
Televizyon dizilerini izlemiyorum. Aslında “dizi” izlemiyorum diyebilirim. Ama televizyonda yayınlanan dizilerden genel olarak haberdar olmaya çalışıyorum. Hangi kanalda hangi dizi yayınlanıyor, hangi dizide kim oynuyor?
Gerçi takip etmesem ne olur ki; bütün sosyal medya platformlarında dizi reklamlarına, dizilerden paylaşılan kısa videolara maruz kalıyoruz zaten. Hatta metroda kalabalıktan kafanızı çevirebileceğiniz sayılı yerlerde de aynı dizilerin reklamlarını karşımızda buluyoruz. Metro, AVM ve caddelerde yine dizi merkezli yoğun bir görsel bombardıman yaşıyoruz maalesef.
Artık diziler, yalnızca akşam saatlerinde ekranlarımızda değil; gündüz vakti bile zihinlerimizde dolaşıyor.
Uzun yıllar bu köşede dizilere ilişkin çok şey yazdık çizdik. Aradan geçen zamanda dizilerin içerik açısından daha da niteliksiz ve zararlı hâle geldiğini görmek ülke adına çok üzücü.
Diziler eskiden olduğu gibi şiddet, cinsellik ve duygusal sömürü ekseninde ilerlemeye devam ediyorlar.
Mesela… Eşref Rüya adında bir dizinin kısa videolarına denk geldim geçenlerde. Sadece izlediğim birkaç kesitten anladığım kadarıyla başkarakter bir katil. İlk cinayetini ergenlik çağındayken işlemiş. Cinayeti pişmanlık duyulan bir anı olarak görmediği de onun üstüne bina ettiği hayattan anlaşılıyor.
Hâlihazırda da kendisi mafya gibi biri. Etrafında silahlı adamlar var; dizide yaralamalı, öldürmeli olaylar dönüyor. Hemen hepsi de Eşref’in “kahramanlığını” vurgulayan olaylarla çözülüyor. Olayları yasalara başvurmadan, kendi kurallarıyla, şiddetle çözüyor.
Kendisini aynı zamanda “garip babası” olarak da servis ediyorlar ki, diğer zehirli içeriği kolayca yutturabilsinler.
Eşref’in sevdiği kadına karşı tahakküm edici kaba davranışları bile “aşk” olarak sunuluyor. Hem de ideal aşk…
Bu dizilerde, kötülük artık “karizmatiklik”, zorbalık “maskülenlik”, tahakküm “tutku” diye pazarlanıyor.
Aslında dizi bu kriminal tipi kötü biri olarak anlatsa, güç ve şiddetle haksız kazanç elde etmenin ne kadar yanlış olduğunu vurgulasa doğru bir yerde durmuş olurdu.
Ama dizi bu vurgudan sonra aynı reytingi alır mı?
Alamaz diyemiyorum.
Çünkü bu ülkede bundan 25 yıl evvel, doğru ve iyi mesajlar veren pozitif diziler pekâlâ yayınlanıyor ve izleniyordu da.
Şaşı Felek Çıkmazı, 7 Numara, Yeditepe İstanbul, Ferhunde Hanım ve Kızları, Süper Baba, Bizim Aile gibi diziler gayet düzgün insan hikâyeleri anlatıyorlardı.
İçlerinde şiddet yoktu, müstehcenlik yoktu, duygu sömürüsü yapan ağlak dramalar yoktu.
Hayat vardı. Yardımlaşma vardı. Alışıldık, günlük insanlık halleri vardı. Semtin çarşısı, pazarı, sokağı, esnafı, evi vardı.
“Hayat tarzı” olarak size uyar ya da uymaz, o başka bir konu; ama genel olarak bakıldığında izleyiciye kötü mesajlar empoze eden yapımlar değildi bunlar.
O dizilerde insanın içini ısıtan bir ses tonu vardı; bugünkülerdeyse sürekli bağıran, emir veren, tehdit eden kaba bir gürültü var.
Doğru, köprünün altından çok sular aktı, sosyoloji değişti, Türkiye kültürel bir dönüşüm yaşadı iki binlerde.
“Artık böyle diziler izlenmez” diye düşünmek mümkün.
Ama bugün de izleyici, çeşitli internet platformlarından bizimkilere hiç benzemeyen, daha steril, daha insan merkezli yabancı dizileri bulup izliyor. Ayrıca önüne hep aynı içerikler konulmaya devam ettiği sürece seyircinin gerçekte neyi sevip sevmediğini nasıl anlayacağız?
Bugün bariz biçimde boş ve zararlı içerikler hâkim dizilere. Vatandaşı, özellikle çocukları bu içeriklere karşı koruyacak filtreler çalışmıyor.
Haberlerde cinayetlerini ürpererek izlediğimiz, Müge Anlı’da suçüstü yakalanan o patolojik tipler; akşam ailece ekran başına geçilen zamanlarda dizi kahramanı olarak sunuluyor izleyiciye.
Bazı izleyiciler bu dizilerdeki ilişkilere bakarak kendi ideal ilişki ölçülerini oluşturuyorlar.
Öyle bir “adam”, öyle bir “kadın”, öyle bir “ilişki” arıyorlar.
Yetişkinler bir kenara, çocukların bu tiplerin yaptıklarının kötü olduğunu algılayamamaları işin en kötü yanı. Çünkü bu kişiler dizilerde yüceltiliyorlar. Dolayısıyla “doğrunun” bu karakterlerin davranışları olduğunu düşünüyorlar. O davranışları sergileyerek kendilerinin de bir gün saygın, güçlü, sözü dinlenir biri olabileceklerine inanıyorlar.
Diziler “gücün” tanımını böyle yapınca, ortaya başkalarının haklarına, duygularına, şahsiyetine saygı duymayan tipler çıkıyor.
Albert Bandura’nın yıllar önce ortaya koyduğu ‘model alma’ teorisi bugün ekranla ilişkimizi doğruluyor; çocuklar gördüklerini doğru veya yanlış olarak değil, güçlü veya zayıf olarak kodluyorlar.
Ve haliyle, güçlünün yöntemlerini benimsemenin hayatta daha çok kazandıran bir yol olacağını düşünüyorlar.
Şiddet olmayan dizilerde de, ki buna TRT dizileri de dâhil, yoğun bir duygu sömürüsü görülüyor. İki saat boyunca bitmeyen ağlama seansları yaşanıyor. Karakterler felaketten felakete koşuyor, ağlamaktan bitap düşüyorlar.
Şiddet, cinsellik ve duygusal sömürü…
Hep aşırı uçlarda dolaşan duygular…
Bence bu kombinasyon, obeziteyle yarışacak kadar büyük bir tehdit toplum için.
RTÜK’ün ‘ne şiş yansın ne kebap’ tavrını yıllarca eleştirdiğimiz ama iyi yönde hiç bir sonuç alamadığımız için onlarla ilgili lafı uzatmıyorum. (Çünkü RTÜK siyaset söz konusu olmadığı sürece toplumun bu tür dertlerini yeterince ciddiye almıyor.)
Ama izleyiciyi anlayamıyorum. Zaten hayatlarımız yeterince zorken, bir de üzerine her akşam iki-üç saat duygusal sömürü yapan, karakterleri zırıl zırıl ağlayan, insanların birbirine en korkunç tuzakları kurduğu bu dizilere katlanmayı nasıl kaldırıyorlar?
Kendi duygusal dünyalarına hiç mi değer vermiyorlar?
Kendi duygularını hiç mi önemsemiyorlar?
Bu istismar dolu işleri izlemek yerine kendi hayatlarını güzelleştirmek için neden uğraşmıyorlar?
İzleyici kendine, “Neden bu kadar hastalıklı bir duygu seline ihtiyaç duyuyorum?” diye sormalı bence.
Önce izleyicinin bu berbat içeriklerle ilgili tutumunu değiştirmesi gerekiyor. Geri kalan her şey bu bilinci takip edecektir.
Yazar: Ali Osman Aydın |
Okunma sayısı:
750 |
||
| E mail: yeniakit.com | Tweet | ||
| |
|||