ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : İKTİBAS / Muhtelif Mevzûlar, Yazarlar, Yazılar
Okunma Sayısı: 114
Yazar: Hayrettin Karaman
NİÇİN TEFRİKA, NASIL UZLAŞMA?

NİÇİN TEFRİKA, NASIL UZLAŞMA?1.

a) Toplumumuzda farklı dinlere mensup gruplar arasında gittikçe derinleşen ve eskiden olana nispetle -bu bakımdan- farklı bir değişme görülmüyor.

Bir dinin içindeki mezheplere mensup guruplar içinden de yalnızca Sünniler ile Sünnî olmayanalar arasında, iki tarafın da hikmet yoksunu veya kötü niyetli sözde önderleri sebebiyle nispeten dozunu arttıran bir farklılaşma şuurundan söz edilebilir.

Asıl nispeten derinleşen ve genişleyen farklılaşma -benim görebildiğim kadar- laik Müslümanlar ve dinsizler ile laik olmayan Müslümanlar arasında söz konusudur. Kavmî kökenleri farklı gruplardan yalnızca Türkler ile Kürtler arasında gittikçe derinleşen bir farklılaşmadan söz ediliyor, ancak bütün Türkleri ve Kürtleri içine aldığını söylemek mümkün değildir, hatta iki zümrenin de ucunda ve kenarında bulunan az sayıda insanlarda böyle bir şuur güçlenmesinden bahsetmek vakıaya daha yakın olsa gerektir.

Ekonomik ve sosyal konumlar bakımından toplumun farklı tabakaları arasında mevcut farklılaşmanın da nisbi olarak kayda değer bir derinleşme arz ettiği izlenimini taşımıyorum.

b) Var olduğunu düşündüğümüz alanlarda ve gruplar arasındaki farklılaşma ve bunun gittikçe derinleşmesinin genel ve özel sebepleri vardır:

Genel sebeplerin başında millî eğitim ve kültür politikası gelmektedir. Bugün mevcut İslâm ülkelerinde, ümmet yapısından ve kültüründen ulus yapısına ve kültürüne geçmeye karar verilmiştir. Çoğu hariçten birçok plan, program ve uygulama sonucu oluşan bu ve uygulama ümmet bütünlüğünü sağlayan bağları ve tedbirleri bir kenara atmış, hatta bazılarında, bunlara karşı olumsuz, bazen düşmanca tavırlar takınılmıştır. Buna karşı düşündükleri ulus için tutarlı bir tanım ve birliği kuracak yeterli bir bağ da getirememişlerdir. Kavramlarda ve yapıdaki bu tutarsızlık, temelsizlik, yetersizlik hatta çelişki, ülkelerin eğitim ve kültür politikasına da yansımış, okuyanlar gelenekten uzaklaşmış, gelenekten uzaklaşanlar -toplumu kenetleyen- millî ve manevi değerlerden de uzak kalmışlardır. Geleneğe dayalı değerlerimizin yerine ikame edilmek istenen modern değerlerin tabiatında yalnızlaştırma ve parçalama vardır.

Farklılaşmanın diğer sebepleri arasında iç ve dış tahrikleri, haksız ve ölçüsüz kazançları, ölçüsüz harcamaları ve tüketim çılgınlığını, millî gelirin paylaşımı, sosyal adalet ve hukuki adalet alanlarındaki aksamaları, dengesizlikleri, medyanın ilkesizliği ve tahriklerini, hürriyetlerin kötüye kullanılmasını ve çeşitli baskıları saymak mümkündür.

2. Toplumsal farklılaşma toplum için zenginlik, güzellik veren renkler, mükemmeli yakalama yarışının saikleri ve dayanışma aracı olmaktan çıkıp bölen ve parçalayan duvarlar haline geldiğinde toplumun birlik ve bütünlüğünü tehdit eder, bunun arkasından zayıflama, gerileme ve ülkenin bölünmesi tehlikesi gelir.

3. “Devlet ve sistem tek belirleyici olduğu halde farklılaşma neden?” sorusunun cevabını ararken öncelikle devlet ve sistemin belirleyicisini aramak ve sorgulamak gerekir.

Devletin ilkelerini, amaçlarını, işlevlerini ve yapısını halk mı belirlemiştir yoksa kendilerini halktan üstün gören ve ellerine geçirdikleri gücü halkı sindirme ve kendi ideolojilerini dayatma aracı kılan bir aristokrat veya jakoben azınlık mı?

Eğer birinci şık gerçekleşmiş ve halk uzlaşarak devletin ve sistemin temel özelliklerini belirlemiş olsaydı farklılaşmanın suçluları arasında devlet ve sistemin bulunmaması gerekirdi. Ne yazık ki devlet ve halk adına (diyerek) belirlemeleri yapanlar halktan, onun değerlerinden uzaklaşmış ve ona yabancılaşmış bir zinde güçtür, bir baskı zümresidir; bunların ektikleri tohumdan şikâyet konusu olan farklılaşma ve parçalanmaların çıkması da kaçınılmazdır.

4. Toplumsal uzlaşmanın ön şartı, toplumu oluşturan kişi ve gruplardan hiçbirinin kendi çıkar, düşünce, inanç, ilke ve ideolojisini diğerlerine dayatmamasıdır. İkinci şart, kişi ve grupların ileri sürecekleri uzlaşma şartlarının ülkeyi bölecek ve parçalayacak cinsten şartlar olmamasıdır. Bu iki şartı bütün gruplar kabullendikten sonra sıra müştereklerin (ortak değer, istek ve kabullerin) tespitine gelir. Yapılacak ön çalışmalar ile müşterekler tespit edilince bunlar ülkenin ana ve detay kanunları ve kuralları haline getirilir. Üzerinde birleşme sağlanamayan, dolayısıyla müşterekin dışında kalan konularda ülkenin ve toplumun zararına olmadıkça, umumi ahlakı, sağlığı, kamu düzenini ve güvenliği bozmadıkça şahıs ve gruplar hür olacaklardır.

Meseleye İslâmî açıdan bakılacak olursa, yukarıda özetlemeye çalıştığımız uzlaşma modeli bir geçiş dönemi modelidir. Müslümanların nihai hedefi ise zora başvurmadan, insanları ikna ederek, iyi örnekler göstererek (örnek bir İslâmî hayat ve toplum modeli sunarak) modelin İslâmîleşmesini sağlamaktır. Modelin İslâmîleşmesi halinde toplumun, gerçek mânâda barış, hürriyet, istikrar, adalet ve huzura kavuşma; kurt ile kuzu, Müslüman ile gayrimüslim, güçlü ile zayıf... yan yana, adalet ve hakkaniyet çerçevesinde yaşama şartları gerçekleşmiş olacaktır.

Şartlar gerçekleşince sonuç da otomatik olarak hâsıl olmaz, hâsıl olan da kendiliğinden devam etmez; bozucu ve bozulmaya açık insan unsuru sebebiyle iyi insanların devamlı gayretleri gerekir.

Bir de kardeşlik ve eşitlik konusu var:

“Bütün insanlar eşittir”, “Hepimiz kardeşiz” sloganları kulağa hoş gelmekle beraber gerçekleşen, gerçek olan insan hayatında eşitlik ve kardeşliğin yeri ve boyutları çok farklıdır. Dünden bugüne insanlar, olması gereken alanlarda bile eşit olamamışlar, okuyan-okuyamayan, zengin-fakir, asil-sıradan, yöneten-yönetilen, akıllı-saf, güçlü-güçsüz, kadın-erkek, Doğulu-Batılı, dinli-dinsiz, siyah-beyaz... arasında hep farklar, farklı konumlar ve değerlendirmeler olagelmiştir. Bütün insanlar kökte bir ana-babadan geldikleri halde birbirlerini kardeş bilmemişler, Âdemoğullarının birbirlerine ettiğini canavarlar etmemiştir. İslâm tabiî, fıtrî (insanın fıtrat ve tabiatına uygun, Allah Teâlâ tarafından ona göre tasarlanmış) bir din olduğu için eşitliği de, kardeşliği de gerçekleşme şansı en çok, en tabii olan alanlara inhisar ettirmiş, bu alanlar dışına taşırmamıştır.

İslâm’a göre hak ile batıl, âlim ile cahil, ahlaklı ile ahlaksız, faydalı ile faydasız, İslâm’a inanan ile inanmayan (mümin ile kâfir), günahsız ile günahkâr arasında eşitlik yoktur; bunlardan birinciler üstün, makbul, saygıya ve mükâfata layıktırlar; ikinciler davete, ıslaha, gerektiğinde cezaya muhataptırlar. Buradaki eşitsizlikler, insan olmaya bağlı insan hakları (statü hakları) alanında olmadığı, liyakat ve ehliyete (hak etmeye) bağlı haklar alanına ait bulunduğu için “insan hakları” açısından da bir mesele, bir ihlal söz konusu değildir.

Fazilet toplumunda genel ahlak, fazilet temeline oturur ve bu ahlaka aykırı davranışların alenen (açıkça) ortaya konması engellenir.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Hayrettin Karaman
14-01-24
E mail: yenisafak.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
NİÇİN TEFRİKA, NASIL UZLAŞMA?
Online Kişi: 12
Bu Gün: 210 || Bu Ay: 9.872 || Toplam Ziyaretçi: 2.222.436 || Toplam Tıklanma: 52.177.002