ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : TÂRİH / DÜNDEN BUGÜNE
Okunma Sayısı: 11180
Yazar: Fatma Aydın Ataş
TÜRKİYE'NİN İLK TESETTÜRLÜ DOKTORU HÜMEYRA ÖKTEN-1

Tarihin en önemli kaynaklardan biri yaşayanların tanıklıklarıdır. Dünya Bülteni'nde her ay hayatta olan tarihin tanıklarının anlattıklarını yayınlayacağız. Arkadaşımız Fatma Aydın, Hümeyra Ökten Hanımefendi'nin Tek Parti ve Menderes dönemindeki tanıklıklarını bizimle buluşturuyor.

Hümeyra Ökten anlatıyor:

1925'te Fatih Atikali'de iki katlı bir konakta dünyaya geldim. Çocukluğumu düşündüğümde aklıma Heybeliada'da ve Fatih'te Arkadaşlarımla oynadığım oyunlar gelir. Fatih Atikali Lüleci Yekta Sokak'taki evimizin bahçesinden komşumuzun bahçesine açılan kapıyı da hiç unutmam...  Sokağa çıkmadan bahçeden bahçeye geçer, komşumuzun kızıyla oyunlar oynardık.

ANNEM FEDAKÂR BİR KADINDI

 Annem bize büyük bir özen gösterirdi. Kardeşimle benim karyolalarımızı süsler,  ilkbahar ve sonbaharda, mevsime göre bize bir örnek elbiseler diktirirdi. Annem dışarı çıkmazdı. Günlük alışverişimizi, babamın vekilharç tuttuğu bekçi efendi yapardı. Annemle yılda üç dört defa Kapalıçarşı'ya gider, elbiselik kumaş, ayakkabı gibi ihtiyaçlarımızı alırdık. Kapalıçarşı'da da öyle her mağazaya girilmez, belli mağazalara gidilirdi. Mesela Dağıstanlı Mehmet Efendi'nin mağazasına gidilir, annem ve anneannem oturur, tezgâhtarlar kumaş çıkartır, annemler seçerlerdi. Kapalıçarşı'daki alışveriş bitince Çukurcuma'daki muhallebiciye gider, tavukgöğsü yerdik.  Annem halinden hiç şikâyet etmezdi. Evimizin misafiri çok olurdu. Onlara hizmet etmekten büyük bir mutluluk duyardı. Annem kandil gecelerinde bizi toplar, dini sohbetler yapardı. Evimize günlük gazete gelirdi. Annem onları okur, Türkiye'de ve dünyadaki havadisleri komşu kadınlara anlatırdı.

AİLENİN USLU, SINIFIN ÇALIŞKAN KIZI

Yaz aylarında Heybeliada'ya giderdik. İlkokula başlayacağım yıl, Heybeliada'dan İstanbul'a bir ay geç geldiğimiz için okullarda yer kalmamıştı. Hırka-i Şerif İlkokulunun bulunduğu yerde, Akşemsettin Mescidi vardı. Burayı iki sınıflı bir okul yapmışlardı. Babam başka bir okulda yer bulamadığı için beni Hırka-i Şerif İlkokuluna kaydetti. Böylece okula başladım. O zamanlar okulların adı yoktu, numaraları vardı. İlk iki sınıfı 52. üçüncü sınıfı 27. dört ve beşinci sınıfı Fatih Çarşamba'ya taşındığımız için 15. ilkokulda okudum.

NAMAZ KILAYIM, AİLEM BENİMLE İFTİHAR ETSİN

Ailemizde İslami bir yaşantı vardı. Babam mecburen dışarıda takım elbise giyer, şapka takardı. Eve gelince entarisini giyer, kuşağını bağlar, başına da takkesini koyardı. Ailede ve ahbaplar arasında namaz kılanlar methedilirdi. Ben de hep önde olan biriydim.  İçimden namaz kılayım, takdir edilen, iftihar duyulan biri olayım diye düşünürdüm. Annem bize sureleri öğretmişti.  Birçok sureyi ezbere biliyordum. Bu düşüncelerle,   ortaokul 3. sınıftayken namaz kılmaya başladım. Ailem daha sonra öğrendi namaz kıldığımı ve çok memnun oldular. O günden sonra namazımı hep kıldım, kılamadığım zamanlarda mutlaka eve gelir kaza ederdim. Ramazan ayında hatimli teravihleri hiç kaçırmazdım. Annem evden ayrılamadığı için komşu teyzeyle giderdik. Komşu teyzenin kızı bize; " Cami kuşları'' derdi. 

                        

ATATÜRK'ÜN SON YILLARI

Heybeliada da sayfiyedeyken, İsmet İnönü ile Atatürk'ün arası açılmıştı. Atatürk,  İnönü'yü görevden almış, yerine Celal Bayar'ı başbakanlığa getirmişti. İnönü de Heybeliada'da zorunlu ikamete tabi tutulmuştu. İnönü'nün adadan çıkması yasaktı. Atatürk ile İnönü'nün neden bozuştuğunu kimse bilmezdi. O yıllarda bu olay fısıltı şeklinde konuşulurdu. Öyle alenen konuşulmazdı.

 Atatürk'ün sağlık durumunun Kötüleştiğini ajansların verdiği haberlerden öğreniyorduk. Kasım ayında durumu iyice kötüleşmişti. Bir gün teneffüse çıktığımızda, Galata Kulesindeki bayrağın indirilmiş olduğunu gördük. O zaman Atatürk'ün öldüğünü anladık. Tabii herkes ağlamak veya ağlıyor gibi davranmak zorundaydı... Ertesi okula geldik, dersimiz coğrafya... Hepimiz ders masasının üzerine kolumuzu dayamış, elimizle yüzümüzü kapatmış,  ağlamaklı bir şekilde bekliyoruz...  Ağlamasak da ağlamaklı görünmek zorundayız. Ben de ağlama pozundayım. Bir arkadaşımız, durumun ciddiyetini kavrayamamış, normal bir şekilde masasında oturuyor. Hoca geldi Şermin'i öyle görünce sinirlendi; "Şermin tahtaya kalk, dersi anlat''dedi. Şemin tahtaya kalktı ama o gün derse hazırlanmadığı için konuyu anlatamadı. Hoca da ona kırık not verdi. Şermin o olaydan sonra hep: " Ata'nın bana zararı oldu" derdi.

Atatürk'ün Cenaze namazının kılındığından hiç bahsedilmedi. Naaşı bir katafalka kondu. Bir hafta boyunca, okullardan öğrenciler ve insanlar taburlar halinde onu ziyaret ettiler. Biz gazetelerden ziyaret edenlerin fotoğraflarını görürdük.  Bir hafta sonra cenaze katafalktan alınıp, etnografya müzesine defnedildi. O yıllarda, Atatürk'ün cenaze namazı kılınmadı diye bir şey söylemeye kimse cesaret edemezdi. Birisi böyle bir şey söylese: " Onu ancak köylüler söyler" diye onunla alay edilirdi. O yıllarda, namazı köylüler,  cahil ve medeniyetsiz insanlar kılar diye bir propaganda vardı.

Bizim ailemizden kimse Atatürk'ün cenazesini ziyarete gitmedi ama okulda hepimize şiir yazdırmışlardı. Ben de şiir yazdım. İki satırını hatırlayabiliyorum ancak. O iki satır da babamın hoşuna gitmişti öylelikle aklımda kalmış:

İkinci Teşrin'in karanlık bir sabahında
Onun ölüm haberini duyunca bir anda

SOSYAL HAYATTA DİNİ ÖĞELERE YER YOKTU

Hatırlıyorum 7'nci sınıftayken sınıfımızda iki üç tane sınıfı geçememiş büyük kız vardı. Biz usulca aramızda; "Nezahat bir çocukla konuşuyormuş" der gülerdik. O zamanlar erkek çocuklarla konuşmak bütün kızlar için çok ayıptı. Dindar, dindar oylamayan ayrımı yoktu. Zaten sosyal hayatta dini öğelere yer verilmezdi. Öğretmenlerimizin dindar olup olmadıkların anlayamazdık. Öyle namazdan dinden konuşan olmazdı. Okullarda din dersi de yoktu. Din dersinin sözü bile olmazdı, olamazdı.

MODERN OLMAK İÇİN DİNDEN UZAK OLACAKSIN

  O yıllarda modern gözükmek için dinden uzak olacaksın diye bir tavır vardı. Camiye gidip namaz kılanlar çok azdı. Camiye Ramazan ayında gidilir, Ramazan'da herkes sofu olurdu. Onun haricinde camiye giden çok azdı. 1925 ile 30 arasında camiye gitmek, yaşlılara has bir durumdu. Gençler camiye gitmezdi. Hiç unutmam bir hastam anlatmıştı. 1930'lu yıllarda, Kızılcahamam'da nahiye müdürüymüş. Cuma günü caminin olduğu sokaktan geçemezmiş.  O sokaktan geçerse "Camiye gitti" diye yaftalanmaktan korkarmış. Bu yüzden caminin olduğu sokaktan geçmez, işine arka sokaklardan dolaşarak gidermiş. Namaz kılmak o kadar aşağılanıyordu ki, namaza hakaret edilmesin diye, yıllarca namazlarımı gizli kıldım. Hiçbir arkadaşıma namaz kıldığımı söyleyemedim. O gücü kendimde bulamadım.

1929'da liselerden Arapça ve Farsça dersleri kaldırıldı. Arapça ve Farsça öğretmenleri bir anda işsiz kaldı. Bu onlarda büyük bir sükût-ü hayal yarattı. Cemiyet içindeki itibarlarını kaybettiler. Bir anda cahil insanlar konumuna getirildiler. Çocukları veya torunları mektepte onların aleyhine propaganda görüyordu. Babası veya dedesi için yobaz/softa deniyordu. Bütün bunlara rağmen İstanbullu aileler çocuklarını okullara gönderdiler. Çünkü çocuklarına evde dini eğitim veriyorlardı. O yüzden de kendilerinden çok emindiler. Babam Darüşşafaka Lisesi'nde işsiz kalan birkaç öğretmeni Fahrettin Efendi'nin tekkesine derviş yaptı. Tekkeler kapatılınca, onlara devlet tarafından ödenen para da kesildi. Babam ve arkadaşları aralarında para toplar, tekkede ki dervişlerin geçimini sağlarlardı.

DİNDAR HOCALAR, SOFTALAR; MEMLEKETİ GERİ BIRAKTILAR

Çarşamba'da oturduğumuz eve yakın olduğu için Cumhuriyet Lisesi'ne kaydoldum. 6 ve 7. sınıfı orada okudum. Babam Kabataş Lisesi'nde hocaydı, Çarşamba oraya uzak oluyor diye Beyazıt Soğanağa'ya taşındık. Cumhuriyet Lisesi bana uzak olduğu için, İstanbul Kız Lisesi'ne devam ettim. İlk İftihar belgemi dokuzuncu sınıfta almıştım. Sınıfta sadece ben iftihar belgesi almıştım. Beni sahneye çıkardılar, belgemi verdiler.  Sahneye çıktığım için çok utanmıştım.  Çünkü göz önünde olmayı sevmezdim. İstanbul Kız Lisesi'nden iftihar belgesiyle mezun oldum. Bu belgeyi almak öyle kolay değildi. Sınav soruları Ankara'dan gelirdi. Sonuçlar, Ankara'da değerlendirilir, iftihar belgeleri okullara gönderilirdi. Benim muzun olduğum dönemde, Necmettin Erbakan ve Erdal İnönü de iftihar belgesi alanlar arasındaydı.

HER EVE BİR DOKTOR LAZIM

Babam sıhhatimize çok önem verirdi. Erkek kardeşim 1 yaşında vefat ettiği için, eve sık sık doktor çağırıp bizi muayene ettirdi. Şikâyetimiz varsa ilaç yazar, şikâyetimiz olmazsa da kontrol edip giderdi. O zaman para çok kıymetliydi. Babam bir muayeneye 2 lira öderdi. O yıllarda, liseden iftihar belgesiyle mezun olanlar, sınava girmeden istediği bölüme kayıt yaptırabiliyordu. Babam da benim doktor olmamı çok istiyordu. Çevreden ahbaplar; "doktor olmasın, dert sahibi olur" sözlerine kulak asmadı. Babamın onayıyla Çapa Tıp Fakültesi'ne kayıt yaptırdım.

FAKÜLTENİN BAHÇESİNE GİDENE KADAR BAŞIMI ÖRTER, DAR VE KISA KOLLU ELBİSELER GİYMEZDİM

Fakülteye giderken, havalar iyice ısınana kadar, kapüşon modasından da faydalanarak, başımı örterdim. 1940'lı yıllarda kapüşon modası çıkmıştı. Üstündeki sivri yeri içeri sokunca iyice başörtüye benzerdi. Havalar ısınınca arkadaşlarım beni rahat bırakmaz, başörtümü sağa sola çekiştirip dururlardı. Ben de başımı açmak mecburiyetinde kalırdım. Fakültede başım açıktı ama hep kalın çorap giyerdim. Elbiselerimin kolları uzun, boğazları beni boğacak kadar kapalıydı. Yazın sıcak havalarda bile kısa kollu elbise giymezdim. Tıbbiyedeyken hiç kimseyle dini münakaşaya girmezdim, giremezdim... Hastaneye köylü kadınlar geldiği zaman hocalarımız onların kıyafetleriyle dalga geçer; " Müslümanlar böyle işte, temizliği bilemezler, cahil, medeniyete ayak uyduramayan, ortaçağ zihniyetinde insanlar" derlerdi. Benim gibi düşünen arkadaşım yoktu. Yirmi kişiye karşı bir kişiydim. Yirmi kişiyi mağlup edip, galip gelemeyeceğime göre en iyisi susmaktı. Böylece dinime hakaret edilmesini önlüyor, imanımı muhafaza etmeye çalışıyordum.  

KIZ LİSESİNDEN GELDİĞİM İÇİN ERKEKLİ ORTAMA ALIŞKIN DEĞİLDİM.

Tıbbiye birinci sınıftaydım.  Zeynep Kamil Konağı'nda, birinci sınıfa giden doktorlar ve diş hekimliği öğrencileriyle aynı sınıfta ders görürdük. Amfide altı yüz kişi vardı. Kız öğrenciler iki yüz civarındaydı. Çoğunluk İstanbulluydu ama Adana, Muğla gibi başka illerden gelen kız öğrenciler de vardı.  Amfiye yanlardan iki kapı açılır, ortada ise hocanın kürsüsü bulunurdu. Kız lisesinden geldiğim için erkekli bir ortama alışkın değildim. Kız öğrenciler derse 15, 20 dakika kala gelirler, topuklu ayakkabılarıyla tıkır tıkır sesler çıkartarak geçer, sıralara otururlardı. Erkek öğrenciler de, bu kızları alkışlar, ıslık çalarlardı. Ben topuklu ayakkabı giymezdim ama yine de böyle bir olayı yaşamamak için arkadaşlarımdan, bana kapının yanında yer tutmalarını rica ederdim.  Ben de güzel not tutardım.  Onlara notlarımı verirdim. Böylece birbirimizi idare ederdik.

HOCALARIMIN GÖZÜNDE İYİ BİR TALEBE OLDUĞUMU, MEZUN OLDUKTAN SONRA ANLADIM

Tıbbiye'de hocaların yanına fazla gitmezdim. Herkes hocalara sokulur, paltosunu, çantasını tutmaya çalışırdı. Ben çalışkan öğrenciydim, böyle şeylere gerek duymazdım. O yüzden de hocalarımın benim hakkımdaki kanaatlerini bilmezdim. Daha sonraki yıllarda kendi muayenehanesinden bana hasta gönderen hocalarım oldu. O zaman onların üzerinde iyi bir tesir bıraktığımı anladım. 1949'da tıbbiyeden mezun oldum. Mezun olunca asistanlık için başvurdum. Birçok arkadaşım kadın doğum alanında uzmanlığı başladı. Bense kadınların sadece o tür hastalıkları yok diye düşündüm ve dâhiliye uzmanlığını seçtim. Hastalarla aram çok iyiydi. Nöbetçi olduğum geceler, gelen hastaları yatak yok diye geri çevirmez, yeni yataklar ilave ederek kabul ederdim. Hocalarım benim o gece nöbetçi olduğumu artan yataklardan anlarlardı. Bir hastaya görevim olmadığı halde bir hizmet yapmıştım. O hastam bana; "Ayağın Kâbe'ye varsın" diye dua etmişti. Aradan çok geçmeden bu duası kabul oldu. Tıbbiyede okurken de, asistanlığım döneminde de namazlarımı gizli gizli kılardım. Kendimi saklamak için bu kadar çalışmama rağmen hastanede adımın "Dindar doktor" diye anıldığını sonradan öğrendim.

HÜMEYRA DİNDARDIR, O HACCA GÖNÜLLÜ OLARAK GİDER

Demokrat Parti iktidara gelmeden önce Hacca gitmek yasaktı. Demokrat Parti İktidara gelince ezan tekrar Arapça okunmaya başlamış, hac yasağı da kaldırılmıştı. 1952'de Kızılay ile hacca görevli olarak giden doktorlar yaşlı olduğu için sıcaktan etkilenip görev yapamamışlardı.  1953'te Kızılay, görevli olarak gidecek doktorların genç olmasına karar vermişti. Genç doktorlar da üniversitelerdeki asistanlardan seçilecekti. Fakat fakültede hiç kimse hacca gitmek için başvurmamış.  Baş asistanım Sermet Bey; " Hümeyra dindardır, o gider"demiş.

TİLKİYE SORMUŞLAR; "TAVUK KIZARTMASI YER MİSİN?" TİLKİ DE; "ZORLA GÜLDÜRMEYİN BENİ" DEMİŞ."

Haziran ayı, Müfide Hanım'ın imtihanındayız. Sermet Bey beni dışarı çağırdı.

"Kızılay Hacca doktor gönderecek, gider misin?" dedi.

Tilkiye sormuşlar; "Kızarmış tavuk yer misin?"

Tilki de; "Zorla güldürmeyin beni" demiş. İşte bu teklif tam da böyle bir şeydi benim için.

Tabii giderim, dedim.  Hâlbuki annemden,  hele de babamdan çekinen biriydim. O anda, onlar benim aklıma bile gelmedi. O kadar coşmuşum ki...

Hemen beni listenin başına yazdılar. Beni listede gören doktor arkadaşlara da cesaret gelmiş. On dört kişi hacca gitmek için müracaat etmişti. Hacca sekiz doktor gideceği için, hocalarımız; "Kura çekilecek" dedi. Bizi klinikte topladılar. Müfide Hanım; "Hümeyra gönüllü oldu, o yüzden onu kuradan çıkartalım" dedi. Böylece hacca gideceğim kesinleşti. Numan Kurtulmuş'un babası Niyazi Bey de  kurayı kazananlar arasındaydı. Kafiledeki bayan doktor sadece bendim. Eve geldim, annemle babama söyledim. Ama onlar, beni öylesine dinliyorlar, böyle bir şeyin olabileceğine ihtimal vermiyorlardı.

YETİŞMİŞ KIZIMI ORALARA GÖNDEREMEM

Günler geçti. Bir gün dediler ki, doktorlarla hac hakkında konuşulacak. Eminönü'nde Sağlık merkezi vardı, oraya gittik. Kafile başkanımız Ticaret Bakanı Enver Güreli idi. Bir konuşma yaptı, konuşmadan sonra erkek doktorların giyecekleri kıyafeti söyledi. Ama benim ne giyeceğim konusunda bir şey söylemedi. Ben de orada, ona ne giyeceğim diye soramadım. Ya başın açık olacak derse diye... Ona neden başımı örtemiyorum, diyemezdim. O yüzden sustum. Konuşma bitti, dışarı çıktım ve Enver Beyi beklemeye başladım. Enver Bey dışarı çıkınca yanına yaklaştım ve sordum; " Efendim benim kıyafetim hakkında ne düşünüyorsunuz?"

"Siz serbestsiniz" dedi. Ne kadar rahatlamıştım.

Eve gittim. Aylardan ramazandı. Akşam sofrada yemek yiyoruz. " Bugün bizi sağlık müdürlüğüne çağırdılar, her şey konuşuldu, filan tarihte gidilecek."dedim.

Babam; " Bu iş ciddiye bindi. Yetişmiş evladımı oraya gönderemem." dedi.

Yüzümü kapattım; "Ramazan'da o kadar dualar etmiştim" diyerek ağlamaya başladım.

O zaman babacığım; " Kızım Allah ile senin arana giremem." dedi.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Fatma Aydın Ataş
09-04-11
E mail: dünyabülteni.net
 
 
Yorumlar: 1
şükrankaşlı
teşekkür
Tarih : 11-04-11

Çok etkileyici bir röportaj. Kişi bazı gerçekleri yaşayan insanlardan samimiyetlerine inanarak duyup okuduğu zaman etkileniyor ve şaşırıyor. Allah sayın Öktene hayırlı uzun ömürler versin. hazırlayanların da ellerine sağlık başarılar

 
TÜRKİYE'NİN İLK TESETTÜRLÜ DOKTORU HÜMEYRA ÖKTEN-1
Online Kişi: 17
Bu Gün: 54 || Bu Ay: 9.716 || Toplam Ziyaretçi: 2.221.972 || Toplam Tıklanma: 52.171.681