Kategori : İKTİBAS / Muhtelif Mevzûlar, Yazarlar, Yazılar | Okunma Sayısı: 1438 |
Üstad Necip Fazıl Kısakürek, 25 Mayıs 1983’te (34. yıldönümü) Rahmet-i Rahman’a kavuşmuştu. Bu münasebetle bir hatıra ile başlamak istiyorum.
En eşref saatini kollayarak, sormuştum: “Neden bu kadar öfkelisiniz, Üstad?”
“Çünkü derdim var” demişti, “derdi olanın öfkesi de olur!”
Çok gençtim, sözlerindeki deruni mantığı kavrayamamış, başka sual sorma cesareti de bulamadığım için, sadece “peki” diyerek Yerebatan Sarnıcı’na doğru yürümüştüm…
Üstad’ı anlamak için yalnızlığa ihtiyacım vardı.
Arkamdan acıyarak baktığına eminim. Sarnıç yalnızlığında (o tarihte turist akını yoktu) anladım ki, büyükleri kavramak küçüklerin haddi değildir. Bu yüzden sağlığında anlaşılmış filozof ve sanatçı çok nadirdir. Çoğunun kıymeti öldükten sonra “idrak” edilebildi.
“Sanatçı” aynı zamanda “savaşçı”dır: Besteci notalarla savaşır, yazar kelimelerle… Ressam istediği rengi ve ahengi tutturamadığından “sinirküpü”, hattat “vav”ın kavisini yakalayamadığı için “aksi”, ebrucu, suyun ruhunu, dilediği kıvamda kâğıda emziremediğinden sürekli “tedirgin”dir. Hepsi kendi kendisiyle boğuşur, durur! Bu da onları sonsuz yalnızlaştırır!
Yalnızlıklarının sebebi dostsuzluk değil, “sanatçı” kimliğinde üreyen “yeni oluş”ları keşif seferine çıkmak için sık sık içe dönme mecburiyetidir: Kendilerini kimseyle paylaşmak istemezler.
Yani sanatçının yalnızlığı, bilinçli bir tercihi yansıtır: Üretmek için başka çareleri yoktur!
İşte bu yüzden davetlere nadiren katılırlar (aşırı sosyal sanatçı, tükenişin eşiğindeki sanatçıdır). Katılsalar bile mümkün olduğu kadar gözden ırak bir köşe seçer, kalabalığı değil, kendilerini dinlemeyi tercih ederler.
Duyguları sıradan değildir. Çok karmaşık, çok zevzek, çok renkli, çok yaramaz, çok estetik, çok romantik ve hatta çok çelişkili duygular arasında sürekli med-cezir (gel-git) yaşarlar.
“Çelişki”yi umursamaz, “hata”yı ciddiye almazlar; onlar açısından önemli olan “ilham”dır ki, o da hataların ve çelişkilerin arasından çıkar.
Hayata bakışları kuşkusuz derindir. En küçük ayrıntıyı bile ıskalamaz, pek kimsenin dikkat etmediği yerlere takılır, kolaylıkla mutlu, ya da mutsuz olurlar.
Bu yüzden duygu dünyaları yüreklerini zaman zaman incitir, acıtır. Yürek vurgunu, yürek yorgununa dönüşürler: Sık sık hayata küser, sonra yeniden barışırlar. “Normal” yaşamayı bir türlü beceremezler! Bu halleriyle de yadırganır ve yargılanırlar.
“Yaşamayı başaramayan yazmayı öğrenir” diyen (belki de ben demişim, çünkü bu sözü yazıncaya kadar hiç bir kitapta okumadım) çok haklı: Yaşayanla yazan çoğu kez aynı insan değildir!
Olaylar, sanatçıyı hem yoğurup olgunlaştırırken, hem de çok yorar... Yoğun duygusallığı bazen yüreğine abanır, yüreğini yerden yere vurur!..
“Pire”yi hayal âleminde öyle bir “deve” yapar ki, gerçekle hayal bazen iç içe girer de hangisini yaşadığını kestiremez.
Zaman zaman da duygularının enkazı altında kalıp ezilir.
Enkazdan çıkmak için debelenirken hem kendine, hem başkasına zarar verebilir.
Böyle durumlarda sanatçının (yazarın-çizerin) kusuruna bakmayacaksınız: Zira o kendi varlığını yazdıklarına katmış, kendisi koca bir boşluktan ibaret kalmış bir varlıktır! “Eser”lerinden önce onları okumak lâzım…
Ben Necip Fazıl’da bunları okumuştum.
Allah rahmet eylesin.
Ramazanınız mübarek olsun.
Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.
Yazar: Bahaettin Karakoç |
26-05-17 |
||
E mail: yeniakit.com | Tweet | ||