ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : İKTİBAS / Muhtelif Mevzûlar, Yazarlar, Yazılar
Okunma Sayısı: 148
Yazar: Yasin Aktay
Meğer laikliği sadece Müslümanlar için istemişler
Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yılına Filistin, Kudüs, Mescid-i Aksa, Gazze ve Siyonizm gündeminin tam ortasından giriyor olmamız çok anlamlı bir tevafuk. Sadece bir açıdan değil, birçok açıdan anlamlı bir tevafuk. Cumhuriyet kutlamalarına tam da planlandığı gibi anlamlar yükleyenlerin anlamlandıramadığı, bu yüzden de öfkelerini celbeden bir gündem. Türkiye’nin ülke olarak, devlet ve toplum olarak bu gündemle fazla meşgul olmasını bir tercih olarak görüyorlar ve bu tercihi mevcut yönetimin Cumhuriyetin ilkelerinden, rotasından bir sapma olarak da görüyorlar. Doğrusu Türkiye’nin şu veya bu mevzuyla şu veya bu düzeyde ilgileniyor olması elbette nihayetinde bir tercihtir. Ama elbette Türkiye’nin tarihsel ve coğrafi konumunun yanısıra bu tarih ve coğrafya içinde yoğrulmuş kültürel kimliğinin zorunlu kıldığı bir tercihtir bu ilgi.
 
Yüz yılın birkaç yıl öncesine de gitmek gerekirse, Osmanlı’nın I. Dünya Harbinden yenik çıkması, yenilme şartları, onu yenilgiye götüren adımlar ve aktörlerin Türkiye’yi içine soktukları bir mecra, Türkiye’yi ve bölgeyi döndürüp dolaştırıp aynı noktaya getirmekte, kapanmamış hesapların önüne çıkarmaktadır.
 
Osmanlı’nın hemen ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bin yıllık geçmişe bir sünger çekmesi, bin yıllık birikiminden ve mirasından feragat etmesi istendi.
 
Bu şimdiye kadar sahip olduğu bütün dünya Müslümanlarının liderliğinden vazgeçmesi anlamına da geliyordu. Liderlikten vazgeçmek elbette ancak bir zorlama varsa kabul edilebilecek bir şey olabilirdi. Oysa bu vazgeçişin şimdiye kadar bizi bağlayan, kayıt altına alan zincirlerden bir kurtuluş gibi sevinçle karşılanması da istendi. Bizden alınan liderlik dolayısıyla zafer sevinci naraları attırdılar bize. Daha kötüsü, izleyen yıllar liderliğini yaptığımız toplumlara karşı da bizi yabancılaştıran, onları bizden bizi onlardan uzaklaştıran adımları “devrim” olarak algılamamız sağlandı. Oysa liderliğini yaptığımız toplumlarla gönül bağlarımız, veraset ilişkilerimiz, kültürel ağlarımız kolay kopabilecek değildi.
 
Rabbimizin sağlam kalmasını istediği bağlar (sıla-i rahim) koparılmak istendi bu yolla. Koparılamadı. İsteseler de kopmaz bağlar var aramızda, inkâr edilemeyecek ve başkalarının hak iddia edemeyeceği bir miras var ortada. Dün Azerbaycan, diğer gün Suriye, evvelki gün Libya, Somali, Doğu Türkistan, bugün Gazze Türkiye’ye Cumhuriyet kurarak arkasını dönüp gidemeyeceğini, geçmişine bir sünger çekemeyeceğini hatırlatıyor.
 
Gazze halkı I. Dünya Savaşında da üç defa İngiliz saldırısına maruz kalmış, ilk ikisinde kahramanca düşmanı püskürtüyor, üçüncüsünde yine büyük fedakarlıklarla, kanlarının son damlasına kadar savaşarak yeniliyorlar.
 
O zaman da savundukları Osmanlı toprağıydı, bugün de Gazze’ye yönelen Siyonist-Haçlı ittifaklı saldırının nihai hedefi rotalarından çıkmış Türkiye’dir.
 
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde 7 yıldır istikrarlı bir biçimde yapılan “Uluslararası İslam ve Yorum Sempozyum”larının bu yılki teması “Cumhuriyet’in 100. Yılında Türkiye’de Din ve Hayat” idi. Sempozyumun Fakülte Dekanı Prof. Dr. Mehmet Kubat yönetimindeki açılış panelinde Dr. Necdet Subaşı ile Prof. Dr. Recep Kaymakcan
ile Türkiye’nin din, siyaset ve hayat ile yüz yıllık tecrübesini yine bugünlerde yaşadığımız Haçlı-Siyonist seferlerin gölgesinde ele almak durumunda kaldık.
 
Aslında bu tevafuk da sözkonusu yüz yıllık deneyimi anlamayı çok kolaylaştıran, tabir caizse kayıp halkaları bütünleştiren bir durum oluşturuyor.
 
(Bu arada depremin yaralarını sarmaya çalışan Malatya’da Prof. Dr. Ahmet Kızılay Rektörlüğünün 7. Yılında bu çapta uluslararası bir sempozyumun 7.sini düzenleme imkânı bulabildiğinden şükürle bahsetti. Sempozyumların her biri üç ciltlik kitaplar halinde yayımlanmış ve çok kapsamlı bir külliyat ortaya çıkmış durumda. Anadolu üniversitelerinin neler yapabildiğine dair çok anlamlı bir örnek. Sadece ilahiyat alanında değil tabi, tıp alanında da son zamanlarda Amerikan üniversiteleriyle yarışan çalışmalar ortaya koyuyor İnönü Üniversitesi.) Türkiye’nin yüz yıllık laiklik deneyimine bugün yaşamakta olduğumuz Siyonist-Haçlı seferi bağlamında baktığımızda gördüğümüz manzara gerçekten çok manidar.
 
Türkiye’de Cumhuriyet döneminde benimsenen din politikası toplumun, hatta aydınların geneline hâkim olan bir anlayışa dayanmıyordu.
 
Bilakis toplumda karşılığı çok az olan pozitivist kesimlerin marjinal sayılabilecek bir anlayışı bütün topluma hiç de demokratik olmayan bir yolla, halkın onayı hiç sorulmadan hatta tamamen halka rağmen uygulamaya konuldu.
 
Pozitivist anlayış dinin özünde insanların kafalarından uydurdukları bir hurafe olduğunu düşünen, din hakkında aslında o dönemde bile dünya gerçeklerinden fazla uzak ve fazla sığ bulunarak aşılmış bir anlayıştı.
 
August Comte’un mitolojik, spekülatif, bilimsel dediği üç hal kuralına göre din mitolojik döneme ait bir düşünce biçimiydi. Türkiye’ye ithal edildiği dönemde Avrupa’da onun bu konudaki düşünceleri yerine Max Weber’in veya Emile Durkheim’in düşünceleri daha fazla rağbet görüyordu. Tabiri caizse Avrupa’nın çöpe attığı düşünceler bizde o dönemde din konusunda resmi politikalar haline getiriliyordu.
 
Aslında Avrupalılar bizde bu anlayışlardan etkilenen bir laikçi düşüncenin yaygınlaşmasından oldukça memnundu.
 
Bizi bütün dünyanın giderek laikleşeceği ve bizim de buna ayak uydurmamızın uygarlaşmamızın şartı olduğuna inandırdılar.
 
Bu dolduruşla Türkiye’de Avrupa’da bile emsali görülmemiş bir radikal laiklik politikası uygulandı. Din siyasal ve toplumsal hayattan adeta süpürülmeye çalışıldı. Bunda ne kadar başarılı olduğu ayrı bir şey ama bizi radikal laiklik trenine bindirirken eşzamanlı olarak kurulmaya çalışılan ve gerekçesini Kitab-ı Mukaddes’ten alan bir devlet kurmakla uğraşıyorlardı.
 
Bizi kendi Şeriatımıza, kendi kitabımıza, kendi kültürümüze ve tarihimize yabancılaştırıp düşmanlaştırırken onlar kendi kitaplarına daha radikal bir biçimde sarıldılar. Biz çağdaşlaşmanın şartının dinle araya mesafe koymak olduğunu onlardan öğrendik ama onlar sadece bizim kendi dinimizden, kitabımızdan uzaklaşmanın yeterli olacağını hesapladılar aslında.
 
Bugün İsrail işgal politikalarının tamamını, hatta uyguladığı basit taktiklerin bile referansını kendi Şeriatına dayandırıyor.
 
Mesela daha olayların ortasında Netenyahu Hamas’a karşı Tevrat’ın “Yeşaya” kitabındaki “kehaneti” göreceklerini öne sürdü. Bütün yaptıklarını onun bir parçası olarak yaptığını söyledi. Avrupalılar da bunun böyle olduğunu bile bile İsrail’in soykırımcı politikalarına destek olmaktan, elbette aynı motivasyonlarla, dinsel dayanışma duygularıyla geri durmuyor.
 
Onlar kendi Şeriatlarına sarılırken bizim laik olmamız gerekiyordu, çünkü başka türlü bizi durduramaz, sakinleştiremezlerdi. Meğer onlar laikliği sadece Müslümanlar için istemişler.

Neden istemişler? Bu politikalarıyla Türkiye’yi nasıl bir sınırın içine sıkıştırmak istemişler? Cumhuriyetin 100. Yılını İsrail ve ABD-Avrupa’nın Siyonist-Haçlı Şeriatçılığının tehditleri altında idrak etmek bunları akla getirmez mi?

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Yasin Aktay
29-10-23
E mail: yenisafak.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
Meğer laikliği sadece Müslümanlar için istemişler
Online Kişi: 13
Bu Gün: 16 || Bu Ay: 9.678 || Toplam Ziyaretçi: 2.221.832 || Toplam Tıklanma: 52.170.652