ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / TEFEKKÜR
Okunma Sayısı: 2474
Yazar: Konuşan: Ahmet Davudoğlu
AHMET DAVUTOĞLU'NUN DİCLE ÜNİVERSİTESİ'NDE VERDİĞİ KONFERANS 2

Önceki yazıdan devam...

Biraz önce iki kavramdan bahsetmiştim, vatandaş ve tarihdaş. Müsaade ederseniz önce tarihdaştan başlayalım. Bakınız, eğer tarihi parçalamaya başlarsanız, gidersiniz önce kavimler olarak ayırırsınız, sonra şehirler olarak, sonra daha alt kabileler, sonra kasabalar, sonra mahalleler ve bir müddet sonra parçalanmış bir tablo çıkar.  Bundan birkaç ay önce bir gazetede artık ulusçulukla hesaplaşma vakti geldi dediğimde birçok eleştiriye maruz kaldım. Kastettiğim şey açıktı; Avrupa milletlerini feodaliteden çıkarıp küçük küçük ünitelerle daha büyük ulus devletlere dönüştüren ulusçuluk, asırlarca beraber yaşamış olan Balkan, Ortadoğu, Kafkas, Orta Asya halklarını birbirinden koparacak şekilde yorumlandı, tarihdaş olma niteliğimiz zayıflatıldı.
 
Biraz önce zikrettiğim devletleri düşünün, Melikşah’ın Ulu Camini tekrar imar etmek üzere geldiğinde Diyarbakır’ın kompozisyonunu düşünün ya da 4’üncü Murat’ın Deliler Hanına gelip kaldığında ya da Artukluların Mardin’i, o güzelim Mardin’i inşa ettiklerinde ya da Selahattin Eyyubi’nin bütün bir milletin onuru adına Kudüs’e doğru yürüdüğünde acaba ordusundakiler hangi kimliğe aittiler? Acaba Ulu Cami’ye her bir şekilde hizmet eden Gıyaseddin Keyhüsrev, Melikşah ve orada bulunanlar hangi etnisite duygusuyla hareket ettiler? Büyük göçler yaşandı; Mezopotamya o kadar köklü bir kültür ki, Asurilerden, Urartulardan bugüne kadar gelen bütün bu göçlerle harmanlandı, yeni kültürler oluştu, Artuklu bunun ürünü, Selçuklu bunun ürünü.
 
Dün yine bir Diyarbakırlı kardeşim Türklerle Kürtlerin ilk buluşmasını Malazgirt’le izah etti, sonra Kurtuluş Savaşıyla, Bağdat seferleriyle izah etti; doğrudur, doğrudur. Öylesine uzun bir tarihi serüvendir ki bu, 12 ile 14. yüzyıllar arasını anlamayan bizim o büyük medeniyet harmanımızı da anlayamaz. Bu anlamda üç büyük harman geçirdi bu bölgede coğrafi kültürler.

Birincisi; Milattan Önce 5. ve 7. yüzyıllar arası Büyük İskender’in Yunan kültürünü Mezopotamya’ya, ta Hint’e, İran’a kadar harmanlayarak götürdüğü İskender adıyla anılan şehirlerin doğduğu kültür.  İkincisi; tevhit inancı etrafında İslam medeniyetiyle birlikte bütün bu havzaların birleşip Harran’da okulların, Diyarbakır’da mimarinin, Mardin’de medreselerin, Zinciriye’nin, Mesudiye’nin Diyarbakır’da doğduğu o büyük kültür. Üçüncü harmanlanma da; Türklerin Kürtlerle kaynaştığı, Araplarla kaynaştığı, Arapların Kürtlerle, hatta dediğim gibi Hristiyan unsurlarla birlikte de kaynaşarak oluşturdukları kadim birliktelikler. İşte biz o kadim birlikteliği bir tarihdaşlık olarak görürüz. Dış politikamızın esasında da bu vardır. Kim ne derse desin, nerede bir tarihdaşımız varsa, o aynı zamanda bizim soydaşımızdır, kaderdaşımızdır, o aynı zamanda bizim dış politikamızın ana unsurudur. Bunu tanımlarken de hiçbir zaman Türk’ü Kürt’ten, Arnavut’u Boşnak’tan ayırt edemeyiz. Hepsi bizim için tarihdaşlığımızın gereği olarak borçluluk hissettiğimiz yerlerdir.
 
Böyle bir sorumluluk üzerimizdeki değerli kardeşlerim, dün yine bir vesileyle aktardım; bugün karşı karşıya kaldığımız restorasyon sorumluluğunun ne kadar deruni bir yük üzerimize yüklediğini görmeniz için sizlerle de paylaşmak istiyorum. Diğer coğrafyaların bize nasıl baktığını görmeniz için. Bizim restorasyonumuzun diğer yerlerde nasıl büyük restorasyonlara bir domino etkisiyle etki yapacağını görmeniz için. Bugünlerde buralarda esen bu bahar havasıyla çözüm sürecinin bütün bölgelere nasıl büyük bir bahar havasını estireceğini görmeniz için. Benim memleketimin manevi mimari Mevlana Celaleddin Rumi’nin sadece hayatına bakın. Belh’te doğup İran’ı geçip Bağdat’ta, Mezopotamya’da bütün bu kadim kültürü öğrenip Konya’ya gelip Mesneviyi Farsça yazmak. Bir Türk olarak Farsça yazmak, hiçbir şey gözetmeden bütün bu kadimden etkilenerek. Bakan olduğumda Hazreti Mevlana’nın memleketi Belh’e gittim, çok güzel karşılandık, aynen dün burada Diyarbakırlı kardeşlerimin kucakladığı gibi. Hepsine minnettarım, ne kadar misafirperver olduğunuzu bir kez daha gösterdiniz. Oturduk, basının önünde Belh Valisi selam kelamdan sonra saymaya başladı; Sayın Bakanım, Mezar-ı Şerif’te okula ihtiyaç var, Şibirgan’da camiye, şurada yola, diğer yerlerde çocuk parkına. Başkonsolosumuzu, Büyükelçimizi çağırdım, tek tek yazın dedim, bir sene sonra geldiğimde bunlar açılacak.
 
Dışarı çıkarken gazeteci bir dostumuz dedi ki, Sayın Bakanım, Belh Valisi öyle bir istedi ki, gören de Belh Valisi değil Konya valisi zanneder. Evet, o kadar rahatlıkla istedi. Neden biliyor musunuz? Çünkü onların dönüp baktığında bu topraklarda oturanlara her şeyi atfedebilirler ama acziyet atfetmiyorlar. Diyorlar ki, eğer bir bu topluluk Anadolu’daysa, bütün bu o kadim medeniyeti harmanlamışsa, onlara, İstanbul’da oturanlara acziyet yakışmaz, Anadolu’da oturanlara acziyet yakışmaz. Bu tarihdaşlığımızın hissedilmesi lazım.
 
Ondan 15 gün sonra Sancak’a gittik, Sancak Yenipazar Belediye Başkanı da aynı taleplerle, aynı rahatlıkla geldi. Diplomat arkadaşlara döndüm, Sancaklı bir Boşnak’la Afganlı bir Tacik arasında, Belh Valisi, ortak ne özellik vardır? Dedim ki, ikisi de bir şekilde bizi borçlu görüyor. Elhamdülillah ki borcu görüyor, elhamdülillah ki onlara yardım elini uzatabilecek kudretimiz var.
 
Şimdi bakınız, Başbakanımızın 2005’te Diyarbakır’da yaptığı konuşma, işte bu tarihdaşlığı yeniden inşa edilmesi için atılan bir tohumdu. O günden bu yana bu tohum serpildi, gümrahlaştı. İnşallah öyle bir esenlik ve hepimizin altında barınacağı bir gümrah, gölgelik, bir çınar oluşturacak ki bu ortak tarihdaşlık paydası, birçok başka kavim de Türklerin, Kürtlerin, diğer bütün Anadolu coğrafyasında yaşayan kimliklerin oluşturduğu o çınar altında kendilerine bir mekan bulacaklar.
 
10 dakika içinde çıkmamız gerekiyor diyorlar, ama ben bir müddet daha sizinle devamı gerekli görüyorum, birkaç hususu zikredeceğim, inşallah yetişiriz. Yanlışlık şurada: Beni böyle dikkatle dinleyen göz göze konuştuğum bir öğrenci kitlesiyle aynı salona koydular. Ben böyle bir kitleyle biraraya geldim mi saatleri unuturum, ama Cuma namazını unutmam.
 
Şimdi burada yapılması gereken bu tarihdaşlıkla çağdaş bir devletin vatandaşlığı arasında doğrudan bir irtibat kurmak. Vatandaşlık bir hukuktur ve o hukuk vatandaş olan herkese eşit şekilde verilir. Kim hangi vatandaş, hangi kökenden, mezhepten, dinden, etnisiteden gelirse gelsin eşit olarak bundan istifade eder.
 
İç restorasyonumuzun bu anlamda kimliği yeniden inşa edici özelliğinin bir diğer boyutu da; ta 2002 yılından itibaren benim ilk bir televizyon konuşmasında zikrettiğim, dış politika prensiplerini zikrederken zikrettiğim birinci prensiple ilgili; özgürlük-güvenlik dengesi. Bugün demokratikleşme, iç restorasyonumuzun ana unsuru olan demokratikleşme ilkesi, demokrasi aslında özgürlük ile güvenlik arasında yeni bir denge bulma çabasıdır. Çünkü, insanoğlu ta ilk çağlardan, Hazreti Adem’den bu yana iki şeyi aradı: güvenliği ve özgürlüğü. Bu iki ihtiyacı karşılanmazsa, insanoğlunun onurunu ikame etmesi mümkün değil.
 
Geçmişte öyle dönemler oldu ki, biz de ve şimdi de Arap toplumlarında, insanlara döndüler şunu söylediler: O kadar büyük güvenlik risklerimiz var ki, özgürlüğü bir müddet unutun. Halbuki özgürlük unutulmaz, her şey unutulur özgürlük unutulmaz. Beşar Esed’in halkına söylediği şimdi bu, Arap rejimlerinin, otokratik rejimlerin söylediği de buydu. 10 sene önce AK Parti iktidarlarıyla başlayan demokratikleşme sürecinde özgürlük-güvenlik dengesi, demokrasiyle güvenlik arasında yeni bir denge kurulmasıyla aslında biz bu restorasyonun temelini attık.
 
Şu ilke önemlidir, Mervanilerde de önemliydi, Abbasîlerde de, Emevilerde de, Artuklularda da, Selçuklular da, Osmanlılarda da, bugün de Türkiye Cumhuriyeti Devleti içinde bu temel bir ilke olmak durumundadır; Devlet, o devlettir ki, hem kudretli, hem şefkatli olmak zorundadır. Şefkatli olup da kudretli olmayan devlet acizdir. Sadece yanar yakılır, ama yardım gücü olmaz Belh’e ya da Somali’ye, efsaneleşmiş Somali yardımını yapamaz kudreti olmayan şefkatli devlet; sadece üzülür, en fazla dua eder. Ama bir devletin kudreti var da şefkati yoksa zalimleşir, tiranlaşır. Bizim yeni siyaset anlayışımız kadim kültürlerden, siyasetnamelerden, uhuvetnamelerden gelen o kadim kültürümüzün esası budur, Şeyh Edebali’nin nasihatına zerk edilen asırlarca sürdürülen kültür de budur. Ve bu kültür de Artuklu Mardin’iyle Osmanlı Bursa’sı ya da Saray Bosna’sı arasında bir fark yoktur.
 
Devletimiz şefkatli ve kudretli olacak onurlu olmak için kudretli olacak, insanlara saygı duymak ve yardım edebilmek için şefkatli olacak; iç restorasyonumuz bu esasa dayanır.
 
Başkalarından 10 sene önce olduğu gibi yardım dilenenler şefkat sahibi olsalar bile hep tahkir edilirler. Ama bugün hamdolsun ki bir bakanlar kurulu toplantısında Sayın Başbakanımız dönüp Maliye Bakanımıza şunu diyebiliyor ve bu kararlar alınabiliyor. Tunus’taki kardeşlerimizin böyle bir demokrasiyi inşa döneminde yardıma ihtiyaçları var, Mısır’daki kardeşlerimizin yardıma ihtiyacı var Tunus’a 500 milyon dolar, Mısır’a 2 milyar dolar kredi açalım. Borsa’da geri dönüş için Srebrenitsa’dan Doğu Bosna’dan koparılanların geri dönüşleri için yardıma ihtiyaçları var, 100 milyon dolar kredi açalım. Bingazi’de 1 Ramazan 2011 Ramazanı ki hala efsane olarak anlatılır. Eğer oradaki Müslümanlar iftar edebilmişlerse Türkiye’nin gönderdiği 300 milyon dolarlık krediyle yaptılar.
 
Şimdi bunu çevre bölgelere kanat gererek yapan bir devlet tabi ki kendi halkına en üst standardı getirmek durumundadır. Onun için GAP projesi var onun için KOP projesi, KODAP projesi birçok projeleri geliştirdik. Onun için bu Güneydoğu Anadolu’nun insanlığın bütün o kadim en köklü, en güzel, en mamur şehirlerini barındıran bu güzel bölgemizin Mardin’imizin, Diyarbakır’ımızın, Urfa’mızın, Van’ımızın, Ergani’mizin, bütün ilçeleri sayarak söylüyorum Harput’umuzun dünyanın en mamur şehirleri olmaya hakkı var. Diyarbakır bir zamanlar hani Doğu’nun Paris’i falan gibi ifadeler Paris ne ki, Paris dünkü şehir.
 
Diyarbakır büyük bir merkez halinde bütün bu çevre şehirlere mürşitlik ederken şehir nasıl olur öğretirken Paris diye bir şehir yoktu. Sayın Valimiz burada sabah Hazreti Süleyman Camini ziyaretten namazdan sonra gezerken de konuştuk, bir kentsel dönüşüm yürütülüyor, ama emanetimiz ve talebimiz şudur ki, Diyarbakır’ı, Diyarbakır yapan tek taş dahi zayi olmamalıdır. Bir taşın üzerindeki tek bir işlenmiş o güzel hat kaybolmamalıdır. Bu bizim mirasımız, bu bütün insanlığın mirası. İşte buradan ekonomik restorasyona geçiyoruz ikinci ayağı. Ekonomik restorasyon aslında bizim kendi iç siyasi sınırlarımızın dışını da kapsayacak şekilde bir restorasyondur. Bakın Cumhuriyetimizin 100. yılıyla ilgili bir hedef koydu Sayın Başbakanımız; Hükümet olarak bunu ilan ettik: dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına girmek. Fakat diğer 9 ülke hangisi olacak? Bu 9 ülkenin hemen hemen hepsi kıta ölçekli ülkeler. Amerika Birleşik Devletleri başlı başlına bir kıta, tek başına Texas bile coğrafi olarak bizden büyük. Rusya dünyanın en büyük ülkesi, Kanada’yla birlikte, Brezilya bizden 10 misli büyük, Avusturalya, Hindistan, Çin hepsi kıta ölçekli peki biz nasıl bunların arasından sıyrılıp çıkacağız? Arkadaşlar bir tek yolla bunu yapabiliriz; sınırlara saygı göstereceğiz ama çevremizdeki hiçbir sınırın duvar olmasına izin vermeyeceğiz.
 
Sınırları bu Ortadoğu’daki değişim rüzgârı içinde, kendi iradeleriyle halkların iradesiyle iktidara gelen ve gelecek olan yönetimlerle birlikte bu sınırları anlamsızlaştıracağız. Tel Adyab ile Akçakale arasında nasıl sınır yaşayabilir?  Diyarbakır Musul’dan, Urfa Halep’ten koptuğunda hinterlandı yok olmaz mı? Batum’la, Rize arasında soğuk savaşın sınırları devam etseydi bugün ilişkiler gelişebilir miydi? Edirne niçin bir çıkmaz sokak gibi olsun, ta Saray Bosna’ya kadar açılmasın? Onun için biz vizeleri kaldırma politikası izliyoruz. Her oturduğum Dışişleri Bakanı’yla ilk açtığımız konu, vizeler kalkacak. Çünkü biz istiyoruz ki, insanımız hareket etsin eski siyaset anlayışı bizim vatandaşları kontrol etmeye ve bir yerde tutmaya dayalıydı. Bir yerde toplayalım, göçler yaptıralım, kontrol edelim. Çünkü insanına güvenmiyordu biz de şimdi diyoruz ki, Diyarbakırlısı, Edirnelisi, İzmirlisi dünyanın her yerinde seyyal şekilde hareket etsin, hareket ettikçe değer üretirler. Ve nereye giderlerse adım attıkları her yerde büyükelçiliğimiz olacak, adım attıkları her yerde o vatandaşlarımıza sahip çıkacağız. O zaman biz kendi hinterlandımızı açabiliriz. İşte kadim dediğiniz de ekonomi de ne akla gelir? İpek Yolu. Çin’den kalkardı kervanlar o develerle ta bizim üzerimizden biz derken bütün Orta Asya’yı, Buhara’yı, Semerkant’ı, İran’ı, Mezopotamya’yı, Diyarbakır’ı, Konya’yı aşar Avrupa’ya ulaşırlardı. Şimdikinden daha kolay giderlerdi, bu kadar sınır teknolojik imkâna rağmen bu kadar çok sınırda bekletilmez, bu kadar işkenceyle karşı karşıya kalmazlardı her sınırda. İstiyoruz ki, öyle bir yeni bölgesel düzel kuralım ki bütün bu hinterlandımızla en derin yere kadar bütünleşelim. Asya’nın içlerine kadar, Hint Okyanusuna kadar onun için Somali’de dahi bütün Afrika’ya açılım politikası takip ediyoruz ekonomik restorasyonumuzun temeli bu. Ve bunun için vizeleri kaldırıyoruz, Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyleriyle aslında bir büyük restorasyonun, bölgesel restorasyonun önünü açıyoruz. Bunun dediğimizde bize diyorlar ki Yeni-Osmanlıcı. Niye diyorlar biliyor musunuz? Balkanlardaki bazı milletleri, Ortadoğu’daki bazı milletleri bize karşı kışkırtmak için. Osmanlı’yla gurur duyarız, Selçuklu’yla gurur duyarız, Artuklu’yla, Mervani’yle, Selahattin Eyyubi’yle gurur duyarız kim ne derse desin. Ancak şunu da sorarız: Bütün Avrupa sınırları kaldırıp bütünleşirken yeni Romacı, Yeni Kutsal Roma Germen imparatorlukçu olmuyor da niçin biz 100 sene önce bir arada yaşayan halklar tekrar bir araya gelsin derken suçlanarak yeni Osmanlıca ilan ediliyoruz.
 
Onlar ne derse desin bütün şehirlerimiz kendi hinterlantlarıyla buluşarak yükselecekler. Diyarbakır eskiden olduğu gibi Basra’dan kalkan gelen şeylerin ta Karadeniz’e kadar gittiği, Orta Asya’dan gelenlerin, İran’dan geçip de gelenlerin Akdeniz’e kadar gittiği kavşağın üzerinde olacak ekonomisi bununla canlanacak. Burada iki yol var ya yeni bir siyaset anlayışıyla, yeni bir düzen anlayışıyla bütün bu bariyerleri önce zihnimizde, sonra gönlümüzde, sonra fiiliyatta ortadan kaldıracağız ve daha büyük ölçeklere doğru hep beraber yürüyeceğiz. Türküyle, Kürdüyle, Arnavutuyla, Boşnakıyla, Arabıyla her bir milletiyle yürüyeceğiz ya da bizi lime lime edip küçük parçalara ayırmaya çalışacaklar, irademiz net ve açıktık artık bu parantez kapanmalıdır. Önce Sykes-Picot haritalarıyla, sonra sömürge yönetimleriyle sonra suni çizilmiş haritalar üzerinde ortaya çıkan ve her biri diğerini suçlayan ulusçuluk ideolojilerine dayalı nevzuhur devlet anlayışlarıyla gelecek inşa edilemez. Sykes-Picot’un bize çizdiği o kalıbı kıracağız.
 
Balkan Savaşları, Trablusgarp Savaşı hayatta belki de son yıllarda duyduğum en büyük iç muhasebelerden biriydi Libya’dan tahliyeleri yaparken bunu da söyleyip bağlıyorum hareketi hissediyorum iki dakikada. Libya’da olaylar başladığında önümüze rapor geldi 25 bin vatandaşımız Libya’nın her bir kentinde dağınık şekilde bulunuyorlar.  Biz o vatandaşların çatışan taraflar arasında zarar görmesini zaten istemeyiz. Türklerle, Araplar arasına tekrar kan girdi denmesini hiç istemezdik, istemeyiz. Sene 2011’in Şubat’ı bir an gözümün önünden bütün bir tarih geçti 1911 geçti bizim Trablusgarp’tan koptuğumuz yıl, Bingazi’den ayrıldığımız yıl. Tahliyeye başladık ve bütün dünyanın takdir topladığı bir operasyonla 1 hafta, 10 içinde Libya’nın her bir şehrinden tek tek vatandaşlarımızı alıp 25 bin vatandaşımızı ülkemize getirdik. İşte devlet olmak budur.
 
Ondan 12 yıl önce deprem olduğunda bu ülkenin Başbakanı biliyorsunuz Adapazarı’na gidememişti. 25 bin vatandaşımızı getirdik, yetmedi 63 ülkeden 10 bun farklı kişiyle oradan boşalttık. O tahliyeyi yaparken içim cız etti bir taraftan ve Libyalı kardeşlerimize hitaben şunu söyledim: Sakın ola ki Anadolulu kardeşleriniz sizi terk ediyor diye düşünmeyin. Tekrar gelmek için geçici bir süre sizden izin alıyoruz ve 2011’in Ağustos ayında Sayın Başbakanımızla Trablus’ta, Misrata’da, Bingazi’de, Tacura’da on binlerce Diyarbakırlılar nasıl coşkuyla karşılıyorsa Başbakanımızı aynı coşkuyla karşılandığımızda o gece şükür secdesi ettim. Elhamdülillah ki geri döndük aramıza denizler giremedi dedim. Şimdi de söylüyorum, kopmadık Kuzey Afrika’ya tekrar iş adamlarımızla, bütün kapasitemizle gidiyoruz ki onlara yardımcı olmak için. 2012, 1912’nin 100. yılıydı yani Balkan Savaşları’nın. O acıları unutmak için Balkanlar arasında mekik dokuduk, Türkiye, Bosna-Hersek, Sırbistan, Türkiye, Bosna-Hersek, Hırvatistan üçlü mekanizmaları kurduk, bütün Balkanlar’ı adım adım gezdik. İstiyoruz ki, aynen Ortadoğu’da olduğu gibi Saray Bosna’yla, Üsküp’le, Edirne’yle, İşkodra’yla, İstanbul hepsi tekrar kenetlensin ve etnik ayrım gözetmeden, din, mezhep ayrımı gözetmeden bütün Balkanlar yeni ve geniş çok kültürlü bir havza haline gelsin. 1914, 1. Dünya Savaşının yıl dönümü 100. yıl. Ortadoğu’dan kopuşumuzun ama nasıl Kut'ül Amare’de Türk’ü, Arap’ı, Kürdü, Hristiyan’ı, Yezidi’si, Keldani’si aynı saftaysa nasıl 1915’in 100. yılı olacak. 2015’de tekrar hatırlayacağımız gibi Çanakkale Savaşında şehit düşenler aynı toprakların insanlarıysa, Diyarbakırlıyla Konyalı, Konyalıyla Üsküplü yan yanaysa 100.yıllarda da onları tekrar yan yana getireceğiz, omuz omuza getireceğiz kimse buna engel olamaz.
 
Bu tarihi parantezi kapatmaktan kast ettiğimiz tekrar başlığa dönüyorum kadim birliktelikleri inşa etmek o kadim birliktelikten yeni bir siyaset anlayışı ortaya çıkartmak ve insanoğlunun büyük restorasyonunda öncü bir rol üstlenmek. Onun için Birleşmiş Milletlerde etkin bir şekilde mücadele ediyoruz, onun için yeni bir bölgesel düzen arayışı içerisindeyiz. Neye dayalı bir bölgesel düzen? Ortak güvenliğe, çok kültürlü yapıyla, kültürel etkileşime, ekonomik karşılıklı bağımlılığa ve ortak kader bilincine. Sadece Türkiye içinde bir ortak kader bilinci değil, bütün bu bölgelerde yeni bir ortak kader bilinci oluşturacağız. Ve bu kader bilincinin üzerinde kadimden gelen ve en çok da Diyarbakırlıların anladığı, anlayabileceği, geliştirebileceği o değerlerle birlikte yeni bir siyaset kuracağız. İşte o gün geldiğinde tekrar tarihe bu medeniyetin, kadim medeniyetimizin özneleri olarak tarihe döneceğiz ve bütün insanlığa işaret saçacak fikirlerin, anlayışların, değerlerin öncüsü olacağız.
 
Ben Diyarbakır’da bu öncü olma aşkını gördüğüm için mutluluk duyuyorum, hepinize saygılar sunuyorum, Cumanız mübarek olsun.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Konuşan: Ahmet Davudoğlu
05-09-13
E mail: mfa.gov.tr
 
 
Yorumlar: 1
ibrahim TUNCER
ÇAĞININ OSMANLISI
Tarih : 06-09-13

Yüce ALLAH niyetine göre bütün hayallerini gerçekleştirme imkanını nasip etsin. Bizlere de o günleri görmeyi

 
AHMET DAVUTOĞLU'NUN DİCLE ÜNİVERSİTESİ'NDE VERDİĞİ KONFERANS 2
Online Kişi: 12
Bu Gün: 166 || Bu Ay: 7.677 || Toplam Ziyaretçi: 2.239.985 || Toplam Tıklanma: 52.349.692