ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / ÎMAN VE İSLÂM
Okunma Sayısı: 2981
Yazar: Bedri Gencer
MODERNLEŞME BUNALIMINDAN SÜNNETLE KURTULMAK

Modernliğin Demir Kafesinden Kurtulmak

Geçmiş asırlarda dünya halkları aralarına mesafe koyarak aynı zamanda ancak ayrı çağlarda, kendilerine özgü dünyalarda yaşayabiliyorlardı. Ancak çağımızda kapitalistleşmeyle hızlanan küreselleşme sürecinde böyle bir ihtimal kalmadı. Müslimi, gayrimüslimiyle bunalımı her kese, her yere teşmil eden bir modern dünyada yaşar hale geldik. Modernlik, bilinçlerimizde adeta bunalımla özdeşleşmiş, modern medeniyetin manevî külfetleri, bir zamanlar insanları cezbeden maddî nimetlerini tamamıyla bastırmış durumda. Herkes, çağımızın Aristosu Max Weber’in deyimiyle modernliğin demir kafesinden bir çıkış yolu arayışında. Tedavi için önce doğal olarak “bunalım kaynağı modernlik Batı’da nasıl ortaya çıkmış, dünyaya nasıl yayılmış, bize nasıl sirayet etmiş” sorularından hareketle modernleşmenin iyi bir teşhisi gerekiyor.

Modernleşme, genelde sosyolojik bir kavram olarak bilinse de pek bilinmeyen gerçek, sosyolojinin zaten teolojinin sekülerleştirilmiş bir versiyonu olduğudur. XVIII. ve XIX. asır Batı dünyasında sosyoloji teolojinin halefi bir disiplin olarak doğmuştur. Bu, basitçe Batı’da “teoloji, ideoloji, sosyoloji, biyoloji” gibi bütün disiplinlerin sonundaki “loji=logos” kelimesine bakarak anlaşılabilir. Bilindiği gibi aslında pagan Stoacıların dilinde “hikmet” anlamına gelen Yunanca “logos”, Hıristiyanlığın gelişinden sonra Hazreti İsa’ya delalet eden “kelime” anlamı kazanmıştır. Bu da Batı’daki tüm bilgi disiplinlerinin tâ özünde teodise krizini aşmak için geliştirilen teolojik veya seküler bir eskatolojinin araçları olarak doğduğunu gösteriyor.

Sosyolojik olarak modernleşme, üretim tarzındaki köklü bir sosyal değişime delalet eder. Marksist bir perspektifi yansıtsa da bir toplumun hayat tarzını ve görüşünü belirleyen şey, üretim tarzıdır. İnsanlık tarihine bakıldığında belli başlı üç üretim tarzı görülür. Birincisi tarım, ikincisi sanayi, üçüncüsü de bilgi. Kısaca “modern hayat tarzı” olarak aktarabileceğimiz modernlik, Batı’da XIX. asırda gerçekleşen Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkardığı üretim ve hayat tarzını belirtir. Böylece Batı medeniyetine güç kazandıran modern toplumun ana tipi olarak sanayi toplumu dünyaya dayatılınca onunla başa çıkmaya azmeden Doğulu toplumlar “kalkınma” denen sanayileşme yoluyla modernleşme sürecine girmek zorunda kaldılar. Bu, üretim tarzıyla birlikte tüketim ve hayat tarzının, bir toplumun baştan aşağıya değişmesi, kabuk değiştirmesi anlamına geliyordu. İşte sosyolojik anlamda modernleşme, kısaca bir tarım toplumunun sanayi toplumuna dönüşmesi sürecini ifade eder.

Yepyeni Bir Dünya Özleminin Bedeli

Aslında Hıristiyanlığın krizinden kaynaklanan teolojik bir kavram olarak modernleşmenin tarifine kelime anlamından başlanmalıdır. Arapça bedî kavramının karşılığı olarak modern, lâfzen ‘yepyeni’ anlamına gelen bir kelimedir. Arapça’da “ibdâ” bir şeyi benzersiz, örneksiz olarak yaratmak demektir. Kâinat, mutlak anlamda ancak Cenab-ı Hakk tarafından benzersiz, örneksiz olarak yaratıldığına göre buradaki yepyenilik, ahir zamanda İsa Mesih’in gelişiyle kurulacak olan yeryüzü cennetini, ahir zamandaki saadet çağını belirtir. 1991’de George Bush’un ilan ettiği “yenidünya düzeni” kavramı da bunun politik bir ifadesinden başka bir şey değildir.

Şu halde modernizm, “mesiyanizm” denen ahir zamanda gelecek kurtarıcı beklentisinin kılık değiştirmesinden ibarettir. Bu kılık değiştirme sürecini daha iyi anlamak için nomisizm denen zıddına bakmakta fayda vardır.

Bütün dinlerin paylaştığı hikmete dayalı kadim geleneksel dünya görüşü -ki dinlerin anahtar kavramları da hikmet ve sünnettir- nomisizme dayanır. Lâfzen şer’îcilik anlamına gelen nomisizm, nomos=şeriat denen dinin gövdesini oluşturan ilahî yasaya göre tarihi yaşama, bu yasaya bağlı bir imtihan diyalektiğince kurtuluş anlayışını ifade eder. Burada anahtar kavramlar, şeriat ve kesb’dir. Arapça deyn=borç kökünden türeyen dini, onun özel ifadesi şeriatı gönderen Allah, şeriat kaynağından içerek borca dayalı ticareti kazanması beklenen taraf ise insandır. Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın “Birinizin elinde bir fidan varken kıyamet kopacak olsa, kıyamet kopuncaya kadar o fidanı dikebilirse diksin” meâlindeki hadisi, aktivistik, şer’îci din anlayışının en çarpıcı ifadesini oluşturur. İslâm’da her hicrî asrın başında gelen mücedditin tecdit misyonu, şeriatın beşerî tercümesi olan fıkhı yenilemek, baş-müceddit olarak Mehdî’nin misyonu ise Batı’da olduğu gibi tarihi askıya alarak kendisini bekleyen insanlığı kurtarmak değil, bu süreci kemale erdirmek, şeriatı tam olarak uygulamaktır.

Buna karşı eskatolojik zihniyette ise “aslî günahla doğmuş insanın düşkünlüğü” anlayışının etkisiyle kendisini “eşref-i mahlûkât ve halifetullâh fi’l-arz’” olarak görmekten çıkan insanlar, bir kurtarıcı beklentisi içine girerek tarihi askıya alıyor. Batı tarihi boyunca süregelen tahakküm ilişkilerinin kula kulluk sistemine dönüşmesinin yol açtığı meşruiyet krizinin etkisiyle kurtarıcı özleminin doruğa çıktığı zamanlarda birçok sahte Mesih çıkmıştır ki bunların sonuncusu Osmanlı’da 1688 yılındaki Sabetay Sevi hareketidir. Batılılar, bu hareketlerden hep hayal kırıklığına uğrayarak Mesih’in gelmesinden ümitlerini kesince “Artık Mesih’i beklemeye tahammülümüz kalmadığı için onun kuracağı “yeni dünya düzeni” denen saadet çağını kendimiz başlatmaktan başka çare yok” kararına varıyorlar. Bunu da devrimcilikle tarihi hızlandırarak yapmaya çalışıyorlar.

Geleneksel mesihçilikte, ahir zamanda gelecek altın çağ uğruna bugünün, tarihin askıya alınması, buna tepki olarak ortaya çıkan seküler mesihçilik olarak modernizmde ise tam aksine ahir zamanda gelecek altın çağı öne çekme, sekülerizm sayesinde hemen “burada ve şimdi” kurmak için devrimcilik yoluyla tarihi hızlandırma esprisi yatar. Tabiatıyla her uç gibi bu iki üç bakış da, tarihi askıya alma, Mesih’i bekleme kadar tarihi hızlandırma tutumu da kritik kopuşlara yol açan illetlerdir. İster teolojik, ister seküleristik olsun eskatolojik zihniyetin beşerî deneyimi sekteye uğratan bir meşruiyet krizine yol açması mukadderdir. Burada meşrulaştırmadan kasıt, insanın yaşadığını inandığına uydurmasıdır. Modernizm, bir meşrulaştırma sunma iddiasıyla ortaya çıksa da postmodern çağda açığa çıktığı gibi daha derin bir meşruiyet krizine zemin hazırlamıştır.

Her Yeni Lezzetli Değildir

Somut olarak modernleşme, Batı’da kullanılan civilization kavramının karşılığı sayılabilir. Burada problem, civilization kavramının Türkçe’ye aktarılış tarzında yatar. Civilization, lâfzen medenileşme anlamına geldiği halde Türkçe’ye medeniyet gibi bir durumu belirten bir kavram olarak aktarılmaktadır. Medenileşme, yani civilization, Batı’da bilimsel ve teknolojik gelişme sürecini ifade eder. Max Weber’in “araçsal akliyet” dediği gelişmenin karakteristiği, bilimsel ve teknolojik gelişmedir. Araçsal akliyette yatan espri, zamanla araçların amaçları belirler hale gelmesidir. Medenileşme süreciyle dünyanın imar edilmesi olumlu bir şey olsa da bir süre sonra ulvî gaye ve amaçların denetiminden çıkan bilimsel ve teknolojik gelişmenin belirlediği bir medenileşme süreci, insan fıtratına aykırı bir seyir kazanmıştır.

XIX. asır İslam dünyası seçkinleri, İslam dünyasının maddeten perişan durumuyla Avrupa toplumlarının maddî refah seviyesini kıyasladıklarında Batı’yı özlemle bakmaktan kendilerini alamıyorlardı. Buradaki problem ise, o zaman maddî bakımdan İslam dünyasından daha ileri, müreffeh bir durumda bulunan Batı’nın geliştirdiği modern hayat tarzının fıtrata uygun olup olmadığının yeterince sorgulanmamasıydı. Halk dilinde modernizm eşyanın yeniliği, kullanışlılığı gibi olumlu çağrışımlar yapsa da onun fıtrata aykırı yönleri yaşadıkça görülür. Yeni bir bina herkese cazip gelir. Ancak o binayı değerli kılan, maddî güzelliğinden ziyade fıtrata, sıhhate uygun olup olmadığıdır.

Günümüzde etrafımızı saran devâsâ, süslü binaların insan fıtratına ne kadar aykırı olduğunu fark etmeyen yoktur. Bugün artık beğenmediğimiz eskinin düzayak evleri, bugünkü apartmanlardan çok daha fıtrî, sıhhî idi. Yaşadığımız çağda insanlarda merhamet duygusunun giderek aşındığı söyleniyor. Uzmanlar bunun sebebi olarak insanın toprakla temasının kesilmesini gösteriyorlar. Arapça’da “Her yeni lezzetlidir” sözünün de belirttiği gibi yeniye ilgi, insanda fıtrî bir meyildir. Ancak geleneksel olarak insanların arzuladığı, yeni bir bina, elbise örneklerinde olduğu gibi “eskinin yeni”sidir; modern ise “eskisi olmayan yeni” demektir. “Eskisi olmayan yeni”yi yaratmak da mutlak olarak Allah’a mahsus olduğu için insanların modernin peşinde koşmasının hüsranla sonuçlanması kaçınılmazdır.

Bid’atten Sünnete

Modern ve gelenek kavramlarının dinimizdeki karşılığı sünnet ve bid’attir. İslam tarihi boyunca İslam âlimlerinin başlıca işi, bunların tanımı olmuştur. İslam tarihinde somut olarak İmâm-ı Gazâlî’nin vefatından sonra akidevî tartışmaların yavaş yavaş azaldığını, tarihe gömüldüğünü görüyoruz. Ondan sonra günümüze kadar gelen esas problem, sünnet ve bid’atin içeriğinin, ölçütünün, kapsamının belirlenmesi olmuştur. Kısaca “dinde tutulan yol” olarak tarif edilen sünnet, Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın gösterdiği İslam’ın nebevî, normatif kalıbı, ideal yaşayışı demektir. Sünneti es geçerek yalnızca Kur’an-ı Kerim’i esas aldığımızda Hıristiyanlık gibi ancak “ağacı sev, yeşili koru” türünden bir İslâm ortaya çıkar. Rabbimizin bize “zikir” olarak tanıttığı Kur’an-ı Kerim’den hayatın tamamını kuşatacak bir din tarifi çıkmaz. Kur’an-ı Kerim’in emirlerini normatif, yani insanların uygulayabilecekleri normlar haline getiren, sünnettir.

Dolayısıyla neyin bid’at olup olmadığının tanımı, sünnetin titiz tanımına bağlıdır. Bid’at=modernlik, kısaca kıvamını bulmuş İslâmî yaşayışı ifade eden sünnete ilave demektir. Bu anlamda bütün mesele, “bid’at-i hasene” ile “bidat-i seyyie” denen bid’atin makbul ve mezmum türlerinin tefrikidir. Yani yapılan, güzel yenilik mi ya da kötü yenilik mi? Aslında bu bile hakikîden ziyade mecazî bir ayırım olarak görülebilir. Zira Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın “Müslümanların güzel olarak gördüğü, Allah katında da güzeldir” buyurduğu gibi, güzel yenilik=modernlik,1 zaten İslam ümmetinin kabulü ile sünnetin bir parçası haline gelir. Dolayısıyla mutlak anlamda bid’at dendiğinde, sünnete entegre olmayan bid’at-ı seyyie denen olumsuz yenilikler kastedilir.

Bid’at, sosyal değişmeyle ortaya çıkan bir kavramdır. Kâinat, özünde sürekli bir değişim halinde olduğu için mutlak olarak sosyal değişime direnmek ya da durdurmak imkânsızdır. Son ve evrensel din olduğu için İslam’ın özünde evrenselleşme vardır. Her şeyin bir bedeli olduğu gibi evrenselleşmenin bedeli de yoğun sosyal değişimdir. İslam toplumlarında bu değişim, belirginlik kazandığı Abbasîler döneminden bu yana devam ediyor. Yoğun sosyal değişim sürecinin bedeli de modernlik, diğer bir ifade ile bid’atlarla yüzleşmektir. Kaçınılmaz olarak İslâm’da bid’atlerin artacağını, Müslümanların modernlik kriziyle karşılaşacağını dinin peygamberi zaten haber veriyor. Bu noktada Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın iki hadisi öne çıkıyor. Birincisi “İslam garip olarak gelmiştir ve garip gidecektir” hadisidir. Bu hadis, İslam’ın ve Müslümanların zamanla modernizmin tahaddisine maruz kalacağını haber veriyor. İkincisi de “Ümmetimin fesadı zamanında benim bir sünnetimi diriltene yüz şehit ecri vardır” hadisidir.

Fıtrata Dönüş Yolunda Adım Adım

Modernlikten çıkış açısından ikinci hadisin bildirdiği, birincisinden daha önemli. Bugün Müslümanların hayatını istila etmiş durumda olan modernlikten çıkış imkânsız gibi görünse de aslında durum hiç de öyle ümitsiz değil. Bizi bir çıkmaz psikolojisine sevk eden temel yanılgı, “ya hep, ya hiç” mantığının geçerli olduğu dinin alanlarını karıştırarak meseleye bakmaktır. “Biraz hamile olmaz” sözünün anlattığı “ya hep, ya hiç” mantığı, dinin akide, iman alanında geçerlidir; ancak hele ahir zamana doğru artan insanın kusurlu tabiatından dolayı amelde, sünnette "biraz hamilelik" olur.

Modernlik, her açıdan hayatımızı kuşattığı için bugün artık bizim Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın sünnetine tamamen uygun yaşamamız imkânsız gibidir. Ancak bu durumda “artık modern hayat tarzının kucağına düşmüşüz, akıntıya kürek çekmekten başka çaremiz yok” diye teslim bayrağı çekmekten daha büyük bir yanılgı olamaz. Zikrettiğimiz ikinci hadis-i şerif, tam da bu zihniyetin yanlışlığına vurgu yapıyor. Birinci “garipler” hadisi, modernliğin Müslümanların er-geç başlarına geleceğini, ikinci hadis ise bu durumda Müslümanların bir sünneti bile kollamasının buna direniş anlamına geleceğini, Müslümanların “yap hep, ya hiç” yanılgısına düşmeden ellerinden geldiğince sünnete uygun yaşamaları gerektiğini bildiriyor.  Modern hayat ve düşünce tarzının istilasına uğradığımız bir çağda bir sünneti bile kollamak, özellikle Müslüman kimliğin korunması açısından hayatî önem arz ediyor.

Bu noktayı bir örnekle somutlaştırabiliriz. Modernleşmenin bir anlamı da şehirlileşme veya diğer anlamıyla kentselleşme. Burada “şehirlileşme ile kentselleşme” arasında yaptığımız ayırım, Sanayi Devrimi’yle birlikte ortaya çıkan “şehir ve kent” ayırımından kaynaklanıyor. İstanbul, Edirne, Sivas, Konya gibi şehirler, bir külliyenin etrafında kurulmuş organik bir bütündür. Kent ise Sanayi Devrimi ile ortaya çıkan, büyük binalardan, numaralandırılmış caddelerden oluşan ruhsuz ve yapay bir oluşuma delalet eder. Modernleşme, insanları geleneksel şehir yahut köy hayatından sanayi ve ticaretin hâkim olduğu kent hayatına geçmeye zorlar. Ve bu kent hayatında modernleşme, “kültür” dediğimiz, açlık gibi en temel ihtiyaçlarımızı giderme tarzımızda görülür.

Bilindiği gibi eskiden insanlar, sünnete uygun olarak yer sofralarında yerlerdi. Kentselleşme sürecinde neredeyse herkes, “terfi” ederek masalarda yemek yer hale geldi. İşte eskiden olduğu gibi evinde tekrar yer sofrasında yemek yiyen bir Müslüman, modernleşmeye karşı sünnete uygun sağlıklı bir hayat tarzında direniyor demektir. Malum, modern dünyada seküler kültür kavramıyla ifade edilen sünnet, kitaplardan ziyade bizzat uygulayandan görerek öğrenilir, nesilden nesile aktarılır. Bu zincir koptuğu içindir ki bugün yerde yeme, koku sürme gibi sünnet olarak bildiğimiz şeyleri bile tam ölçüsünü bilmeden el yordamıyla uygulamaya çalışıyoruz. Sünnete uygun yeme tarzı, yerden bir karış kadar yüksek ayaklı sinilerde değil, doğrudan yere koyulmuş sofrada yemek yemektir. İnsan üzerindeki fizyolojik ve psikolojik etkileri bakımından yerde ile masada yemek arasındaki büyük farklılık bilimsel olarak tespit edildiğinde sağlıklı bir hayatın modeli olarak sünnetin önemi daha iyi anlaşılacaktır.2

Günümüzde eve ve Allah’ın evi camiye sağ ayakla girip sol ayakla çıkmak gibi unutulan, küçük görülerek ihmal edilen sayısız sünnet var. Bugün Müslüman topluluğun sünnetten uzaklaşma derecesinin vehameti fark edilmiyor bile. Örneğin eskiden sokakta başı açık bir erkeğin şahitliği kabul edilmezken bugün değil hayatta ve değil sıradan halk, ilahiyat akademisyenleri ve din görevlileri bile tahrîmen mekrûh olduğu halde başı açık namaz kılmayı kanıksamış hale gelmiştirler. Bugün Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın yaptığı tarzda orucunu açan, iftar eden kaç kişi var acaba? Sünnetleri öğrenmede önemli bir kaynak olarak Seyyid Ali-zâde Yâkub’un Tam Şir'at'ül-İslam Şerhi (Mefâtîhu’l-Cinân Şerhu Şir’ati'l-İslâm) (Çev. Naim Erdoğan, İstanbul: Pamuk, 1990) adlı eseri tavsiye edilebilir.

Eski, saf Müslümanların yaptığı gibi, lehine bir “ya hep, ya hiç” mantığıyla küçük-büyük, önemli-önemsiz diye ayırmadan, pazarlık konusu yapmadan bütün sünnetleri uygulamaya azm ü cezm ü kasd ettiğimizde hayat seyrimizin nasıl fıtrata, sıhhate dönmeye başladığını elbette göreceğiz. Bilindiği gibi insan, “Kâbe yolunda karınca misali” samimiyetle bir yola girdiğinde her halükârda nusret ve kesbe mazhardır. Birincisi, bir adım attığında Rabbü’l-Âlemîn diğer adımı kolaylaştıracak ve ikincisi, yolun sonuna, menzile varamasa bile varmışçasına karşılığını görecektir. Çünkü mü’minler, zaferle değil, seferle mükelleftir.

Bugün modern çağın bunalımından çıkış yolu arayışındaki Müslümanların dilinde dolaşan “İslâm’ı yaşamak” tabiri, soyut ve ideolojik bir tabirdir. Sünnet, “fıtrata uygun olarak gönderilen dinin yaşayış kalıbı, dinde tutulan yol”, bid’at=modernlik ise “fıtratın kalıbı sünnetten uzaklaşma” anlamına geldiğine göre, “sünnete uygun yaşamak”, modernleşme bunalımından kurtuluş için yegâne somut ve evrensel reçeteyi oluşturmaktadır.

Böylece modernleşmeyi fıtrata uygunluk ya da aykırılık kriterine göre değerlendirdiğimizde problemi daha objektif ve evrensel bir açıdan görmeye başlayacağız. Evrensel bir açıdan modernleşme, fıtrata aykırı bir yaşayış -ve buna bağlı duyuş ve düşünüş- tarzının egemenliği olarak görüldüğünde fıtrata aykırı olanın, yalnızca Müslümanların değil, tüm insanların hayatını tehdit ettiği sonucuna varılacaktır. Bu bakımdan modernleşmeye direnmek, yalnızca, adeta Don Kişot gibi modernlikle mücadele eder gösterilen Müslümanların değil, fıtrata uygun, sağlıklı yaşama özlemindeki tüm insanların işidir. Mesela sigara veya cep telefonu fıtrata aykırı ise bu yalnızca Müslümanlar değil, tüm insanlar için geçerlidir. İkincisi de israf meselesi. Cep telefonu ve diğer teknoloji ürünlerini kullanmak durumundayız. Ancak bunları kullanırken kararında ve yerinde kullanmak, israfa kaçmamak gerekir.

Sonuç olarak modernleşmeye karşı durmak için, birincisi, modernleşmeye karşı tutumumuzu, İslâmîlik-gayr-i İslâmîlik değil, fıtrîlik-gayr-i fıtrîlik evrensel kriterine göre belirlemek ve ikincisi mümkün olduğunca sünnete uygun bir hayat tarzı benimsemek zorundayız.

* Yıldız Teknik Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Başkanı

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

1 Bid'at-i hasene=Güzel yenilik=Modernlik... mi gerçekten? O zaman siz neyi tenkid ediyorsunuz? Burada bir sehiv olsa gerek... (Doğruluş)

2 Hadîs'in faydasını "bilimsel olarak tespit edince" mi kabul edeceğiz? Bu, bir tenakuz değil mi? Hem modernizme sünnet ile direneceğiz, hem de sünnetin faydasını modernizmin aletlerinden birisi olan "bilim"le tespit edeceğiz öyle mi? Bilim sünneti tasdik ederse "Vay be, demek ki sünnet doğru ve güzelmiş; biz de uygulayalım." mı diyeceğiz? Bu bir fasit dairedir. (Doğruluş)

Birkaç kelime

teoloji: İlâhiyat'ın Batıda karşılığı.
pagan: Putperest.
eskatoloji: (Yunanca) İnsan ve dünyanın sonu ve dünya sonrası hayatıyla ilgili nazariye.
tahaddis: Doğrusu "tahaddüs" olmalı. Yok iken peyda olmak. Ortaya çıkmak. Meydana gelmek. Olmak.

Yazar: Bedri Gencer
22-07-12
E mail: vuslatdergisi.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
MODERNLEŞME BUNALIMINDAN SÜNNETLE KURTULMAK
Online Kişi: 15
Bu Gün: 153 || Bu Ay: 7.664 || Toplam Ziyaretçi: 2.239.959 || Toplam Tıklanma: 52.349.324