ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / PORTRELER
Okunma Sayısı: 962
Yazar: Şakir Diclehan
Necip Fazıl’ın Pek Bilinmeyen Babası ve Kardeşleri

Necip Fazıl’ın Pek Bilinmeyen Babası ve Kardeşleri

Necip Fazıl, Dülkadiroğullarına bağlı “Kısakürek”ler koluna mensup, tarihte bilginler ve ünlü kişiler yetiştiren bir ailenin evladıdır. Kendisinin özel evrakları arasında bulunan bir şeceredeki kayıtlı bilgilere göre, babadan oğula bir silsile halinde nesebinin kök isimleri çok açık şekilde yazılıdır.

Bu şecereye göre, Alâüddevle devrinin Şeyhülislâmı Mevlâna Bektût Hazretlerine dayanan ve Osmanoğullarından daha eski bir aile olan Dülkadiroğullarına bağlı “Kısakürekler” soyuna mensuptur.

Mevlana Bektût Hazretleri ki, – Dülkadir hükümdarı Alaaüddevle zamanında Şeyhü’l-İslamlık yapmıştır.- onun oğlu İsmail Efendi, ilk olarak “Kısakürek” unvanını alan kişidir. Bu silsilede, onuncu göbekte yer alan Necip Fazıl’ın babası Abdülbaki Fazıl Bey yer almaktadır.

Necip Fazıl’ın babası Abdülbaki Fazıl, 9 Temmuz 1889’da İstanbul’da doğar, özel hocalardan sarf ve nahiv (gramer ve dil bilgisi), mantık, Fransızca, Rumca ve biraz da resim dersi alır. Fransızcayı okuyup yazacak kadar bildiği, Rumcaya da aşina olduğu anlaşılmaktadır.

Üstad, büyükbabasının Çemberlitaş’taki konağıyla ilgili bilgi verirken, kendi babasına Fransızca öğreten ve “Matmazel” diye anılan kadından şöyle bahseder: “Bir Tatlısu Frengi vardı ki, tipi bakımdan zengin bir portre çizer. Babama Fransızca öğretsin, bana da mürebbiyelik etsin diye konağa alınmış, derken hiçbir şeye yaramaz olmuş ve hizmetçiler arasına katılmış bu bâkire, önceleri konak sahiplerinin masasına sofraya oturmak sevdasına kapılıp, peşinden hizmetçi kadınların masasına oturtulunca nihayet beklediği ve özlediği şövalyeyi bulmuştur.” der.

Babasının İzdivacı

Necip Fazıl, kendine özgü üslubuyla babasıyla annesinin evliliklerini şöyle dile getirir: “Soyunun erkek temsilcilerine düşkün Büyük babam, iki kızdan sonra erkek evlâdı Fazıl Abdülbaki’ye öylesine düşkünlük göstermiştir ki, ortaya kırdığı kırdık, astığı astık bir canavar çıkmış… Çocukluğunda, Büyük babamın biricik oğlu sıfatıyla hayâle sığmaz haşarılıkların kahramanı, son derece sıhhatli, yanaklarından kan damlarcasına kırmızı yüzlü ve “Deli Fazıl” lâkaplı babam, saldırganlığını o hale getiriyor ki, onu zapt etmesi için eve bir pehlivan alıyorlar… Ama türlü oyunlarla, meselâ, bastığı yere çukur açarak, geçtiği kapıların tepesine açılınca devrilen saksılar yerleştirerek onu da yıldırmayı beceriyor ve konaktan kaçırtıyor.

Nihayet aile dostları içinde hikmet sahipleri, bütün bu hallere katlanan Büyük babama:

– Olmaz, olmaz diyorlar; bu böyle gitmez!.. Kanı bir yanardağ gibi kaynayan bu çocuğu kurtarmak için, hemen, tezinden, bu küçük yaşta evlendirmekten başka çare yok!..

Denk ailelerden hangisine başvurulsa beklenen cevap alınamıyor. Bu garip çocuğa kız vermeye razı olan yok…

Derken araya Zafer Hanım’ın (Fazıl Bey’in babaannesi) akrabalarından biri giriyor.

– Ben oğlunuza seve seve verecekleri kızı buldum!.. Girit muhacirlerinden son derece temiz ve Müslüman bir ailenin kızı… Gidip bir bakın!…

Aksaray taraflarında, kulübemsi, basık, ahşap bir ev… Bu fakir evin önünde bir gün mükellef bir konak arabası duruyor. Kızı kaptıkları gibi konağa götürüyorlar.

Burnunun ucuna kadar kapalı, bütün ömrünce Allah’ı, Resulü’nü ve emirlerini anıp ağlamaktan başka işi olmayan ve dört yanı hep ahiret kardeşleriyle çevrili yaşayan dul ve ümmî anneannem (İkinci Dünya Harbine kadar yaşadı) kayıtsız ve şartsız teslimiyet örneği derin ve fedakâr Müslüman-Türk annesi timsali mübarek kadın, bu garip izdivaca razı oluyor… Öyle ya, kızını isteyen büyük bir aile…

Uğultu girdabı konakta, on dört – on beşlik masum ve iptidaî, o da annesi gibi ümmî bakirenin hali?..

Konak, küçük beyin deli iradesine o kadar zebundur ki, o “götürün!” narasını basar basmaz kadıncağızı uzaklaştırmak ve “getirin!” narasında yakınlaştırmak üzere civarda bir ev tutmaya dek gidiliyor.

Bir gün endam aynası karşısında:

– Ben güzelim, ben güzelim, ben soyluyum!

Diye mırıldandığına şahit olduğum babam, istidadına malik bulunduğu halde olamamanın, yerini alamamanın hazin ve içinden mahzun örneği…

Baba Portresi

Babasının bir portresini çizen ve onu tasvir eden Necip Fazıl, bu konuda şöyle kalem oynatır: “O, girdaplar çizen, her türlü nefis muhasebesine yabancı, ne yaptığını ve ne istediğini bilmez bir rüzgârdı ve ne durgunlaşabildi, ne de kasırgalaşabildi, satıh üstü esip geçti…”

Ruh yapısı çok farklı olan Abdülbaki Fâzıl Bey evinden ve ailesinden oldukça uzak ve ilgisiz yaşamış birisidir. Onunla ilgili düşüncelerini üstat “Kafa Kâğıdı” ile “O Ve Ben”de epeyce anlatır. Bahriye’de (Heybeliada Deniz Harp Okulu) okurken bir hafta tatilinde kendisini Tepebaşı’nda Çardaş Fürstin operasına götürdüğünü söyler ve “babamdan gördüğüm bütün alâka bu kadardır” der. Bir de babası Fâzıl Bey’e yazdığı bir mektuba: “Ne de güzel yazın ve üslubun varmış!” cevabını verecek kadar oğlundan habersizdi.” diyerek babasından sıcak bir alâka göremediğini bu buruk ifadelerle resmeder. Üstat, devamla babası Abdülbaki Fâzıl Bey’i şu cümlelerle anlatır:

“Bahriye Mektebinden üç ayda bir çıktığım tatillerden birinde, babam beni, mahut Tepebaşı Tiyatrosunda “Miloviç”in “Çardaş Fürstin” operetine götürdü. O da kadının uzaktan uzağa âşıklarından…

Opereti tek seyredişte adeta ezberledim. Sonraları bando ve piyanodan dinlediğim bu operet bana öyle işledi ki, harfi harfine hafızama nakşettim. Babam beni yanına oturtur ve (Çardaş)’ı söyletirdi. Mest, kendinden geçmiş, beni dinlerdi.

Babamdan gördüğüm bütün alâka bu kadardır.

Tiyatrodan eve dönerken bana dedi ki:

– Sen henüz kadınlık sırlarından anlayacak yaşta değilsin! Bak, şimdi eve gidiyoruz. Göreceksin, kapıyı anan açacak… Taşlıkta bir kenara çekilmiş bizi bekliyordur. İşte bu hal, kadınlık sırrına ters… Erkeğine bunca mahkûmluk gösteren bir kadında cazibe diye bir şey kalmaz… Kadın dediğin, tiyatroda bir örneğini gördüğün gibi, erkeği peşinden çekmeli…

Gerçekten kapıyı annem açtı. Uykusuzluk ve yorgunluktan gözleri mahmur… Babam ona tek söz söylemeden odasına çekildi. Kadın, her yerde, çeşitliliğine rağmen aynı mahlûk olsa da, bu misalde yine bir Doğu – Batı ayırımına mevzu teşkil ediyor ve fedakârlığını zillet diye gösteren bir telâkkiye çarpıyordu. Zira Türk Cemiyeti, eskiden tek mihrakta topladığı erkeğini ve kadınını kaybetme yolundaydı.”

Hukukçu Baba

Baba Abdülbaki Fazıl, 25 Eylül 1909’da Hukuk Fakültesi’nden “iyi” dereceyle diploma alır. Bir müddet Cinayet Mahkemesi Kalemi’ne devam etmiş ve daha sonra 4 Ocak 1911senesinde Bursa Vilayeti İstinaf Mahkemesi yedek hâkimliğine atanmıştır.

Bu göreve atamasıyla ilgili bilgi veren Necip Fazıl: “Büyük babam, mirasyedi tavırlı, o zamanki adıyla “Mekteb-i Hukuk” (Hukuk Fakültesi) mezunu oğluna fena halde kızmaktadır. Bir işe girmiyor, bir baltaya sap olmayı istemiyor diye… Babasının ısrarı yüzünden nihayet razı oluyor, onu Bursa’da bir mahkemenin “aza mülazımı” (yedek hâkim) yapıyorlar.

Mudanya’ya kadar vapurla gidişimiz, oradan yaylı bir arabayla Bursa’ya geçişimiz, Nilüfer suyu kenarında bir ev tutuşumuz, suların devamlı şarkısı, kızıl hastalığına tutuluşum, “ha gitti, ha gidiyor” diye annemi üzüntüden üzüntüye sürükleyişim, iyi olduktan sonra soba başında derilerimi soyup çıkarışım ve istifa ettirilen babam (14 Şubat 1911) ve mahzun annemle İstanbul’a dönüşüm hep hatırımda…

Annem, kayınbabasının; “Çocuğu götürmeyin!” emrine rağmen, vermeyecek olurlarsa, intihar edeceği tehdidiyle beni zor kullanarak götürmüş ve işte şimdi mahcup ve ezik geri dönmekte…

14 Haziran 1911’de Adalet Bakanlığı, İstatistik ve Kanunları Düzenleme Dairesi’nin Temyiz Kararları Şubesi’nde maiyet memuru (stajyer hâkim) olarak göreve başlar.

Fâzıl Bey’in Bursa’dan sonra Gebze’de savcılık yaptığını Necip Fâzıl’ın yazılarından öğreniyoruz. Kendine has üslubuyla babasının Gebze’deki günlerini şöyle anlatır Necip Fazıl:

“Babam Gebze savcısı… Biz de ben ve annem, yanındayız. İstanbul’a yakın diye bazen büyük babam da geliyor. Gebze’den de tez zamanda çekildik ve konağa yerleştik.”

Bir süre sonra Kadıköy’de hâkimliğe başlayan Abdülbaki Fazıl Bey, Necip Fazıl’ın annesinden boşanır.

“Nitekim babam, kendisi 30 yaşında ve oğlu 13 yaşındayken, annemi boşadı ve bana mektepten her çıkışımda dayıma, annemin yanına sığınmak düştü.

Babam bir müddet sonra kendisine yazacağım mektuba; “Ne de güzel yazın ve üslûbun varmış!” cevabını verecek kadar oğlundan habersizdi.”

Babanın İkinci Evliliği ve Vefatı

Fazıl Bey, Fatma Nigar Hanım adında ikinci bir hanımla evlenir. O dönemlerde hem erkeğin ve hem de kadının vekâleti alınarak nikâhları kıyılırdı. Nigar Hanım’ın vekili Sami Efendi, Abdülbaki Fazıl Bey’in vekili ise, Arif Bey’dir. Nikâh, şer’i usullere göre 30.000 kuruş Mihr-i muaccel (evlilik için ödenen peşin mihr parası) ve 30.000 kuruş mihr-i müeccel (daha sonra ödenmek üzere ertelenen mihr) ile nikâhları kıyılır. Nikâh şahitleri ise, Nail Bey ve Mehmet Efendi adında iki kişidir. Bunu, şuradan bilmekteyiz. Baba Abdülbaki Fazıl’ın ölümü üzerine, hanımı Fatma Nigar’ın alamadığı mihr-i müecceli tahsil etmek için kızının adına davayı açan Fatma Nigar Hanım’ın annesi Huriye Hanım’ın mahkemeye verdiği dilekçesinden öğrenmekteyiz.

Fatma Nigar hanımla olan evliliğinden de mutlu bir aile hayat bulamayan Baba Fazıl Bey, derin bir ruhi bunalım ve huzursuzluk içindedir. Abdülbaki Fazıl Bey, 1921 kışında, müthiş karlı ve fırtınalı bir gecede, ikinci evliliğini yaptığı, Mediha Hanım’ın tam tersi bir yapıya sahip Kadıköylü eşinin evinden sert bir münakaşa sonunda ayrılır ve babası Hilmi Efendi’nin Sarıyer’deki köşküne döner. Gece yarısı vasıta bulamadığı için, sandalla geçtiği Karaköy’den Sarıyer’e kadar yürür. Soğuk algınlığı yüzünden yatağa düşer ve bir daha kalkamaz.

Vefatından sonra çıkarılan veraset ilamından anlaşılan Fâzıl Bey, Kadıköy’de Sulh Hukuk hâkimliği yaptığı sırada 17 Ekim 1921’de vefat etmiştir.

Necip Fazıl, babasının ölüm haberini, iki ay sonra 1921 senesinin Ocak ayında, annesi Mediha Hanım ve anneannesi Nefise Hanım’la birlikte gittiği Erzurum’da büyük dayısının yanında iken öğrenmiştir. “Erzurum’da dayımın yanındayken ölüm haberini alacak olduğum babamı bir daha görmedim ve onunla, o çağıma değin hayatımda hepsi hepsi bir günlük kadar konuşamadım.”

Necip Fazıl’ın Kardeşi

Necip Fazıl’ın Selma adında kız kardeşi olmuş, ancak küçük yaşta vefat etmiştir. Fazıl Bey’in Fatma Nigar Hanımla olan evliliğinden Hüseyin Orhan adında bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Abdülbaki Fazıl Bey’in Fatma Nigâr Hanım’dan doğma oğlu Hüseyin Orhan, mühendislik tahsili yapmış ve uzun yıllar Amerika’da yaşadıktan sonra ülkeye döner ve İstanbul’da vefat eder. Hüseyin Orhan Kısakürek’in de bir kızı olmuştur.

Orhan Kısakürek, Galatasaray Lisesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu yüksek inşaat mühendisidir. Sezai Karakoç’un ifadesine göre, İstanbul Teknik Üniversitesi’ne asistan olmak için sınava gireceği zaman jüridekiler, soyadının Kısakürek olması nedeniyle kendisini üniversiteye alınmasına sıcak bakmamaları ve tercih etmemelerini söylemeleri ve kürsüye almak istememeleri üzerine Orhan Kısakürek, dünya ve hayat görüşü bakımından ağabey Necip Fazıl’dan farklı bir yapı ve düşüncede olduğunu ve onun dünya görüşünü pek benimsemediğini söylemiştir.

Galatasaray Lisesi’nden iyi Fransızca ve İngilizce öğrenmiş ve daha sonra bu dillere egemen olacak tarzda ilerletmeyi başarmıştır. Galatasaray mensuplarının ifadesiyle, “Ağabeyi Necip Fazıl Kısakürek’in aksine son derece entelektüel ve modern görüşlü biridir Hüseyin Orhan Kısakürek.”

Orhan Kısakürek’in “Evlilik Hastanesi” adında bir piyesi de bulunmaktadır. Mustafa Miyasoğlu’nun, Üstadın Oğlu Mehmet Kısakürek Bey’den dinlediği ve 26 Mayıs 2009 tarihinde Ülke TV’de katıldığı Dün Ve Bugün programında anlatmış olduğu bir hâtıra:

“Necip Fazıl’ın babasının ikinci evliliğinden Hüseyin Orhan adında 22 Kasım 1919 tarihinde bir çocuğu dünyaya gelir. Entelektüel, Fransızca bilen, roman, hikâye tercüme etmiş bir insandır.

Bir gece saat 12.00’de tartışmaya başlıyorlar kardeşiyle. Orhan diyor ki, “Ben senin davanla, fikriyatınla, tarih tezlerinle, dini-tasavvufi kitaplarınla ilgili değilim. Benim için sen Türk Edebiyatının en önemli şairlerinden birisin, başka da bir şey değilsin.”

“Öyle mi, çık dışarı” diyor üstat.

Neslihan yenge rahmetli, uğraşıyor çıkarmamak için, gece yarısı korkunç sağanak halinde, eline şemsiye vermek istiyor, “yok”, diyor Üstat, “şemsiyesiyle gelmişse şemsiyesiyle gitsin, şemsiyesiz geldiyse defolsun gitsin. Benim böyle bir kardeşim yok.”

Ve bir daha da görüşmüyor. Üstat, aile hatıralarını pek toplamazdı, Hüseyin Orhan Kısakürek ölmeden önce gelmiş, Büyük Doğu’ya bu hatıraların hepsini artık size layıktır diye teslim etmiş.” Şeklinde bir bilgi notu bulunmaktadır

İstanbul’da 17 Nisan 1997’de vefat eden Hüseyin Orhan Kısakürek’in yıllarca Amerika’da yaşayan ve okuyan bir kız çocuğu olmuştur.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Şakir Diclehan
22-05-21
E mail: insaniyet.net
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
Necip Fazıl’ın Pek Bilinmeyen Babası ve Kardeşleri
Online Kişi: 10
Bu Gün: 391 || Bu Ay: 7.745 || Toplam Ziyaretçi: 2.218.388 || Toplam Tıklanma: 52.148.865