ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : İKTİBAS / Muhtelif Mevzûlar, Yazarlar, Yazılar
Okunma Sayısı: 363
Yazar: Erol Göka
İNANÇ VE İBADETLERİMİZİN RUH DÜNYAMIZDAKİ ETKİLERİ

“Müslümanım” diyen kişinin kendisine bahşedilen tüm özelliklerin diğer insan kardeşleri için de geçerli olduğunu bilmesi ve onların hayatlarının kendisinden daha aşağıda olmasından derin bir teessür duyması, insan kardeşlerinin acısını kendi acısı gibi hissetmesi umulur.

Böyle umulur fakat aslında gerçek hayatta hiç de böyle olmadığını hepimiz biliriz. Pek de muteber olmayan, insanlık aleyhtarı diğer özelliklerimiz çoğu zaman bu anlatmaya çalıştığım, insanda olması gereken hasletlerimizi unutturur. İbadetler unuttuklarımızı hatırlatmak, bizi bencillik ve zevk peşine düşme batağından çıkarabilmek için vardır. İbadetler sırasında insandan bir ürperme, bir uyanış bekleriz. Ramazan, sair zamanlardaki ibadetler boyunca bir türlü yetmeyen ürpermelerin, bir ay boyunca toplu olarak zerk edilmesi, Kur’an’ın mesajının indiği ayda insanlara topluca bir kez daha duyurulmasıdır. Bu toplu ve uzun süreli çağrının hepimiz üzerinde derin bir etkisi vardır. Çok etkileyici bir filmden çıkmış insanlar bile birbirlerine daha yakın hissederken aynı ay içinde aynı ürpertici mesajlara muhatap olmuş insanların, insanlıklarına ve birbirlerine bigâne kalması olacak iş değildir.

İbni Arabî üzerine çalışmalarıyla bilinen Ekrem Demirli, oruçtan yola çıkarak ibadetleri nasıl anlamamız gerektiği üzerine fevkalade mühim tespitlerde bulundu. Haklı olarak, oruç dediğimizde öncelikle sadece sağlığımız üzerindeki faydalarından; ikincisi, sosyal sınıfların birbirini “anlama”sının zeminini oluşturarak toplumsal dayanışmanın pekişmesinden bahsetmekle yetindiğimizi eleştirdi. Ona göre; “İbadet insana Allah hakkında bilgi kazandırmadığı sürece hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Her ibadetin maksadı insana Allah ve O’nun fiilleri hakkında kazandıracağı marifettir. Bu itibarla marifet ibadetin maksadını teşkil eder… Öte yandan ibadetler bize içinde kendimizin de bulunduğu âlemin yaratılışı hakkında bilgi kazandırır. Allah ile âlem-insan arasındaki en mühim irtibat, ‘Yaratılış’ irtibatıdır; bu irtibatı hatırlamaksızın Hakk’a tam ‘Teveccüh’ olamaz. Oruçtaki ‘İmsak’, yani kendini tutmak ve çekmek ile orucu açmayı anlatan iftar (Yaratılışla ilgili fıtrat ve el-Fatır ismiyle ilişkisini hatırda tutarsak) Allah’ın iki ayrı isim türüyle gerçekleşen yaratılış eylemine atıf yapar. Başka bir ifadeyle insan Ramazan’da ‘Tutmak’ ve ‘Açmak’ şeklindeki eylemiyle Hakk’ın, âlemi sürekli yok etmesini (İmsak) ve var etmesini (İftar) ‘Zevk’ yoluyla idrak eder. Bu sayede oruç bize Allah’ın, üzerimizdeki en büyük nimetlerinden ‘Sürekli yaratılış’ nimetini hatırlatır.”

Bu sözlere ve sahibine ancak şapka çıkarılır ancak şapkamızı çıkarırken bazı sözlerin de ağzımızdan dökülmesine engel olamayız: “İyi ama üstad, orucun ve ibadetlerin değerini anlamak için Sufi yoluna girmekten başka bir yol yok mudur? Sufi yoluna girmemiş olanların ibadet konusunda her bakışları tam bir yanılgı mı içerir? Ya da inanç ve ibadetlere insan varoluşu açısından bakmak mümkün değil midir?”

Ramazan, sair zamanlardaki ibadetler boyunca bir türlü yetmeyen ürpermelerin, bir ay boyunca toplu olarak zerk edilmesi, Kur’ân’ın mesajının indiği ayda insanlara topluca bir kez daha duyurulmasıdır. İnanç ve ibadetlere insan varoluşu ve psikolojisi açısından baktığımızda Sufi yolundakilerin gördükleri de dâhil olmak üzere o kadar çok şeye şahit oluruz ki…

Her şeyden önce inançlar, bu karmakarışık dünyada bize ve hayatlarımıza rehberlik sağlarlar; inançlarımız ne kadar sağlam bir zemine dayalıysa yol haritamız da o kadar güvenilir olacaktır. “Ben kimim, bu dünyada ne işim var, ölüm sonrası beni bekleyen nedir?” sorularına cevap verebilmek, insanın başarabileceği en büyük işlerdendir. İnsan, hayatına bir anlama katamıyorsa diğer canlılardan farklı olarak yaşaması için bir gerekçe bulmakta, yalnızlık zindanından çıkmakta da zorlanacaktır. Çünkü insan şeylerin adını bilmekle hem bilince, üstelik de bilinçli olduğunun bilincine, özgürlüğe mahkûm olmuş hem de bu vasfıyla meleklerden üstün bir yaratılışa sıçramıştır. Daha doğrusu insan fıtraten böyle yaratılmıştır ama böyle bir sıçramayı yapabilmesi için dinin, üstelik hak dinin dosdoğru yoluna girmesinden başka şansı da bulunmamaktadır.

Ramazan orucu olmak üzere ibadetlerin kişi huzuruna etkisi ve bunun toplum hayatı açısından önemi:

İnsan, var olduğunun bilincinde olan kendi yaşam projesini yapmaya muktedir yani özgür yegâne varlık. Ne ki özgürlüğümüz, öyle sanıldığı gibi bir hediye değil, bir baş dönmesi, bir bulantı olarak yaşanır çoğu kez. Biyolojimizin, genlerimizin, doğa yasalarının, hukuki ve toplumsal kuralların zindanlarında nasıl özgür olunacağı sorusunu bir kenara bıraksak bile tam bir sanal durumdur, varla yok arası bir şeydir özgürlük. Sonsuz yol vardır gidilecek, ama insan bir anda hem orada hem burada olamaz, tek bir yaşantıyı yaşamaya mahkûm. Bir yola girildi mi o yolun tüm kurallarına uymaya, sorumluluklarını yerine getirmeye zorunludur. Ama yine de özgürlüğümüzü hissetmek isteriz, ondan vazgeçemeyiz. Hayatımızdan vazgeçeriz ama özgür olma hissinden vazgeçemeyiz. O, başımızın belasıdır.

İşte insanın yaşayabilmesi, bir hayat planı yapıp, bir amaç edinip yaşantısını sürdürebilmesi için ölüm, anlamsızlık, yalnızlık, özgürlük gibi temel varoluşsal kaygılarını garantiye ya da bir başka deyişle askıya alabilmesi, sanki bunlarla bir ilgisi yokmuş gibi davranabilmesi gerekir. Bu kadar geniş bir mönüyü barındıran yegâne yaşamsal aygıt, din tarafından sunulur. Dinsel inanç, sunduğu anlam ve davranış haritasıyla insana bir güvenlik alanı sağlar. Dinsel inanç sayesinde varoluşun ağırlığı, doluluğu hafifler; ömrümüz, arada sınavlara tabi tutulsak da bize bir armağan olarak gösterilir. İyi ki varızdır, iyi ki gelmişizdir bu dünyaya, Yaratıcımız bizi var olma şerefiyle şereflendirmiştir. Kendimizi O’nun esirgeyici, bağışlayıcı kollarına bırakabiliriz. Tehlikelerle, hırs ve tamahla dolu bu insanların ve tabiatın dünyasında kendimizi bu kadar güven içinde başka nereye bırakabiliriz ki! Zaten bizi bir alan olsa, tamamen kabul eden olsa, örneğin bir ana, bir sevgili bunu söylese hatta yapsa, kısa bir süre sonra özgürlüğümüz orada yapışıp kalmamak için çırpınmaya başlayacaktır.

Üstelik Yaratıcı’nın bizim ibadetimize, namazımıza, orucumuza da ihtiyacı yoktur. Gerçi bizden bunları talep eder ama kendisi için değil bizim için, bizatihi kendimiz için ister bunu. Bizi O’ndan daha iyi koruyan, kollayan, düşünen yoktur. O, bize bizden, şahdamarımızdan bile daha yakındır. Bizden ibadet ister zira her ibadet, dünya hayatına verilmiş bir ara, bir moratoryumdur. Her ibadette, küçücük bir dua ve sadaka verme anında bile dünya hayatından, fanilikten, varoluşsal temel kaygılardan yüz çevirme, Yaratıcıyla karşılaşma, konuşma söz konusudur.

İbadetler, bir ara vermedir ama dinlenme, tatil değildir. Ara verilen dünya hayatının rutin akışıdır yoksa insanın zihni çok daha faaldir ve üstelik daha yüksek bir mertebededir. İbadet sırasında varoluşsal olarak bir yükselme duygusu yaşanır. İnsan, kendi başına kendisini anlayamayacaktır bunu ancak Yaratıcıya bağlı olduğunun bilincinde olması, Yaratıcı tasavvuru sayesinde yapabilir. Buradaki “Kendini anlama” ifadesi, sadece basit bir bilişsel işlevi değil, bütün bir varoluşun, kişinin düşüncelerinin, duygularının ve eylemlerinin topyekûn yer aldığı derin bir kavrayışı anlatmaya çalışır. Bu yüzden tüm ibadetler sırasında adaleti, sevgiyi ve gücü, hepsini birden, bir arada, tek bir potada tecrübe ederiz. İbadet, varoluşumuzun bütün boyutlarıyla, Yaratıcı’ya yaklaşmaya ve onunla iletişim kurmaya izin veren, sonlu ile sonsuzun, kutsal ile profanın birbirine bağlandığı ara geçittir. İbadet sayesinde bizim dünyevi ve sonlu varlığımız, aşkınlaşır, kutsal bir haleyle kaplanır. Yaratıcı, bizim için bilimsel olarak kanıtı gereken niceliksel bir varlık olmaktan çıkar, olanca gücü ve sonsuzluğuyla varoluşumuza katılır. Bu nedenle ibadet, inancın özüdür. İbadet olmasaydı, maneviyat seferi kendisini her daim yenileyemez, din, “Tanrı var mı yok mu?” sorusunun etrafında dönen basit bir entelektüel tartışma konusu olarak kalırdı.

İnancın ve onun özü olan ibadetlerin, bireysel psikolojimizde olduğu kadar, toplumsal psikolojimizde de değişmez yeri vardır. İnsan, aynı zamanda grup-varlıktır; ancak “öteki” sayesinde, “öteki”nin aynasında görür tanır kendini. Sağlıklı bir insan ilişkisinin ve toplumsal yaşamın olabilmesi için bizim dışımızdaki insanların da en az bizim kadar değerli olduğunun bilgisine ve bizi başkalarına yakınlaştıracak sevgi, saygı, merhamet gibi olumlu duygulara ihtiyaç vardır. Ahlâk, enikonu, bizim insan kardeşimiz olan “Öteki”ne ne yapacağımız, nasıl davranacağımız hakkındadır. Bu kadar önemli olan ahlâkî işlev, birçok kaynaktan beslenir; ahlâkın birçok kökeni vardır ama en önde geleni dinsel olanıdır. Dinsel olanın ahlâkın ana kaynağı oluşu, maneviyatın psikolojimizde tuttuğu derin yer nedeniyle olduğu kadar, Yaratıcının hem “Öteki”nin de yaratıcısı hem de “Mutlak Öteki” özelliği dolayısıyladır. Bütün “Öteki”lere karşı davranışımızda, “Öteki”lerin bir sahibi, hesap vereceğimiz bir merciidir Yaratıcımız… Tüm bu nedenlerle “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanınız!”, “İslâm, güzel ahlâktır.” denilir. İbadetler, ahlâkımızı, başkalarına ne yaptığımızı, başkalarını ne kadar düşündüğümüzü Yaratıcımız’ın önünde, onunla birlikte gözden geçirdiğimiz durumlardır.”

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Erol Göka
09-05-21
E mail: dunyabizim.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
İNANÇ VE İBADETLERİMİZİN RUH DÜNYAMIZDAKİ ETKİLERİ
Online Kişi: 26
Bu Gün: 525 || Bu Ay: 9.129 || Toplam Ziyaretçi: 2.200.646 || Toplam Tıklanma: 51.937.579