ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / MAÂRİF (Eğitimle İlgili Yazılar)
Okunma Sayısı: 2952
Yazar: Davut Şahin
O DA ÖĞRETMEN BU DA...

Bayram telaşı, yolculuğu, trafiği... derken geçen hafta sonu, uğrayamadığımız ve bize gönül koyan akrabalarımıza ziyaret etme fırsatı yakaladım.

En son uğradığım yer Silivri yakınlarında bir yazlıktı. Deniz görmeyeli uzun zaman olmuş... Tatlı esen meltem, denizin üzerinden koşarak bizi kucaklıyor. Hem gönlümüzü hem de ruhumuzu okşuyor... Deniz gülümseyen bir eda ile verandada oturan bize selam gönderiyor adeta.

Ben bu "tefekküri" duygular içindeyken, içerden bir genç elinde "bira" kupası olduğu halde yanımıza geliyor. Tanışmak için hamle yapıyor. Sol eliyle birasını sımsıkı kavrarken, sağ eliyle tokalaşmak için bana uzatıyor.

Zoraki elini sıkıyorum, bir yandan da "kim bu" dercesine etrafıma bakınıyorum.

Ailenin "damadı" imiş... Hiç utanmadan ve sıkılmadan öylece yanımıza oturuyor. Sohbete kendini dahil ettiriyor. Dünya görüşünü hiç gizleme ihtiyacı hissetmeden, üstelik bir de "dindarlarla" alay eden fıkralar anlatıyor. Belli ki kafa dumanlı.

Kim olduğum konusunda fikrinin olup olmadığını soruyorum. Beni tanıdığını, mesleğimi çok zevkli bulduğunu söylüyor. Bütün bunları bile bile bacak bacak üstüne atıp güpegündüz birasını yudumlamaktan çekinmiyor.

Yazlığın etrafında Ermeni asıllı vatandaşlar olduğu halde, onlar bile gündüz içki veya alkol kullanmaktan haya ettiği bu ortamda, Anadolu'nun bağrından kopup gelmiş olan bu delikanlı "kör parmağım gözüne" birasını yudumluyor.

Delikanlının mesleğini soruyorum.

"Öğretmenim" diyor.

Gayr-ı ihtiyari, "Sen okula güpegündüz elinde bira olduğu halde gidiyor musun yoksa?" diye soruyorum.

"Hayır," diyor. "Ben tatilde içerim."

"Öğrencilerin içtiğini biliyor mu?"

"Evet, ben çağdaş bir aydınım" diyor.

"Çağdaş aydın" geçinen öğretmen tipi, en son Gaziantep faillerinden çıktı biliyorsunuz.

O öğretmen ki, KCK şehir yapılanması içinde görevli olduğuna dair bulgulara ulaşılmış.

O öğretmen ki, 4'ü çocuk, 9 kişinin kanını üzerinde taşıyor.

Dönüp dönüp, bana irticanın kol gezdiğini, artık rahat yaşayamadığından dem vuruyor. Kendisine, daha ne kadar "rahat" edebileceğini ve bunun sınırını soruyorum.

"Mahalle baskısı"ndan sözediyor. Halbuki, orada hazır bulunan çoğunluğa rağmen, bir kişi bile niçin "bira" içtiğine dair tek cümle etmedi... Nasıl baskıysa? Fazla dayanamadım  ve oradan kaçarcasına uzaklaştım.

Geri dönüş yolunda Gürbüz Azak'ın yıllar önce aldığım bir kitabında "Besim Beyin Kuşları" bölümünü açıyorum. Dönüp dönüp okuduğum bir bölümdür bu, sizlere de aktarmak istiyorum:

"Sanırım 1954 yılı idi.

Bir zemheri ikindisinde resim öğretmenim Besim Yazıcı Bey ile birlikte idik. Okuldan çıkmış, iki arkadaş gibi Delikliçınar'a doğru yürüyorduk. O, çok az konuşurdu. Ben ise daha da az konuşurdum. Zaten, hocamla anlaşmak için konuşmağa lüzum yoktu.

Denizli'nin tozu, horozu ve ayazı meşhurdur. Ama o kış, ayaz üstün geldi... Besim Hoca, bir doksanlık boyu ve hatırlı endamiyle kara ve ayaza bakmadan önden gidiyordu. Yetişmekte güçlük çekiyordum. Bir ara :

- Hocam, dedim... Bu telâşınız niye? Allah korusun, düşüp bir yerinizi kırabilirsiniz... Acele bir işiniz mi vardı?

Besim Bey, kırbaç gibi vuran tipi içinde bana baktı :

- Kuşlar... dedi.

- Ne kuşu Hocam?

- Kanaryalarım... Kim bilir nasıl bekliyorlar beni... Ha, sahi Gürbüz, kuşlarımı görmek istemez misin?

Ayaz, buz ve tipi ile kuşlar arasında bir ilgi kuramadığım için azıcık şaşırdım :

- İsterim Hocam, diyebildim. Çeyrek saat sonra Hoca'nın evindeydik.

Önce bahçe kapısından girip ahşap bir merdiveni çıktık. Bir odaya dalar dalmaz, akıl almaz kuş cıvıltıları etrafımızı sarıverdi. Yüz, yüzelli kadar kuş, başucumuzda, omuz hizamızda dönmeğe başladı. Besim Hoca kızmış gibi yaptı:

- Yavaş olun bakayım yaramaz keratalar! Baksanıza bir misafir getirdim. Koskoca Denizli'de dedikodu mu çıksın istiyorsunuz yoksa? Şimdi Gürbüz kalkıp da ortalığı velveleye verse, «Besim Hocanın kuşları amma da yaramazmış» dese iyi mi olur yâni? Oturun bakayım uslu uslu...

Nasıl oldu bilmiyorum.

Bir sürü kuş bir anda yuvalarına çekiliverdi. Hayretler içindeydim. Ortada usul usul yanan bir soba... Dört duvar da iri yapraklı çiçeklerden görünmüyor. Çiçekler ve yapraklar arasında küçük küçük ve mini mini kıl yuvalar... Duvarda iri bir termometre...

- Sıcaklığın hep aynı kalması lâzım Gürbüz. Yoksa hemen hastalanır bu keratalar... Evimi gezmek ister misin?

- İsterim Hocam...

Evi üç odadan ibaret. Bir gözü tıklım tıklım yağlıboya resim dolu. Adım atacak yer yok. Üç-beş tanesine birlikte bakıyoruz. Renkler harikulade. Elimde olsa hepsine bakacağım.

- işte burası da kaldığım, kendimle dertleştiğim, hesaplaştığım odam...

Bir küçük basit karyola, bir seccade ve duvarda bir tek ve ufacık yağlıboya resim... Hepsi bu kadar...

- Hocam, namaz kıldığınızı bilmiyordum.

- Kimse bilmez.

Üçüncü oda ise kuşlara ayrılmış. Yine kuşlarla birlikteyiz. Birer tabureye çöküyoruz. Cıvıltı yok.

- Bu kanaryaları ben kendim ürettim. Dört yılda bu kadar oldular. Hepsini seviyorum. Ama 1 bir tanesi var ki, beni daha çok seviyor.

İşaret parmağını uzattı. Köşeden, yapraklar arasından bir kanarya çıkageldi. Üzerimizde şöyle bir dolanıp Besim Hoca'nın işaret parmağına kondu. Karşılıklı konuşmağa başladılar. Garip bir diyalogun içindeydim. Talebe aklım ve çokbilmiş hâlimle tebessüm ediyordum ki, Besim Hoca'ya yakalandım :

- Gülme Gürbüz, dedi...

Hocamın gözpınarları dolu doluydu. Gözündeki yaşların yanaklarına akmaması için gözkapaklarını uzun süre yummadı. Ama sonunda gözyaşları galip gelip tıpır tıpır aktılar:

- Bak Gürbüz, bu kuş yapayalnız... Diğerleriyle yakınlık ve arkadaşlık kuramıyor. Üç ay önce yumurtadan çıkarken bir bacağı koptu. Her akşam üzeri beni sabırla bekler. Kimseye anlatamadıklarmı bana fısıldar. Tek dostu benim. O da benim gibi yapayalnız.

Anlamıştım. Tebessüm eden dudaklarım ve deli-dolu aklımla utanıp başımı eğdim. Yalnızlığın derinliği ve derinliğin yankılar uyandıran haşmetli dünyasında lüzumsuz bir damla gibiydim. Buhar olup uçasım geldi.

- Resim yap Gürbüz, çok resim yap... Hayvanları ve kuşları sev. Onları sevemiyen insanları da sevemez. Beni duyuyor musun?

- Duyuyorum Hocam. Söylemediklerinizi bile duyuyorum.

- Güzel... İşte sen de bu yüzden misafirisin.

Bilmiyorum ne kadar zaman geçiyor? Bir dakikanın aylara, ayların bir dakikaya sığabileceğini o sıra fark ediyorum.

- Ama Hocam, ben mimar olmak istiyorum.

- Güzel, ama yine de resim yapmayı sakın ihmal etme...

Besim Hoca ile fırsat buldukça görüşüyorum.

Besim Hoca'yı ve kendimi daha iyi tanır hâle geliyorum.

Lise bitiyor... İstanbul'a imtihanlara gideceğim. Elini öpmek ve «Hoşçakal» demek için evine uğruyorum. Geleceğimi sanki biliyormuş. Kuşların odasındaki bir taburede bir zarf duruyor:

- Bu zarfı al Gürbüz. Güzel Sanatlar Akademisi Müdürü'ne ver. Seni Mimarlık bölümüne kaydetsinler. İmtihana en az ikibin kişi girecek. Eriyip kaybolmanı istemem...

Zarfı alıp elini öpüyorum. Dualarını isteyerek ayrılıyorum.

İmtihanlar... İstanbul... İstanbul... İmtihanlar...

Hocamın mektubu hâlâ bende. İmtihanlara tam  iki bin yedi yüz kişi giriyoruz. Otuz beş kişi alınacak. Olacak iş değil gibi. Ama oluyor. İmtihanları kazanıyorum. Artık Yüksek Mimarlık öğrencisiyim. Dersler başlayalı bir hafta oldu. Mektubu vermeliyim.

Kapıyı vurup Akademi Müdürü'nün odasına giriyorum. Müdür Asım Mutlu'nun yanında Cemal Tollu, Nurullah Berk ve Ali Çelebi gibi tanınmış profesör hocalar var. Müdürümüz mektubu açıp okuyor.

-Bakın, bakın!.. Bizim Besim'den haber var! diye ayağa kalkıp yanındakilere gösteriyor. Hocalar, benden ziyade heyecanlı...

Etrafımı sarıp Besim Hoca'dan söz etmemi istiyorlar. Anlatıyorum... «İmtihanlardan önce niçin getirmedin bu mektubu?» diyorlar. Mimarlık Bölümünü kazandığımı ve devam etmekte olduğumu işitince sevinçleri bir kat daha artıyor:

- Bizim Besim'in talebesi işte böyle olur, aferin sana!., diyorlar. Bir parça kızardığımı hissediyorum.

Besim Hoca'yı bir de onlardan dinliyorum: Büyük kabiliyetini, insanlığını ve dürüstlüğünü (sanki bilmiyormuşum gibi) anlatıyorlar.

- Denizli, bari Besim Hoca'nın kıymetini biliyor mu?

Öğretim üyesi profesörlerden biri böyle soruyor.

- Biliyor, diyorum...

Besim Hocamı daha çok sevemediğime, daha iyi anlayamadığıma hayıflanıyorum.

Aradan iki yıl geçmiş...

İstanbul buz kesiyor. Okul dönüşü Bayezid'dayım. Tipiden zor yürüyebiliyorum... Kaldığım talebe yurdu Vezneciler'de. Rüzgârın ıslıkları buz tutmuş âdeta. Her adımda kırbaç gibi suratıma iniyor. Ahşap yurdun sıcaklığı şu anda sokaktan farklı değildir, biliyorum.

Ama ayak bu, oraya doğru koşuyor. Denizli'nin zemherisi sanki İstanbul'a taşınmış. Kendimi kapıdan içeri dar atıyorum.

Donmuş ellerime bir mektup tutuşturuyorlar.

Denizli'den bir arkadaşım göndermiş...

Neden sonra açıyorum mektubu... Okumağa başlıyorum. Son satırlarında, dışarıda bıraktığımı sandığım İstanbul bedenime doluyor. Daha fazla okuyamıyorum. Yanımdaki oda arkadaşım kaldığım yerden devam ediyor :

«... İşte böyle Gürbüz. Besim Hoca seccadesinin üzerinde vefat etmişti. Alnı secdede idi. Fakat garibime giden bir şey vardı. Bir oda dolusu kuş Besim Hoca'nın üzerinde uçuşup duruyordu. Bir tanesi de elinin üzerine konmuş, sanki bir şeyler anlatır gibi ötüyordu.» (Dostlara Mektup)

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Davut Şahin
01-09-12
E mail: milligazete.com.tr
 
 
Yorumlar: 1
Hilmi Kemal
Ellerinize sağlık
Tarih : 02-09-12

Bu yazıyı yazan ve bu siteye koyanların ellerine sağlık.

 
O DA ÖĞRETMEN BU DA...
Online Kişi: 32
Bu Gün: 164 || Bu Ay: 1.112 || Toplam Ziyaretçi: 2.227.292 || Toplam Tıklanma: 52.226.507