ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : İKTİBAS / Muhtelif Mevzûlar, Yazarlar, Yazılar
Okunma Sayısı: 416
Yazar: Hüseyin Yağmur
POSTMODERN BİR BİAT CEMAATİ OLARAK KEMALİZM-7

POSTMODERN BİR BİAT CEMAATİ OLARAK KEMALİZM-74) Demokratik Toplumun ve İnsan Haklarının Yok Edilmesi

CHP Döneminin Milli Eğitim Bakanlarından Tahsin Banguoğlu, o günün Türkiye'sini çok yalın bir dille şöyle anlatır: Bir inkılap devri idi. Heyet-i İlmiye'nin bu talimattan anladığı şey de o havaya göre idi. Heyet-i İlmiye, kilise programlarını ele alarak, bütün müsbet ilimleri, teknik ilimleri programda muhafaza ediyordu. Ama buna karşılık, diyanete ve milli kültüre ait olan şeyleri bir kalemde programlardan silip, çıkardılar. Heyet-i İlmiyenin laiklik anlayışı bu ölçüde idi. Her yere bir darağacı kurmuş, konuşanı asıyorlardı (Banguoğlu-Yazıcı,2001:16-23).

Devletteki Şeflik yönetimi bir önceki Başbakana polis takibi yaptıracak kadar ileri gitmişti. Nitekim İsmet İnönü başbakanlıktan uzaklaştırıldıktan sonraki kısa dönemi anlatırken İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın çalışmaları konusunda şunları yazmıştı: “Şükrü Kaya son zamanlarda herkesi takip ettiriyor. Tabii bu eski muhalifleri çok ayıp ve şiddetli bir surette tazip ediyor (azap veriyor). Herkesi hayat endişesi ile muhafızlara, hususi muhafızlara gark etmek istiyor...” (İnönü Defterler, cilt I, sf. 258) (Akyol,2010).

Tasfiye sürecine uğrayan ancak son anda kurtulan şahıslardan biri de ulemadan Mustafa Hilmi Efendiydi. Mustafa Efendi eski başbakanlardan Şemsettin Günaltay tarafından, mutlak bir idamdan kurtarılışının hikâyesini şöyle anlatır: Günaltay'ın Halk Partisi müfettişliği yaptığı bir tarihte, İstanbul'daki dersiamların listesi çıkarılmış. Günaltay, bu listelerin ne yapılacağını sorunca, ilgili adam, eliyle boynunu işaret etmiş! Şemsettin Bey, listede Mustafa Efendi'nin isminin de yer aldığını görünce, hemen müdahale etmiş: "Yahu bu adam benim dostum, sınıf arkadaşımdır. Biz medresede onunla beraber okuduk" Bunun üzerine, Mustafa Efendi'nin isminin üstü çizilmiş " (Tayşi-Kılınç, 2009:175).

Bazı aydınlar da polis takibi altındaydı. ‘Halikarnas Balıkçısı' namıyla maruf Cevat Şakir Kabaağaçlı İzmir'de bulunduğu sürece uzun süre takip edilmişti. Tayşi, onun nasıl takip edildiğini şöyle anlatır: Babamın onu takip sebebi, Cevat Şakir'in 'komünist' oluşu. Hatta bu takip sırasında Cevat Şakir, takip edilmekten duyduğu rahatsızlığı babama hissettirmiş. "Ben falan falan yerlere gidiyorum. Beni orada muntazaman bulabilirsiniz. Sizin görevli olduğunuzu biliyorum, ama böyle yaparsanız memnun olurum" demiş. Sadece Cevat Şakir gibi namlı komünistlerin değil, İzmir'deki şöhretli hoca efendilerin takip işi de babamda imiş (Tayşi-Kılınç, 2009:129).

Öte yandan bazı bölgelerde orduya topluca cinayet işleme yetkisi de dahil olmak üzere bazı olağanüstü yetkiler verilmişti. Poulton'un naklettiğine göre;1850 sayılı yasanın 1. Maddesinde şöyle denilmekteydi: “20 Haziran 1930'dan 10 Aralık 1930'a kadar, devlet ya da vilayet temsilcileri, askeri ya da sivil yetkililer, jandarma ya da korucular ya da üst makamlara yardım eden veya tek başlarına hareket eden siviller tarafından, Erzincan vilayetindeki Pülümür ve Birinci Müfettişlik bölgelerde meydana gelen isyanların takibi ve bastırılması sırasında tek başına ya da topluca işlenen cinayetler ve diğer eylemler suç olarak görülmeyecektir (Poulton,1999:163).

Şeflik yönetiminde her türlü karar militer bir bakışla alınıyor, tren güzergahları bile Genelkurmay Başkanlığı'nın muvafakati ile belirleniyordu: Sivas-Erzurum arası demiryolu hattı tam bir yerli emeği ve sermayesiyle bitirilmiş ilk büyük eser olmuştu. Hattın güzergâhı da uzun bir münakaşa konusu olmuştu. Mühendisler, Zara istikametinden geçmeyi normal buluyorlardı. Fakat Genelkurmay Başkanlığı ve bu makamı temsilen bilhassa merhum Mareşal Fevzi Çakmak, hattın daha güneyden ve Divriği istikametinden geçmesini gerekli buluyordu. Zaten öteden beri hatlarımızın güzergâhını tayinde ekonomik düşüncelerle askeri anlayışlar çarpışır dururdu ve son sözü daima askerler söylerdi (Uran,2007:208).

Devlet, artık ceberut bir yapı olarak vatandaşın karşısında yerini almış vaziyetteydi. Bu vaziyeti anlatan çok sayıda yaşanmış olay kayıtlarda yerini almıştır. Onlardan biri Mimar Vedat Bey'in başına gelen bir olaydı. Cumhuriyet'in ilk yıllarında Ankara'da başta II. Büyük Millet Meclisi binası ve Çankaya Köşkü olmak üzere birçok önemli binaya imza atan Vedad Bey, Mustafa Kemal'le anlaşmazlığa düşer ve Ankara'dan ayrılır. Artık o dışlanan, yok sayılan, alacakları ödenmeyen bir mimardır. Hak ettiği hâlde devletin ödemediği alacaklarının dökümünü bir kâğıda el yazısıyla upuzun bir liste halinde yazan Vedad Bey'in yaşadıkları hakikaten şaşırtıcıdır. Devlet (!) bir mimara kızmış ve yaptırdığı işlerin karşılığını ödememişti.

Alacaklarını tahsil edemeyen başka bir mimar da, Ankara'daki meşhur Türk Ocağı binasının mimarı Arif Hikmet Koyunoğlu'ydu. Koyunoğlu o günlere ait duygularını şöyle anlatır: "O günlerde Halk Fırkası büyükleri Ocaklar'ın amansız bir düşmanı hâlini almışlardı. Onlara her fenalığı yapıyorlardı. Benim gibi memur olmayan kimselerin de her fırsatta işlerini baltalıyorlardı. Onlar karşılarında herkesin boyun eğmesini, zelil bir biçimde yalvarmalarını istiyorlardı. Bunu yapacak yaratılışta değildim.

Dönemin bir başka sanatkar kurbanı Mimar Kemalettin Bey'di. Beşir Ayvazoğlu, Mimar Kemalettin Bey'in başına gelenleri şöyle anlatır: Maarif Vekâleti, 1927 yılında modern okul yapımı için danışman mimar olarak Avusturya asıllı İsviçreli mimar Ernst Arnold Egli'yi davet eder. Ankara'ya ‘bir modern mimari peygamberi edasıyla' gelen Egli'ye yaptırılan ilk iş, o tarihte Gazi Terbiye Enstitüsü binasıyla meşgul olan büyük mimar Kemaleddin Bey'i hırpalatmak olur.

Sedat Çetintaş'ın ifadesiyle, "sanat ve teknik bahsinde Kemaleddin'e ulaşamayacak durumda" olan Egli, Gazi Terbiye projesine eleştiriler yağdırmaya başlar. Kendi değerlerini küçümseyen ve öteden beri yabancı uzmanlara düşkün olan bürokrasi, Egli'nin eleştirilerini benimseyecek ve Kemaleddin Bey'i projede onun teklifleri doğrultusunda tadilata zorlayacaktır. Kemaleddin Bey'in önünde iki yol vardır: Ya bırakıp gitmek, ya projesini Egli'nin teklif ettiği yönde tadil ederek tamamlamak... Eserini, büsbütün Egli'ye bırakmak istemeyen Kemaleddin Bey ikinci yolu tercih eder (Ayvazoğlu,2010).

Topuzlu, o günlerde yaşadıklarını şöyle anlatıyor: Fransa Cerrahî Akademisi Başkanlığından 31.7.1946 tarihinde aldığım bir mektupta Paris'te 10.10.1946'da Cerrahî Akademisi'nin 100. senesi kutlanacağı ve en eski âzası olmaklığım (1904 tarihinde bu akademiye âza intihap edilmiştim) dolayısıyla bütün masarifim Akademi'ye ait olmak üzere behemehal bu toplantıda hazır bulunmaklığım yazılıydı.1.000 liralık döviz almak için evvelâ Sağlık Bakanlığı'na, sonra Maliye Bakanlığı ve Hazine Genel Müdürlüğü'ne, hattâ İnönü'ye bile müracaat ettim. Nihayet Maliye Bakanlığı'ndan aşağıdaki cevabı aldım: Doktor Cemil Topuzlu! Fransa Cerrahî Akademisi'nin toplantısında hazır bulunmak maksadıyla bu memlekete yapacağınız seyahat için talep ettiğiniz döviz müsaadesinin verilmesine imkân yoktur.9.10.1946 Maliye Bakanı Halit Nazmi Keşmir (Topuzlu,2017:237).

Şeflik Döneminin mağdur kesimlerinden biri de kadınlardır. Ömer Çaha, bu vaziyeti şöyle anlatır: 1923'te Cumhuriyet kurulur kurulmaz o zamanki kadınlar bir parti kurdular. Kadınlar Halk Fırkası diye. Fakat Kemalistler onlara izin vermediler, bölücülük yapıyorsunuz, böyle şey olmaz dediler (Çaha,2010).

1927 seçimleri öncesinde Kadınlar oy hakkı elde etmek için Trabzon'da bir araya gelerek bir etkinlik düzenlerler. Cumhuriyet Gazetesi ertesi gün, "Hafif meşrep kadınlar Trabzon'da ortaya çıktı!" şeklinde manşet atmıştır. Yarı resmi nitelikteki gazetelerin feministlere yaklaşımı bu şekilde olmuştur. Onlara yoldan çıkmış, sapkın, hafif meşrep kadın muamelesi yapıyor.

Türk Kadınlar Birliği 10 Mayıs 1935'de son toplantısını yapar, Başkan Latife Bekir, Birlik'in kapatılma gerekçesini siyasî otoritenin arzuladığı yönde açıklar: "Kadın Birliği ülkülerine kavuşmuştur. Türk kadınlığına bütün hakları tanınmıştır. Bundan sonra Kadın Birliği'ne ihtiyaç yoktur. Birliğin feshini talep ediyorum” (Ertunç,2010:286).

Dönemin bir başka mağdur sınıfı yargı mensupları idi. Taha Akyol, o günlerdeki vaziyeti Atatürk'ün ifadesiyle şöyle anlatır: Atatürk döneminin hukuk anlayışı, kendi ifadesiyle şöyledir: “İnkılabın kanunu mevcut kanunların üstündedir!” (Akyol,2009).“O tãrihlerde hür olmayan ve kanunları Ankara'nın emrine göre yorumlayıp ona göre ceza veren hakimler vardı” (Sertel Zekeriya,1968:200).

Yıldız Sertel'e göre; ‘Tek Şef'in çok güçlü, kaide, kanun tanımayan bir şahsiyeti vardı. Kimseye hesap verme ihtiyacı duymuyor, birbiri ardına çok önemli kararlar alıyordu. Büyük şef kesinlikle tenkit edilemezdi” (Sertel Yıldız,1990:73).

Kabaklı bu mağduriyeti şöyle anlatır: Hâkimlere bile ancak CHP'li oldukları takdirde çalışma hakkı verilebiliyordu. Bir ilde, ilçede (hele merkezde) parti ileri gelenlerinin, arzu ve emirlerini yerine getirmeyen bir hakim, elbette görev yapamayıp oradan oraya sürülüyordu (Kabaklı,1989:314).

Tunçay da bu anlamda manidar bir olay anlatır: Atatürk döneminde yargı da içler acısı vaziyette. Atatürk gece trenle İstanbul'a giderken Eskişehir'e uğruyor. Temyiz üyelerine haber veriliyor, hepsi sabaha karşı saat birde, ikide peronda hazır ol da bekliyorlar. Atatürk, komünistler için “Bunlar hafif akıllı adamlardır” dediği o meşhur antikomünist nutkunu, işte o gün sabaha karşı istasyonda yargıçlara veriyor ve onları irşat ediyor, uyarıyor, yönlendiriyor. Yargının bağımsızlığını ve konumunu anlatmak açısından bu olay yeterli sanırım (Tunçay,2010).

Şeflik rejimi bazı bölge insanlarına aşırı baskı ve zulümler yapmış bu bölgenin insanını devlete karşı potansiyel düşman haline getirmişti. Ali Özek, bu vaziyeti şöyle aktarır: Birçok yaşlı adamla görüşüyordum. Türkiye Cumhuriyeti devletinin Güneydoğu Anadolu bölgesindeki insanlara çok kötülük yaptığını onlardan öğrendim. Bir kere çıkan isyanlar dolayısıyla birçok kimseye haksız yere çok zulmetmişler. Bir grup isyan etti diye o bölgenin hepsi isyankâr kabul edilmiş (Özek-Yıldırım,2012:188.)

Özek o günlerde Devlet ile vatandaş arasında gelinen noktayı şöyle özetler: Köylere propagandaya gittiğimiz zamanlarda çok enteresan şeylerle karşılaştım. Okul müdürü, Ziraat Bankası müdürü ve ben olmak üzere üç dört kişiydik ve bize bir cip tahsis ettiler. Böylece civar köyleri birkaç gün dolaştık. Köylere gittiğimiz zaman kimse yok. Herkes gizleniyor. Birkaç ihtiyar görüyorsunuz. Kadınlar hiç ortada yok. Çünkü böyle resmi olarak köylere giden insanlar çok kötülük yapmışlar. Baskın için gitmişler, çok zulmetmişler. O yüzden herkes korkuyor. İnsanlar baskın olmadığını anlayınca ortaya çıkıyor (Özek-Yıldırım,2012:188).

İnsanın doğuştan sahip olduğu en kutsal ve vazgeçilmez hakkı olan özgürlükler de o günlerde tamamen buharlaşmış bir vaziyettedir.

Cemil Koçak'ın naklettiği olay ise ülkenin o günlerde nasıl yönetildiğini gösteren sembolik bir olaydır. Ayazpaşa Camii'nde müezzin ezan okuduğu zaman, oteldeki müzik susar, ezan bittiğinde orkestra tekrar çalmaya başlardı.

Atatürk'ün Park Otel'de bulunduğu bir akşam da, tam dans edilirken, Carmen Pardyorkestrası aniden durur. Atatürk, müziğin niye birdenbire sustuğunu sorunca, kendisine nedeni anlatılır. Atatürk'ün ibadet ve eğlence yerlerinin böyle yakın bulunmalarının doğru olmadığı manasındaki sözleri, bir yetkili tarafından icra edilerek, aynı gece caminin minaresi yıktırılır. Ve camii de kapatılır (Koçak,2012:165).

Selahattin Adil Paşa bu olayı şöyle eleştirir: Avrupa gezimde apartmanın hemen yakınında bir kilise, bunun karşı tarafında da Tier Garten içinde bir gazino bulunuyordu. Halkın zevk ve istirahatine yarayan bu güzel binada müziğin, mabedin yakınlığı dolayısıyla yasaklanmış olduğunu öğrendim. Dini duyguların incitilmesi amacıyla alınan bu tedbir karşısında bizim İstanbul'da Park Oteli karşısındaki Camii'nin durum ve maruz kaldığı emri düşündüm. Vaktiyle İstanbul'un bir iki büyük otelinden birisi olan Park Otel'in arkasında olan bir mescit Atatürk'ün emriyle “Eğlence ile ibadet bir arada olmaz” diye kapatılmıştı (Sarıbay,1982:463).

Bahattin Cebeci, o günlere ait bir hatırasını şöyle nakleder: Öğretmen okulunda 130 Öğrenciyiz. Herkes birbirini tanıyor. İkinci sınıfta namaz kılan Amasyalı iki ağabey var, onlara ‘hoca' diyorlar. Namazımızı bazen hademe odasında, bazen merdiven altında tahta veya karton üzerinde kılıyoruz. Cuma namazlarına gidemiyoruz. Ramazanda, yemekhane hademeleri öğle yemeklerimizi ayırıp, sahurda veriyorlar. Biz de 10-15 arkadaş orucumuzu tutuyorduk. İdarenin haberi olmuş, sahur için ayrılan yemeklerimizi döktürmüşler, bir kaç gün oruç tutamadık. Öğretmenlerimizden yalnız Tarih-Coğrafya öğretmeni Kazım Akdeniz Bey namaz kılar, oruç tutarmış (Cebeci,2014:40).

Devam edecek.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Hüseyin Yağmur
08-12-20
E mail: yenisoz.com.tr
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
POSTMODERN BİR BİAT CEMAATİ OLARAK KEMALİZM-7
Online Kişi: 26
Bu Gün: 247 || Bu Ay: 9.470 || Toplam Ziyaretçi: 2.201.151 || Toplam Tıklanma: 51.942.195