ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / HİKÂYE
Okunma Sayısı: 17456
Yazar: Abdullah Harmancı
MUSTAFA KUTLU HİKÂYECİLİĞİ- TAHLİLLER



MUSTAFA KUTLU HİKÂYECİLİĞİ- TAHLİLLERMenekşeli Çekmece

06.03.2007 - 12:01, Kırkikindi

 

Menekşeli Mektup'la on altıncı öykü kitabını yayımlayan Mustafa Kutlu'nun öykücülük serüvenini dört devre içerisinde düşünebiliriz. Yazarın öykücülük serüvenini dört devre içerisinde değerlendirmek için haklı sebeplerimiz varsa da, kuşkusuz, Kutlu'nun ilk kitabından bugüne uzanan (1970-2007) öykücülük çizgisinde, koyulaşsa da açılsa da, etkisini hiç yitirmemiş yazarlık renkleri mevcuttur; dönemler değişse de bu renkler tonlarını değil, varlıklarını korumuşlardır.

İlk dönemi (1970-74) oluşturan Ortadaki Adam ve Gönül İşi, yazarın henüz Sait Faik ve Kemal Tahir etkisinden sıyrılamadığı, ama (özellikle ikincisinde) kendi sesini oluşturacağının sinyallerini kuvvetli bir biçimde verdiği eserlerdir. Kutlu bu dönemden bahsederken "Ben 'kendi hikâyesi'ni geç bulmuş yazarlardanım. Bu iş on yılımı aldı. Bu arada iki de kitap çıkardım. Artık basmadığım bu iki kitap, bir nevi ilkgençlik ürünleri."(Mustafa Kutlu Kitabı, s.23) demektedir. Şunları da söyler: "Bu kitaplardaki hikâyeler 'yeni memleket hikâyeciliği' sınıfına girebilir. Değişimin getirdiği ıstırapları, yıkımları, adâletsizliği, Anadolu insanının çilesini dile getirir. Tasvirci olduğu kadar eleştireldir. Dönüp bu ilk iki kitaba baktığımda bendeki eğilimlerin çekirdeğini görüyorum; tabiatla olan bağım, adâlet arzusu, mizah, yerlilik, mistisizm, görsel alanda etkili bir ifâde vesâire." (Adam Öykü 40, s.73)

Yokuşa Akan Sular'la başlayıp Sır'la biten ikinci dönem (1979-1990), Mustafa Kutlu hikâyesinin bütünüyle tezâhür ettiği, toplumsal meselelerin gelenekten damıtılmış bir anlatım biçimiyle kaynaştırılarak sunulduğu, deyim yerindeyse "asıl Mustafa Kutlu" dönemidir. Yazar, sâdece bu dönemde yazdığı beş eseri ile -bizce- edebî kişiliğini oluşturmuş ve gene deyim yerindeyse, yazarlık mârifetlerini tümüyle sergilemiştir. Yazarın izler-çevresi, onu bu beş kitabıyla aslî yerine yerleştirmiştir. Sır, bu beş kitabın sonuncusu olmakla birlikte aynı zamanda doruk noktasıdır. Anlatımıyla, öz biçim uyumuyla, bu kitap bütün bir dönemin en son ve en güçlü halkasıdır. Yazarın bu dönem hikâyelerini nasıl ortaya çıkardığını, bu hikâyelere nasıl "vardığını" anlamamız açısından gene kendi ifâdelerine dönelim: "Bu dönemde (74-79 arası - AH) kendi hikâyemi dayandıracak fikrî ve estetik temelleri, yeni bir dil arayarak bulmaya çalıştım. Kendi kültürümüz, halk edebiyatı, menakıplar, Dîvân edebiyatı, müzik, mîmârî, minyatür... nereye baktıysam altından tasavvuf düşüncesi çıktı. Tasavvuf, sembolik dünyâsı ve kendine mahsus dili ile muazzam bir zemin ve kaynak idi. Ben bu birikimden, bu kaynaktan beslenerek, günümüz insanlarına, günümüzün meselelerine, günümüzün dili ile yeni bir terkip, yeni bir tarz getirmek için çabaladım. Dayanaklarım iki kavrama indirilebilir: Hikmet ve âhenk." (Adam Öykü 40, s.73-74)

1990-2000 yılları Kutlu'nun öykücülüğündeki üçüncü dönemi oluşturur. Bu yıllarda, yazar, iki öykü kitabı neşreder. Görünüşe bakılırsa, Kutlu, 90-2000 arasını bir tür yazamama hâli içerisinde geçirmiş olmalıdır. Arkakapak Yazıları ve Hüzün ve Tesâdüf'te yer alan hikâyelerin önemli bir bölümü, (belki kurgusal damarı bilerek zayıflatıldığından, belki deneme/fıkra türüne yaklaştırıldığından dolayı) "hikâye" olarak tanımlanmasında zorluk çekilebilecek metinlerdir. Dergâh, bu dönemde yayımına başlamıştır. Editörlüğün, Kutlu'nun üretkenliğine engel olduğu yolunda kimi değiniler bile yazılmıştır. Kutlu, Sır'la doruğuna ulaştırdığı çizgisinde ısrar etmek yerine, bu çizgiyi orada kesmiş, gene kısa hikâyelerden oluşan, ancak daha "serbest" kitaplar kurgulamış ve ikinci dönemin ortak kahramanlı metinlerini geride bırakmışsa da, sâdece Kambur Hafız ve Minâre öyküsü bile, yazarın ülkenin değişen edebiyatına kayıtsız olmadığının kanıtı gibidir. O kadar ki, bu öykü, edebiyatımızdaki postmodern evrilmenin en olgun örneklerinden biridir. Gene bu dönem öykülerinden olan "Dürbünlü Çiçek", anlatımındaki şiirsellik ve yoğunlukla modern öykümüzün unutulmaz bir "pastoral senfonisi"dir.

Uzun Hikâye, yazarın öykücülüğündeki dördüncü dönemi başlatır. 2000'den bugüne, yedi yılda yedi kitap yayınlayan yazar, Menekşeli Mektup'ta iki uzun, bir kısa öykü olduğu düşünülürse, bu dönemde toplam sekiz uzun bir kısa öykü yayınlamıştır. Bu dönemin kitaplarında yer alan öykülerin "kısa öykü"nün sınırlarından çok çok uzağa inşâ edildiğine kuşku bulunmamaktadır. (Burada, "Roman mı-uzun öykü mü, uzun öykü mü-kısa öykü mü?" tartışmalarına girmeyi gereksiz buluyorum.) Demek oluyor ki dördüncü dönem, her şeyden önce yapısal anlamda bir değişimin, yenilenmenin mahsulüdür.

Menekşeli Mektup, bu dönemin şimdilik son kitabıdır ve dördüncü dönemin önceki kitaplarda ortaya çıkan özelliklerini pekiştirmektedir.

Kitaba adını veren uzun öykü; kendi hâlinde, yalnız, yoksul, sessiz, içekapanık, karısı tarafından terk edilmiş, mektup götürdüğü evlerden birinin hanımına aşka yakın duygular hissetmeye başlamış, şâir yaratılışlı bir kahramanın hayâtını, geçmişini, iç dünyâsını gözler önüne serer. Yazar, bunu yaparken, zaman zaman "Tanrısal bakış açısı" olarak düşünülebilecek bir tekniği kullanır. Yâni, kahramanının zihninin içinden geçenleri bilen, her şeye hâkim bir bakış açısı... Aynı zamanda, örneğin bir iç-monolog, iç-diyalog, ya da doğrudan diyalog tekniklerini kullanarak, sözünü ettiğimiz tekniğin katılığından kurtulmaya çalıştığı olur.

Gene aynı amaçla yöneldiği bir başka teknik "romantik ironi" tekniğidir. Romantik ironi tekniğini, Kutlu, öykücülüğünün üçüncü döneminden îtibâren kullanmış, ama özellikle dördüncü dönemde yazdığı uzun öykülerde ısrarla kullanmıştır. Romantik ironi, yazarın, eserin kurmaca oluşuna, kurgunun akışı içerisinde değinmesidir. (Avrupa Yakası'nın fondan gelen bağlama sesinden rahatsız olan ya da bu sese dâir yorumlar yapan kahramanlarını hatırlayalım.) Menekşeli Mektup'a adını veren uzun öyküde geçen "Niçin aramadı? Onu ben de bilmiyorum. Bir de derler ki, yazarlar yazdıkları kitapta yer alan kişilerin her hâlinden haberdar olur. Hadi canım sen de!.." (s.46) cümleleri, belirttiğimiz gibi, anlatılardaki "hâkim bakış açısı"nın katılığından yazarları biraz olsun kurtarır.

Kutlu, öykünün bir noktasında bakış açısını değiştirip, öyküyü postacının ağzından anlatmakta bir mahzur görmez. Ayrıca yazarın romantik ironi tekniğindeki ısrarı, metinlerini postmodern anlatıların çemberine dâhil edecektir. Yazar, bir adım daha atarak, okuyucunun öyküyü eleştirmesine, öyküdeki mantıkî boşluklara değinmesine izin verir. Bu da postmodern bir anlatının özelliklerindir.

Şu satırlar, öyküye okuyucular tarafından yöneltilebilecek eleştirileri öykünün içerisinde vererek, yazarın bir anlamda romantik ironi tekniğini işlevsel anlamda kullanma denemesidir: "...Postacı karısının pencereden uzaklara doğru uzanan mahzun bakışlarını fark etti. / Eh, pes doğrusu, maşallah yani. / Bunca zaman sonra mı? / Öyle demeyin âşığın gözü kör olurmuş." (s.20) Yazar, bu diyalogla, öyküye yöneltilebilecek mantıkî tutarsızlık eleştirilerinin önüne geçmeye çalışmaktadır.

Aynı doğrultuda bir örnek daha verelim: "Kafamız karıştı sayın Kutlu. Cinsellik aşkı kirleten bir şey değil ki; hayâtın kanunu böyle. (...) Senin söylediğin, umuma aykırı bir durum. Pek de kabul edilecek bir yanı yok yani." (s.19) "Postacı, Ey bu kitabı okuyanlar benim bu lâflara karnım tok, sizinle lâf yarıştırmaya da hiç niyetim yok, deyip kulağının üzerine yattı." (s.19)

Kutlu öykücülüğünün dördüncü döneminin özelliklerinden biri de, "portre"ciliğidir. Kahramanlarının (tabii ki "kahramanlarının"), portrelerini çıkartır. Bu portre, kişilik özelliklerinin örneklenmesi sûretiyle, öykünün farklı yerlerine yayılarak yapılır. Örneğin "Menekşeli Mektup"taki postacı, titiz bir insandır. Bekâr olmasına rağmen evinde ciddî bir tertip düzen geliştirmiştir. Az konuşur. İnsanlara uzaktır. Bu ve benzeri özellikler okurlara doğrudan doğruya anlatılır. Sezdirmek ya da hissettirmek değildir bu.

Epizodik anlatım da gene bu dönem öykülerinin özelliklerinden biridir. Yazar, hikâyenin ana çizgisi akadursun, orada soluklanıp, bizi başka bir kahramana, başka bir olaya, başka bir "geçmiş özetlemesine" götürür. Bu da biraz, hikâye içinde hikâye anlatma tekniğinin uygulanmasıdır. Çerçeve anlatının içinde küçük adalar hâlinde başka hikâyeler, epizotlar, daha çok bir geçmiş özetlemesi şeklinde gelişir. Özetleme; hikâyenin, ana hikâyenin serimidir. Dökümüdür. Bir taraftan ana hikâye yürütülürken bir taraftan alttan alta "dolgu" yapılır.

Kutlu'nun başlangıcından beri tüm öykülerinde, bir biçimde tabiata vurgu yapılmıştır. Tabiat, hâlâ çözülmeyenin, hâlâ eskimeyenin, hâlâ yitirilmemiş olanın simgesidir. Tabiat bir müjdedir. Bir cennet hayalidir. Bu duygunun "şâha kalktığı" öykü, yukarda da değindiğimiz "Dürbünlü Çiçek"tir. "Menekşeli Mektup" öyküsünde de doğa, fırsatı geldikçe bir yerlerden "fışkırır." Bir biçimde kendisine vurgu yapılır. Şu cümle, doğa unsurundan hareketle, ülkede yaşanan toplumsal değişimin, çözülüşün, yıpranışın gösterilmesidir. "Arsada nasılsa kesilmeden kurtulmuş iki ulu fıstık çamı var." (s.9)

Yazar zaman zaman öykü anlatımına ara verip örneğin TRT'nin radyo kanalları hakkında, dinleyicileri hakkında yorumlar yapar. Gerçi bu yorumlar, postacı sâyesinde hikâyenin bir parçası olurlar ama bunu yaparken yazarın asıl amacı, bize kalırsa, romantik ironi tekniğini kullanırken olduğu gibi, "anlatı"nın kurallarını zorlamak, alışılmış olanı kırmak, bir anlamda okuru şaşırtmaktır. Bu arada, TRT ile ilgili bu pasajı öyküye koyarken, yazarın başka bir amacı da, gene Kutlu öykücülüğünün bir özelliği olan, "toplumculuğun" metinde bir şekilde tezâhürünü sağlamaktır. Bir toplum fotoğrafı çekmektir.

Kutlu'nun öykülerinde "ironi"den farklı olarak, bir mizâhî bakış da söz konusudur. "Menekşeli Mektup"ta ve hemen tüm öykülerinde bu "bıyık altından gülme hâli"ni fark ederiz. Bir babacanlık, bir iyimserlik, bir ahbaplık havası tüm metinleri sarar. İnsanda sıcak duygular uyandırır.

Deyim ve atasözlerinin yerli yerince kullanılması, halktan kişilerin doğallıkla konuşturulması, bütün bunlardan öte, örneğin, bize âit bir kader anlayışının, hikâyelere içkinleştirilmiş olması, eskiden beri konuşula konuşula bitirilememiş o meşhur "yerlilik" problemini, kendiliğinden aşmış bir yazarın metinleriyle karşı karşıya olduğumuzu gösterir bize.

Bu dönemin öyküleriyle ilgili olarak, ve tabii "Menekşeli Mektup"la ilgili olarak şunu da belirtmeliyiz: Kutlu'nun çoğu kısa öyküsünde büyük bir ustalıkla ulaştığı "yoğunluk", bilhassa bu dönem öykülerinde iyice geriye çekilmiş gibi görünmektedir. Bir başka deyişle, öykülerin anlatım örgüsü oldukça gevşektir. Okuma kolaylığı sağlayan bu özellik, öykülerin etkisini, gücünü azaltmaktadır. Gene de Kutlu'nun okuru sarıp sarmalayan dili, bu "problem"i perdeleyebilmektedir.

Kitaptaki diğer iki öyküden ilki "Hacca Gidebilmek" adını taşıyor. Bir şoförün ağzından, ilginç bir "hacı olma" mâcerâsı aktarılıyor. "Kar Üstüne Kan Damlar"da ise meşhur Sarıkamış Fâciası fon alınarak bir aşk ve ölüm hikâyesi anlatılıyor.

ÇEKMECE AÇILINCA!

Rus yazar Turgenyev'e atfedilen "Hepimiz Gogol'ün 'Palto'sundan çıktık!" cümlesi, zaman zaman kendi kendime mırıldandığım, zaman zaman yanımdakilerin de duymasını sağlayacak şekilde -tahrif ederek- mırıldandığım bir cümle. "Hepimiz Mustafa Kutlu'nun 'Palto'sundan çıktık!!" Bu tahrif edilmiş cümleyi bir kez daha tahrif edeyim: "Keşke Mustafa Kutlu'nun 'Palto'sundan çıkabilseydik!" Bir kez daha: "Keşke Mustafa Kutlu'nun 'Palto'suyla hesaplaşabilsek, oradan kendimiz olup, kendi sesimizi bulup çıkabilseydik!" ("Hepimiz"in kim olduğu sorusuna cevap vererek vakit kaybetmeyeceğim. Zîrâ bu soruyu soranların "hepimiz"i anlamalarına imkân yok; sormayanların ise böyle bir cevaba ihtiyaçları yok.)

"Hepimiz"in değilse bile, pek çok hikâyeci arkadaşımın, hikâyelerinde, hattâ denemelerinde Mustafa Kutlu'nun dilinin, üslûbunun etkisi çok belirgin. Tabii bu etkinin, sadece dil ve üslûp düzeyinde olduğunu söylemek de mümkün değil. Genç yazarların "mesele" edindikleri konularda da (her ne kadar son çeyrek asırda, ülke edebiyatı Kutlu'nun toplumculuğunun aksine bir noktaya doğru meyillenmiş de olsa) onun têsiri var. Ve bu çok normal. Çok doğal. Doğal olmayan, bu etkiyle savaşmamak. Bu etkiyle hesaplaşmamak. Mustafa Kutlu estetiğinin renkleri ortasında kaybolmayı göze almak!

Sakil kaçmayacaksa, kendimden bir örnek vereyim. Üslûpla ilgili, deşelenirse derinliğine kimi problemlere de ulaşılabilecek bir örnek: Hece Öykü'nün 18. sayısında yayınlanan öyküm, "Kravat"ın son bölümü "Şubat sonuydu. Rüzgârın şifâ veren kanatları rûhuma, rûhumun en derin yerine dokunuyor; üzerinde iki sporcu siluetinin bizim göremediğimiz bir havuza dalışa geçtikleri meşin top, kara dutun dallarına doğru yükseliyor, yükseldikçe yükseliyordu." cümleleriyle bitiyordu. Bu cümlelerde özellikle doğa unsurlarına yapılan vurgu (ve sezinleyemediğimiz daha başka birçok şey belki de) Kutlu'nun üslûbunu çağrıştırır niteliktedir. Ben de bunun önlemini almak için, "kara dutun dallarına doğru" ifâdesini modern unsurlarla değiştirmeyi denedim. Her ne yaptı isem, ortaya çıkan ifâdeleri doğal (yâni içten, yâni naturel) bulmadığım için, bu cümleyi değiştirmekten vazgeçtim. Kutlu'yu çağrıştıran "kara dutun dalları" yerine, örneğin bir "cafe"nin uydu antenleriyle dolmuş, isli, iç karartan çatısını koymayı denedim. Halbuki öykü iyimser bir sonla bitiyordu ve bu "çatı"nın öyküde hiç de yeri ve anlamı yoktu.

Nisan Kumru'nun ilk öykü kitabı Üçüncü Çekmece'yi okurken düşündüm bunları. Nisan Kumru'nun bu uzun öyküsünde, "hepimiz"de değilse bile çoğumuzda bir biçimde var olduğunu gördüğüm Kutlu etkisi -özellikle dil ve üslûp düzeyinde- doruğa ulaşmış durumda. O kadar ki, artık bir Nisan Kumru'dan bahsetmek neredeyse imkânsız hâle geliyor. Kumru, edebiyat dergilerinde "görünmeyişinin", bir başka deyişle ve daha doğru bir deyişle, edebiyat dergilerinde kendisini denemeyişinin bedelini ağır ödemişe benziyor. Bunun dışında Kumru'da ciddî bir "sarâhat" problemi de var. Öykünün neresindeyiz, ne anlatılıyor, kim kimin ayağına basıyor, hepsi birbirine girmiş durumda. Tabii ki her şey bu kadar kötü değil. Kumru, Kutlu'nun 'Palto'sundan çıkma şansına sâhip! Üstelik herkesten çok Nisan Kumru sâhip. Çünkü kimse bu kadar sokulmamıştı o 'Palto'nun gözenekleri arasına.

Bu problemlerle hesaplaşarak, (kendisini hiç mi hiç tanımadığım ve kitap çıkıncaya kadar adını da duymadığım hemşehrim) Nisan Kumru, bir "yeniden yapılanma" gayretine girmeli. İlk kitabıyla tökezlemek çoğu yazarın kaderidir. Bu yanlışını kendi lehine çevirebilir.


NOT:
Vurgular bize âittir. (Doğruluş)

Yazar: Abdullah Harmancı
20-07-09
E mail: Mail Adresi Yok
 
 
Yorumlar: 1
ŞAHİN ERTÜRK, ÇORUM
MUSTAFA KUTLU'NUN ÖYKÜCÜLÜĞÜ
Tarih : 03-06-14

ABDULLAH HARMANCI'NIN YAZISINI DİKKATLE OKUDUM. YORUMLARINA KATILIYORUM. KUTLU BİR HİKAYE USTASI. HEM KURGU AÇISINDAN, HEM ÜSLUP AÇISINDAN, HEM DE ZAMANIN RUHUNU OKUMA AÇISINDAN. O MUHAFAKAZAKAR EDEBİ GELENEĞİN ESTETİK SINIRLARINI HER ESERİYLE BİRAZ DAHA GENİŞLETMİŞMİŞTİR.

 
MUSTAFA KUTLU HİKÂYECİLİĞİ- TAHLİLLER
Online Kişi: 15
Bu Gün: 285 || Bu Ay: 9.542 || Toplam Ziyaretçi: 2.221.347 || Toplam Tıklanma: 52.166.162