ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / MAÂRİF (Eğitimle İlgili Yazılar)
Okunma Sayısı: 119
Yazar: Abdülbaki Değer
Ortak şeyleri olmayanların ortaklığı, devamsızlık veya eğitimimizin hâli

Ortak şeyleri olmayanların ortaklığı, devamsızlık veya eğitimimizin hâliTürkiye gerçekten de bir ülke olarak kendisi dışında ortaklığı olmayanların hayat sürdüğü bir yer. Bir paralel evrenler diyarı. Ece Ayhan “aşiretler topluluğu” diyordu. Osmanlı’daki millet sistemimiz bir anlamda bu durumun öncülü gibi. Ülkesi ortak olanların birbirlerine karışmamak üzere hiyerarşik şekilde sıraya dizildiği bir yapı. “Millet olamama”, “toplum olmayı başarama” şeklindeki gerçeklik sadece sebep olduğu yüksek maliyetle dile gelmiyor. Aynı zamanda ülke ortaklığının yanı sıra başka ortaklıklar inşa etmenin zaruretine göndermede bulunuyor. Şüphesiz kaderimiz birbirine bağlı. Bizden olmayanın bizatihi varlığını sorun ettiğimiz ve mücadele odağı kıldığımız varoluş stratejimizin nihayetinde ne ortaklık gerçeğini ne de ortaklığın genişletilmesinin gerekliliğini belirtiyor. Tersine tevarüs edegelen bu varoluş tarzı, kodifikasyonu ve işleyişi ile kendisinden başkasının ne varlık bulabildiği ne de meşruiyet taşıyabildiği bir hayat kurmanın peşinde. Dolayısıyla Türkiye’de ne kamusal ne de kurumsal ahlak oluşturamadığımız için içinde debelendiğimiz gerçekliği kapana dönüştürmekle kalmadık aynı zamanda bu kapanı meşru ve makul gördüğümüz bir norma da dönüştürdük. İşi, işleyişi anlamsızlaştıran süreç her tür denetimi de saçmalaştırdı, dizginsiz bir kayıtsızlık alanında yol almaya devam ediyoruz. Kayıtsızlığın modern zamanların patolojik bir oryantasyon biçimi olduğu bir tepit olarak dile gelmiyor değil. Ancak bu yanlış ve geleceksiz bırakan biçimi tartışmak yerine muhafaza hatta müdafaa yönündeki tutkulu gayret en iyimser ifadeyle gerçeklikten kaçıştır.

Devletin işleyişine nezaret eden, onu belirli ilke ve standartlar doğrultusunda hareket etmeye yönlendiren neredeyse hiçbir toplumsal etkiden, hareketten, imadan bahsedemez haldeyiz. Seçim atmosferinden bağımsız olarak Türkiye’nin çok ciddi problemleri var ve bu ciddi problemlerini ciddiyetle ele alma zarureti var. Ortaklığın zeminini genişletecek, kamusal ve kurumsal varlığı ve işleyişi mümkün kılan aklın, mantığın paylaşımına soluduğumuz hava kadar muhtacız. Cemaat içi yargıların, mahalle inançlarının keskinliğinde radikalleşmekten, farklılıkları taşıyabilecek ortaklığı inşa edememenin anlam krizlerini tetikleyerek kayıtsızlığı beslemesinden bizi alıkoyacak şey; ortaklığı, ortaklığın niteliğini, işleyişini bir sorumluluk bilinciyle buluşturacak rasyonel ve ahlaki bir zeminin inşasıdır. Ortaklığın gerekliliğine, ortaklığı kurmaya, işletmeye ve dolayısıyla bizi karşılıklı denetlemeye, yargılamaya götürecek acil ihtiyaç budur.

Normal koşullarda her kamusal sahne alış bir yargılanma, denetlenme durumunu varsayma üzerinden gerçekleşir. Bir toplumun toplum olmasını ve standartlarının yüksekliğini ve işleyişinin niteliğini gözlemleyeceğimiz yer de zaten bu kamusal sahnenin ve işleyişin görünümüdür. Siyasetin gölgesinde güdümlüleştiği için malesef herhangi bir sivil-toplumsal denetimden bahsetmenin neredeyse imkanı yok. Sivil denetimin, sivil insiyatifin dolayısıyla toplumsal dinamizmin zaafiyet gösterdiği yerde ne devletin gücünden, ne ciddi kurumsal işleyişten ne de anlamlı bir kamunun varlığından bahsetmek mümkün. Gerçekten de şu seçim sürecinde dile gelen analizler, vaatler, ithamlar başlı başına denetimsizliğimizin, kayıtıszlığımızın nasıl sınır tanımaz boyutta olduğunu gösteriyor. Kamu politikası olarak yürütülen iş ve işlemler ise büsbütün işin şirazesinin kaçtığını gösteriyor. Burada şirazenin kaçması devletin işlemlerindeki savruklukla sınırlı değil. Bu görece göğüslenebilecek, absorbe edilebilecek bir maliyet olurdu. Gelgelelim devletin savrukluğunu görecek, püskürtecek bir toplumsal duruştan, varlıktan, emareden yoksunsak sorunun nasıl daha derin ve daha kapsamlı olduğunu görmemiz gerekiyor. Bunun son günlerdeki en çarpıcı örneği sanırım MEB’in lise son sınıf öğrencilerinin devamsızlık durumlarına ilişkin almış olduğu karardır. Kararı açıklayan MEB, kararın içeriğinin ve ima ettiklerinin kendisine yönelik bir eleştiri olarak dönmeyeceğinden çok emin olmasa böyle bir karar açıklayamaz. Diğer taraftan kamusal işleyişimiz ve görünümümüz de MEB’i haksız çıkarmadı zira açıklanan karar pekala açıklanabilir bir karar olarak karşılandı. Haberi yapıldı, sohbetin konusu edildi, bürokratik hiyerarşi içerisinde resmi yazılara konu edilip gereğinin yapılması istendi.

Cumhuriyet’in ilk yılları, Sakallı Celal Ankara Sultanisinde müdür. MEB “yükseköğretim kurumlarının ihtiyacından dolayı bu yılki son sınıfların mezuniyetinde fazla müşkülpesent davranılmaması ayrıca sondan bir önceki sınıfların da göstermelik bir sınavla mezun edilmesi…” şeklinde resmi yazı gönderir okula. “Ankara Sultanisi boyacı küpü olmadığı cihetle bakanlığın talebi uygun görülmemiştir.” diye bakanlığa cevap yazan Sakallı Celal görevinden de istifa eder. Okuldan arkadaşı olan dönemin Maarif Vekili kendisini kararından döndürmeye çalışırken Sakallı Celal siyasi tarihimizin belki de en isabetli tespitlerinden birisini yapar: “Bak Hamdullah Suphi” der, “Meşrutiyet ilan ettik olmadı. Cumhuriyet’i getirdik gene olmadı. Bir de ciddiyeti denemeye ne dersin?”

 

Yaklaşık bir asır geçti ve görüyoruz ki sistemde hiçbir değişiklik yok. Ne sorunlarımızı çözdük, ne çözme tarzımızı değiştirdik ne de ciddiyeti denemeyi becerebildik. O günden bugüne günü kurtarmaya yönelik düzenlemeler eğitimin kalitesini düşürüp istikrarlı bir başarısızlığı ve memnuniyetsizliği kader haline getirdi. Eğitim sistemi derin bir krizin içine sürüklenmeye devam ediyor. Sistem varlığı ve işleyişi ile esaslı bir sorgulamaya tabi tutulmadığı için Türkiye’nin gücü olmaktan, Türkiye’ye güç katmaktan çok Türkiye’yi güçsüz bırakan, Türkiye’nin gücünü emen büyük bir sorun alanına dönüştü.

Bu son karar da bu düzenin rutini. Milli Eğitim Bakanı 12. Sınıfların üniversite sınavına daha rahat hazırlanabilmeleri için devam zorunluluğunu kaldırdıklarını belirtiyor. 2012 yılında 4+4+4 sistemine geçilmeden evvel liseler üç yıl eğitim veriyordu. Pek çok pedagojik gerekçe ileri sürerek liselerin dört yıl olması gerektiğine kamuoyunu ikna etmeye çalışan MEB, ondan önce olduğu gibi ondan sonra da dönem sonuna doğru 12. Sınıflara devamsızlık affı getirmeyi bir geleneğe dönüştürdü.

MEB bunu yapmak zorunda çünkü sınava hazırlanmak isteyen 12. Sınıf öğrencisi devamsızlık sorununu aşmak için ya doktor kapılarını aşındırarak rapor alıyor ya da özel kursa gitmek için okulundan ayrılarak açık liseye kayıt yaptırıyor. O halde bakanın açıkladığı karar bir sorun alanına işaret ediyor ancak asla çözüme hele hele yapısal bir çözüme ilişkin birşey söylemiyor. Bu devamsızlık affı liselerin dört yıl olmalarının öyle zannedildiği gibi makul ve meşru bir anlamlarının olmadığını zımnen kabul ediyor. Mevcut liselerdeki işleyişimizin YKS sürecine göre ikincil olduğunu, bu süreç için işlevsel olmadığını açıkça kabul ediyor. MEB, YKS’ya hazırlanan öğrenciye “okulda vakit kaybetme, git başının çaresine bak!” diyor.

 

Tam bu noktada bu kararların içeriğini, taşıdıkları imaları da kapsayan bütüncül değerlendirmeler yapabildiğimiz gün hem MEB hem devlet daha ciddi olacaklar hem de bu vesileyle biz daha zinde, daha muteber bir toplum olacağız. Varlığımız hesaba katılacak, ciddiye alınacak. Türkiye’de lise eğitimi neden 12 yıl? 11 yılda hangi bilgiyi öğretemiyoruz da bir yıl daha ekleme ihtiyacı duyuyoruz? Devamsızlık affıyla lise son sınıf görmezden gelinebiliyorsa varlığını sürdürmenin ne anlamı var, ne gereği var? Liselerimiz boyacı küpleri olmadıklarına göre eğitimcilerimizi ve eğitim sistemimizi bu tarz ciddiyetsiz iş ve işlemlerin parçası kılmanın kime ne faydası var? Soru soruyu getiriyor. Liseler öğrenciyi YKS’ye hazırlamada yetersizse ve öğrencinin okulda zaman kaybettiğini kabul ediyorsak o zaman niye haftalık ders saatini 30’dan 40’lara 45’lere çıkarıyoruz?

İlkokul ve ortaokulda sınıfta kalmanın olmadığı, disiplin yönetmeliğinin uygulanmadığı, zorunlu lise eğitiminin iyice anlamsızlaştığı bir vasatta eğitim sistemimiz makuliyetten ve meşruiyetten iyice kopmuş durumda. Nurettin Topçu eğitim sistemimizin iki temel problemi olduğunu yarım asırdan çok önce dile getirmişti: Eğitim ve sistem. Batı cephesinde yeni bir şey yok. YÖK’ün, üniversiteye girişte TYT ve AYT baraj puanı uygulamasını kaldırmasıyla, ilkokula adımını atanın elini kolunu sallayarak üniversiteden mezun olabileceği bir otoban hüviyetine dönüşen eğitim sistemimiz bütün halinde problem. Bakanın son açıklaması da bunun teyidi. Ancak bu açıklama aynı zamanda açıklamanın yapıldığı ortamın hâl-i pür melâline ilişkin de çok şey söylüyor. Gerçekliğimiz bu ve bu gerçeklik içinde en devrimci eylemimiz bu sahte, yanlış, konforlu gerçekliği örten ciddiyetsizliğe, kayıtsızlığa son vermek olacaktır. Buna yol veren eylem de şüphesiz bu ülke dışında ortaklığı olmayanların ortaklığının nasıl büyük, ciddi ve sorumluluk getirici olduğunun altını çizecek ve dolayısıyla bu ortaklığın inşasının ilk tuğlası olacaktır.  26. 05. 2023

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Abdülbaki Değer
21-11-23
E mail: maarifinsesi.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
Ortak şeyleri olmayanların ortaklığı, devamsızlık veya eğitimimizin hâli
Online Kişi: 18
Bu Gün: 148 || Bu Ay: 10.044 || Toplam Ziyaretçi: 2.222.819 || Toplam Tıklanma: 52.183.031