karşı gerçek İslâm tasavvufunu anlatarak Türk-İslâm birliğinin oluşmasında, çağının ve insanlık çehresinin aydınlanmasında önemli bir rol üstlenmiştir.

Yeni bir edebi dil meydana getirirken halk diline, sözlü ve yazılı edebiyata dayanmış olan Yunus’un kullandığı kelimeler, anlatım kalıpları, mecaz ve semboller Türkçe’nin edebi bir dil olması yolunda gerçek bir dönüm noktasıdır. Yunus’un üslubu kendisine özgü bir edebilik ve estetik taşımaktadır.[13]

Yunus Emre, Orta Asya’dan -Anadolu ve Rumeli merkez olmak üzere- Batı’ya akan Türk milletinin bu süreçte yüz yüze kaldığı yeni bir vatan, yeni edebiyat, yeni hayat ve yeni bir medeniyet inşasında önemli görevler üstlenmiş, Türk kültürü, dili, şiiri ve edebiyatının temellerini sağlam bir zemine oturtmuş, 700 yıllık estetik birikimi büyük ölçüde bu temeller üzerinde yükselmiştir. Louis Bazin, Yunus Emre’nin şiir sanatının önemli niteliklerini şu sözleriyle tespit etmiştir: “Bu büyük şâir, hiçbir taassup endişesine kapılmadan, bayağılıktan olduğu kadar şâirânelikten de kaçarak ne müşahhas teferruattan ne de en cüretli tecritlerden sakınmaksızın, hoşuna giden her mevzuû serbestçe ele alıp işler. Aslen mistik olan ilhâmının aynı kalmasına rağmen eserlerindeki çeşitlilik, insanı şaşırtır.”[14]

Düşünce ve felsefesiyle yalnız Türk edebiyatının değil, dünya edebiyatında da bir klâsik haline gelmiş olan Yunus Emre, pek çok ilim ve sanat disiplini tarafından farklı yönleriyle irdelenmiş ve birçok incelemeye konu olmuştur. Hayatıyla ilgili bilgiler menkıbelerin dışına çıkmamakla birlikte, onun hakkında öğrenilen her şey belirsizlik bulutu ardına saklanmış bir hazine niteliğinde olup, sınırları doğumundan ölümüne kadar uzansa da hayat hikayesi bu muammayla örülü ve örtülüdür.

Şiirleri aracılığıyla yayılma imkânı bulan düşüncelerinin etkisi günümüze kadar farklı alanlarda sürmüş olan Yunus Emre hakkında yapılan ilk ve en önemli çalışmalardan biri Fuat Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar isimli eseridir ve onu takip eden birçok ilmi eser Yunus’u her yönden Türk kültürüne tanıtmayı amaçlamıştır.

Yunus’u anlamak için sadece onun şiirlerini incelemek kâfi olmadığından, Yunus’u yaşadığı dönemin atmosferinde değerlendirmenin yanı sıra edebi eserlerde de Yunus Emre tematik olarak işlenmeye devam etmiştir. Bu bağlamda Yunus Emre’nin hikayesi, milletin hafızasında sadece hayatı ve eserleriyle yer almamış, Türk kültürü, edebiyatı ve Türk diline katkısı birçok yazar tarafından ele alınmış, milletin hafızasındaki bu önemi misyonu roman türünün imkanları çerçevesinde de işlenmiştir. Bir şâirin ya da yazarın gözünden Yunus Emre anlatılırken onun içimizden biri gibi en samimi haliyle karşımıza çıkması okuyucunın her zaman ilgisini çekmektedir.

Çok mekânlı ve çok mezarlı bir anlatı kahramanı[15] ve “gerçek hayatı” ile “menkabevi hayatı” iç içe olan Yunus Emre, şiirleriyle halkın duygu ve düşünlerini yansıtan, kendi çağını aşıp kuşaklar arası bir atmosferde okunabilmeyi başarmış ender şairlerdendir. Onu belli bir coğrafyada yaşayan, insani duyarlılıkları, zaafları, ekonomik sıkıntıları olan ve yine pek çok mücadeleden, sınavlardan ve sancılı kararlardan sonra bireysel olgunluğa ulaşan bir tip olarak çizmiş olan yazarlarda, binlerce yıllık sufi kültürüne dayanan anlatım içinden Yunus Emre’nin ‘insan’, ‘derviş’ ve ‘ermiş’ olarak örüldüğü söylenebilir.

En eski kaynaklardan itibaren Yunus Emre’nin adı ve mahlası genelikle “Yunus Emre” olarak anılagelmiştir. Şiirlerinde mahlas olarak “Yunus Emre”den başka “Yunus, Âşık Yunus, Biçare Yunus, Koca Yunus, Yunus Dedem, Tapduk Yunus, Miskin Yunus, Derviş Yunus” gibi isimleri kullanmaktadır. Ancak bu mahlasların başında bulunan sıfatlar kimi araştırmacıları yanıltmış ve bu mahlaslardan hareketle “Yunusları ayırmak” isteyenler olmuştur.[16] Yunus Emre’nin “Emre” lakabı da çok tartışılmış, bu kelimenin “emir”den veya “imrenmek”ten geldiğini söyleyenler olmakla birlikte[17] bu kelimeye, “âşık, şâir, birader, kardeş, atabek, lâlâ, ahî” gibi çeşitli manâlar da verilmiştir.[18] Büyük mutasavvıf, kendisinden sonra çeşitli sûfî çevrelerde daha ziyade, bilinen “Yunus Emre” veya “Âşık Yunus” isimleriyle anılmıştır.

Fikir, kültür, sanat ve edebiyat adamları Yunus Emre’nin iklimine girip ondan aldıkları damlaları Türk insanına tattırmış; şiir, hikâye, piyes, roman gibi edebî üretimler vererek farklı yorumlama ve değerlendirmeler çerçevesinde kendileri miktarınca onu anlatmaya çalışmışlardır.[19]

Yunus gibi düşünmek… Yunus gibi yaşamak… Yunus gibi söylemek… Onun gibi bir mutasavvıfı anlamak çağımızda çok zordur. 13. yüzyıldan bu yana birçok yazar ve şâir onu merak ederek takip etmiş, şiirlerini inceleyip anlamaya çalışmanın yanında, günümüzde de bazı yazarlar yeniden üretimler diyebileceğimiz ‘biyografik roman’ çerçevesinde işleyip, çağın ilgisi ve dikkatine sunmuşlardır. Başta Vilayetname’deki menkıbelere ve yazarların her birinin muhayyilesine göre şekillenen Yunus portreleri ortaya konurken, Yunus Emre anlatılarının biyografik roman adı altında yeniden düzenlenip, okura sunulması şeklinde ortaya konulan eserlerde baş kahraman olarak işlenmiş, âdeta yeniden var olmuştur.

Günümüzde Yunus Emre’yi müstakil roman/anlatı olarak konu alan eserlerin on tanesi örneğinde sıraladığımız yazarlar da tarihin kıyılarında gezerken -tasavvufi öznelere yaslanan biyografik romanlar- [20] ekseninde eserler kaleme almışlardır.

Bunlar; Nezihe Araz-Dertli Dolap, Mustafa Necati Sepetçioğlu-Benim Adım Yunus Emre, Emine Işınsu-Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri, Mehmet Önal-Hak Çalabım, Ahmet Efe-Yunus, İskender Pala-Od Bizim Yunus, Devrim Altay-Yunus Emre, Özgen Keskin-Yunus Emre Var Yâr’ına, Mustafa Akgün-Yunus Emre: Gel Gör Beni Aşk Neyledi, Mahmut Ulu-Aşka Ağlayan Derviş… şeklinde sıralanabilir.

Dertli Dolap, Nezihe Araz’ın “Yunus Emre’nin Hayat Hikâyesi” alt başlığıyla, büyük bir saygı ve sevgiyle kaleme almış olduğu Dertli Dolap[21], önce kadın ressamlarımızdan Sabiha Bozcalı’nın resimleri eşliğinde 1959 yılında Yeni Sabah gazetesinde tefrika edilmiş, kitap olarak 1961’de İstanbul’da yayınlanmıştır. Yunus Emre’nin biyografisine eğilen ilk eser olarak, derviş oluş sürecini anlatırken menkıbevi biyografik bilgiler ile romaneks kategori arasında gidip gelen bir yapı özelliği sergilemektedir.[22]

Roman, Yunus Emre’ye göre hayat, geçmiş ile gelecek yani ezel ile ebed arasında yapılan bir yolculuktur (Kaplan 1991, 263) ve Nezihe Araz bu yolculuğu üç bölüm halinde düzenlemiştir:

I. Bölüm “Bu Bölüm Yunus Emre’nin ‘Cünûn’ Dönemini hikâye eder,

II. Bölüm “Bu Bölüm Yunus Emre’nin ‘Fünûn’ Dönemini hikâye eder,

III. Bölüm “Bu Bölüm Yunus Emre’nin ‘Sükûn’ Dönemini hikâye eder.

Bu yolculuk yani seyr-i süluk, Cünûn-Fünun-Sükûn olmak üzere üç aşamada oluşan bir eğitim sistemidir ve her tarikatın bu sistemi uygulamasında farklılıklar bulunmaktadır. Yunus da eğitim sürecini tamamlayarak kâmil mertebesine ulaşan bir derviş olarak birliğe kavuşmuştur. Yazar, arka plandaki toplumsal tarihsel gerçekliği Yunus Emre aracılığıyla yansıtmaya çalışırken, olay örgüsü Yunus’un etrafında şekil alır. Yazar, romandaki ikinci dereceden önemli kişilikleri işlerken okuyucunun başkahramanı daha iyi tanıyabilmesini sağlamış, yardımcı karakterleri ve dekoratif konumdaki şahısları Yunus’a yaklaştırarak anlatmıştır. Böylece okuyucu Yunus’u onun düşünce yapısını ve işlevini diğer kişiliklerin bakış açısından öğrenir.

Dertli Dolap’ta mekân; fizikî bir çevreyi yansıtmaktan öte bireysel bir serüveni dile getirmektedir. Hâkim bakış açısıyla yazılan romanda, fizikî ve algısal mekânlar geniş olarak yer almakta, yazar mekânı olayların meydana geldiği bir sahne olmanın ötesinde tarihsel ve sosyal bir olgu olarak eserine yerleştirmiştir. Hâkim bakış açısı ile tasvirî anlatıma girmeden vak’aya bir zemin hazırlanmış olan romanda vak’a zamanı ile anlatılma zamanı arasındaki zaman farkının çok uzun olduğu görülür. Romanın vak’a zamanı XIII. yüzyıl, anlatılma zamanı ise ortalama kırk sene olup, serüveninin anlatma zamanı ise bir gündür.

Dertli Dolap, tanrısal bakış açısıyla yazılmış bir biyografik romandır. Klâsik anlamda her şeyi bilen gören, olayların seyri hakkında bilgi veren bu anlatıcı bir bakıma yazarın kendisidir. Yazar anlatıcının hâkim bakış açısının dışında bir diğer bakış açısı “Yunus’a” aittir.

Romandaki bölümlerde kırılma noktaları dikkate değerdir. Yunus Emre’nin hayat macerası sunulurken menkıbelere uygun izleklerle, Nezihe Araz, sadece yaratıcı muhayyilesine başvurmamış; birçok tarihsel ve tasavvufî kaynaklarla hayli meşgul olup bunu her vesileyle dile getirmiştir. Bu durum yazarın kurguyu şiirlerle birlikte vermesiyle anlatımın geri planda kalmasına ve şiirlerin kurguyu bastırmasına sebep olmuştur.

Eserde Yunus’un; “Cünûn, Fünûn ve Sükûn” dönemlerinde sürekli değişme ve olgunlaşma esasına dayanan dervişlik hallerini görüyoruz. Böylece; romanın olay örgüsü üç dönemde, üç ayrı çatışmayla şekillenerek ilerlemiştir. Birinci dönemde Yunus’un kendisiyle olan iç çatışması; ikinci dönemde nefsiyle olan çatışması, üçüncü döneminde ise Sarıköy’de çevresindekilerle mücadelesi verilerek, Yunus’u daha iyi tanımamız sağlanmıştır.

Nezihe Araz’ın Dertli Dolap adlı eserinin biyografik romandan çok, kurgunun son derece az olduğu, tamamen menkıbevi kaynakların âdeta birebir tekrarına dayanan bir biyografi kitabı özelliği taşıdığı söylenebilir. Eserin isimlendirilmesinden başlayarak son satırına kadar, Yunus Emre şiirlerinin tanıklığında ilerler. Yazarının, roman kurgulamaktan çok Yunus Emre’yi günümüz insanına anlatmak ve hakkındaki yanlışları düzeltmek için kaleme almış olduğu söylenebilir. Yazarın roman kurgusu içinde anlatmaya çalıştığı, menkıbeleri roman gerçekliğine çevirmek istemesi tarihi, menkıbevi, kurgusal kahramanları psikolojik derinlikten yoksun bırakmış ve onların birer karton karaktere dönüşmesine sebep olmuştur. Anlatım özellikleri açısından baktığımızda ise kurgusal zeminin azlığı yazarı özet yapmaya yöneltmiştir, denebilir.

Benim Adım Yunus Emre

Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun kaleme aldığı “Benim Adım Yunus Emre”[23] romanı, Yunus Emre’nin Hacı Bektaş Dergâhı’nın kapısında beklemesi ve bu bekleme sırasında geçmişe dönmesiyle başlar ki, bu metin romanın sonunda tekrar verilmiştir. Yunus Emre’nin yaşamını, dervişlikteki mücadelesini konu alan eser, diğer Yunus Emre romanlarından Hünkâr menkıbesinde kırılma yönüyle farklılık göstererek dışına çıkmış ve kuraklık motifini kullanarak konuyu beslemiştir. Romandaki Molla Kasım aslında Yunus Emre’nin kendisi olup, içindeki ben’le adeta bir çatışmaya girmiştir. Yunus adlı bir tiyatro eseri de bulunan Sepetçioğlu, Yunus Emre’yi merkez kahramanı olarak ele almış, dönem romanı denilebilecek yaklaşımla, Osmanlı’nın kuruluşunu ve Anadolu’nun birlik düzeninin oluşumu safhalarında Yunus Emre gibi dervişlerin oynadıkları etkin role vurgu yapmaya çalışmıştır. Yunus, romanın ana kahramanı durumundadır ve amacı mükemmel olanı bulmaktır. Romanın diğer kahramanları Yunus Emre’nin çevresinde şekillendirilmiştir. Roman kahramanlarına ait özellikler genel olarak verilmemiş, okuyucunun hissiyatına bırakılmıştır. Baştan sona bir endişe havasının hâkim olduğu romanda mekân tablosunun açık ve geniş coğrafyalarla şekillenmesi ve romana hâkim olan endişe halinin Yunus Emre’nin dervişliğe yönelmesi anlatılmıştır.

Romanın önsüzünde Yunus Emre, Hacı Bektaş Dergâhı kapısında kahraman anlatıcı olarak olayları anlatmaya başlarken son sözünde, bu söylemi birleştirmiştir. Yunus Emre’nin kendi macerasını anlatması ile yapılan geri dönüş ve hatırlatmalar romanın zaman örgüsünü bir hayli genişletmiş, Sepetçioğlu, ayrıntılardan yola çıkarak eserini zenginleştirmiştir. Kahraman anlatıcı bakış açısı ile kurgulanmış bir roman olan Benim Adım Yunus Emre’de entrik kurgu, yaşamöyküsel karakterlidir. Hatırlamalar ve geriye doğru zamansal gidişlerle anlatı zamanı arasında ilerleyen ve destansı bir üslubun göze çarptığı eserde yazar, menkıbevi rivayetleri kurgusal zemine taşımayı bilmiş, menkıbedeki kahramanlarla birlikte, kurgusal kahramanları da bir arada anlatmaya çalışmıştır. Bu eserde Yunus Emre’nin biyografik hayatı merkezde olmadığı gibi, Tabtuk Sultan da yoktur ve bütün olay örgüsü Hünkâr’ın dergâhından buğday istenmesi etrafında örülmüştür.

Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri

Eser[24], Emine Işınsu’nun ‘Sevgili Hocam Hasan Burkay’a ellerinden saygı ile öperek’ ithafıyla başlamakta, sonunda ise yararlanılan kişi ve kaynakları içeren ‘Şiirler ve Tasavvufî Terimler İçin Sözlük’ bölümüne yer verilmiş olan Işınsu’nun gençlere tasavvufu anlatabilme niyetiyle kaleme almış olduğu dört romanından[25] biridir.

Fihi Ma Fih ve Ariflerin Menkıbeleri adlı eserlerden hareketle, Yunus Emre’nin hayat hikayesini, gariplikten dervişliğe geçiş süreci, bu yoldaki mücadelesini ve nihayet âşıklık mertebesine yükselmesini konu almıştır. Eser, kronolojik bir akışla ve zaman zaman geriye dönüşlerle ilerleyen bir biyografik veya anı-roman kurgusundadır. Yazarın dergâhın atmosferine, dervişlerin hallerine vâkıf olma durumu mekânı, zamanı ve anlatımı başarılı kılmıştır.

Tasavvuf duygusu ve buna dayanan bağlı menkıbelerin güzel bir kurguyla işlendiği roman dört bölüm olarak düzenlenmiştir: “Bir Garip Yunus Vardı…”, “Garip Yunus, Derviş Yunus Oldu!..”, “Derviş Yunus Aşık Yunus Oldu”, “Aşık Yunus Didar Yolunda” başlıkları altında Yunus menkıbesini kurgusal zemine taşımada ve menkıbevi kahramanlar dışında kurgusal kahramanlar yaratma, mekân ve zaman anlatımlarında Emine Işınsu’nun, son derece başarılı olduğu dikkat çekicidir. Yunus’un menkıbevî nitelikteki hayatı ile ilgili bilgiler çerçevesinde oluşturulan romanda Işınsu’nun güçlü kalemi, binlerce yıllık sufi kültürüne dayanarak insan-derviş-ermiş olarak bir Yunus Emre portresi çizerken, bu seyr-i süluku yani Yunus’un yolculuğunu adım adım anlatmıştır.

Söylem açısından baktığımızda, anlatıcı kahraman olan Yunus’un dili romanın başından sonuna değişmemiştir. Oysa romanın başındaki Yunus ile sonundaki Yunus aynı değildir. Kendisinin bir talebi olmadığı halde Yunus’a müritlik yolu açılmıştır ama dervişlik Yunus Emre’nin içinde mevcut ve bunun açığa çıkabilmesi için mürşit bir elin ona dokunması gerekmektedir ve bu el Tapduk Emre’nin elidir. Tapduk dergâhına girmeden önce Yunus Emre’ye tabiatın rehberlik ettiği görülür. Emine Işınsu, Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri adlı eserinde tasavvufi menzilde ilerlemeyi konu edinen oluşumla, Yunus menkıbesini kurgusal zemine taşımayı bilmiş, menkıbevi kahramanların dışında, kurgusal kahramanlar yaratmada son derece başarılı kompozisyonlar çizmiştir. Romanda mekân ve zaman unsurları, dergâhın atmosferi, dervişlerin hâllerine vâkıf olma durumu anlatımı başarılı kılmıştır. Mekân hem fiziksel hem algısal olarak anlatılmış, okuru sürekli merak halinde tutacak birkaç entrik öğe kurgunun başarısını arttırmıştır. Bunlardan en önemlisi Yunus’un kişisel gelişimini tamamlayıp tamamlayamayacağı, ya da bu süreç sonunda nasıl bir noktaya ulaşacağıdır.

Yunus Emre dilinde yer alan en temel lirizm Allah aşkı, bu aşkla dolan peygamberler, evliyalar, erenler ve bu dünyayı güzelleştiren ‘aşk ehli’ insanlardır. Bu çerçevede okurda merak duygusu uyandıracak ve iyi bir hikâye için gerekli olan başka öğeler de ilgi çekicidir; Yunus Emre ile Hacı Bektaş’ın diyaloğu, Taptuk Emre’nin Yunus’u dergâha tekrar çağırıp çağırmayacağı, Yunus’un platonik bir tarzda geliştirdiği Nurefşan’a olan aşkının akıbetinin ne olacağı, Yunus’un marangozluk işinde isbat-ı vücut edip edemeyeceği... gibi hususlar, romanı zenginleştiren diğer öğeler olarak değerlendirilebilir.

Emine Işınsu’nun eserinde Yunus’u şiirlerinin diliyle konuşturmaya çalışmış, günlük dil, deyim ve atasözü gibi kalıplar ve kurgusal bir yorumla edebî dile yaklaştırmada başarılı olmuştur.

Yunus Emre’nin hayat hikayesini, gariplikten dervişliğe geçiş mücadelesini ve nihayet âşıklığa yükselmesini konu alan eser birbirine bağlı dört bölümden oluşmaktadır. Anlatım başlandığında Yunus, yirmi bir yaşındadır, ancak geriye dönüşlerle Cengiz İstilası yıllarında Yunus’un iki yaşına kadar çocukluğuna uzanılıp olaylar özetlenir. Yunus’un gördüğü bir rüya ile başlayan roman, söylem açısından baktığımızda anlatıcı kahraman olan Yunus’un dili, romanın başından sonuna değişmemiştir. Oysa romanın başındaki Yunus ile sonundaki Yunus aynı değildir. Yunus, roman boyunca itidalin ve pozitif bakışın sembolü olarak çizilmiş, Molla Kasım konusunda sabitleşmiş fikirler kullanılmıştır.

Yunus Emre’nin temsil ettiği rol Kazım Yetiş’in konuya ilişkin bir incelemesinde yaptığı; “Yunus Emre’nin Müslüman Türk birliğinin kurulmasında ve Selçuklu’dan sonra Türk varlığının yeni bir kuvvet ve yeni bir devlet olarak devamında hem fiili olarak hem kültür bakımından azımsanmayacak bir payı vardır…”[26] Yunus’a dair ayrıntılar roman başında değil metne yedirilerek aktarılmıştır. Yunus’un kişiliğini belirleyen diğer bir unsur meslek hayatıdır. Eserde Yunus, bir marangozdur ve tasavvufun belirlediği bakış açısı insanlara aktarılmış, hep gözlenen, izlenen ve dinlenen biri haline getirildiği için Yunus’un iç dünyasına pek girilememiş, Yunus için karton bir karakter haline getirilmiştir, denilebilir. Dönem anlatılırken devrin ismi bilinen mutasavvıfları yanında bazı siyasî kişiliklerden de söz edilmiştir. Bunlar arasında Karamanoğlu Mehmed Bey ve Türkçe konulu fermanı; Selçuklu veziri Muiniddin Pervâne ise Nurefşan, Mevlâna ve Moğollarla ilişkileri ile Osmanlı devletinin kurucusu Osman Gazi ise uç beyi olarak ve kayınbabası Şeyh Edebalı ile olan ilgisi nispetinde vurgulanarak anlatılmıştır.

Romanda, tarihî gerçekliklerle menkıbeler arasındaki dengeyi çok iyi sağlayabilen yazar, şahıs kadrosunu bir araya getirirken titiz davranmış, Yunus Emre’yi merkez kahraman olarak ele almıştır. Dolayısıyla romanda çizdiği karakter ve onlara yüklediği fonksiyonların yanında, Osmanlının kuruluşu ve Anadolu’nun dirlik düzeninin oluşumu safhaları da anlatılmaktadır. Mekân, olay örgüsünün belirli bir atmosferde şekillenmesi ve Yunus’daki değişmelerin yansıtılması yönünde açık ve kapalı mekân unsurları kullanılmaya çalışılmıştır.

Romanın vak’a zamanının genişliğine rağmen, anlatma süresi oldukça dar ve belirsiz olup, yazar olayları anlatırken esnek bir anlayışla hareket etmiş, hatırlatma ve sezdirme yolunu denemiştir.

Anlatıcı, Yunus’un şahsında, olayları yaşadığı dönemdeki kişiliğiyle, bu olayları anlattığı zamandaki kişiliğini birleştirmiş ve ağırlıklı rolü de ikincisine vermiş ve yirmibirinci yüzyılda Yunus Emre’nin tanınmasını sağlamıştır. Emine Işınsu, roman boyunca gelenekselci bakış ile Vahdet-i Vücuda inanan Yunus Emre arasındaki çatışmayı vurgulayarak Yunus menkıbesini kurgusal zemine taşımayı bilmiş, menkıbevi kahramanların dışında, kurgusal kahramanlar yaratmada başarılı olmuş, dergâhın atmosferine, dervişlerin hâllerine vâkıf olma durumu mekân, zaman, tasavvuf ve buna bağlı menkıbelerin bir kurgu dâhilinde güzel bir şekilde anlatımını gerçekleştirmiştir.

(Devamı var)

NOT: Dipnotlar 3. (son) bölümdedir.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Prof. Dr. Nesrin Karaca
15-04-20
E mail: tyb.org.tr
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
‘Tarihi-Biyografik’ Niteleme Işığında Çağdaş Dönem Yunus Emre Romanları-1
Online Kişi: 16
Bu Gün: 535 || Bu Ay: 9.758 || Toplam Ziyaretçi: 2.201.540 || Toplam Tıklanma: 51.945.405