ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / GEÇERKEN UĞRAYAN YAZARLAR
Okunma Sayısı: 4714
Yazar: Tunahan Sarı
TÜNEL

                Kar, müşfik bir anne gibi Dıranaz’ın yorgun saçlarını okşayıp duruyordu. Yol, bu beyaz senfoninin sarhoşluğuyla daha bir sarıldı dağa. Dağın kuytularında bir aç kurt başını havaya dikti, uzun uzun uludu. Kurtlu Han’ın üst katındaki cumbalı odadan belli belirsiz bir ışık sızıyor; insanın Allah’a en çok yaklaştığı bu dağ başında kulak kesilen tüm canlılar, Hacı İbrahim Efendi’nin lahuti sesiyle okuduğu kelamın sıcağında ısınıyorlardı.

                Yan odada, İbrahim Efendi’nin evlatlığı Yusuf, teneke sobanın içinde yeni yeni tutuşan odunların tavanda icra ettikleri titrek dansı seyre daldı. Pencereye düşen her kar tanesi, Yusuf’un gönlünde bir düşünce doğuruyor, sonra bu düşünceler zihninin uçurumlarına doğru yuvarlana yuvarlana büyüyüp çığ oluyorlardı.

                Düşündü Yusuf. Her gece, başını yastığa koyduğunda ne düşünüyorsa hepsini... Aynı sırayla ve aynı sabırla.

                Kendini düşündü önce. Kimi kimsesi yoktu dünya denen şu gam deryasında. Babası daha anne karnındayken terk etmişti onları. Gurbete, ekmek parası kazanmaya gitmişti. Gidiş o gidiş. Annesi de küçük yaşta öksüz bırakıverince Yusuf’u, köyün Muhtarı getirip Hacı Efendi’ye teslim etmişti.

                Sevmişti burayı Yusuf. Hem köydeki çocukların aşağılamalarından kurtulmuş, hem de yeni yeni insanlar tanımıştı bu handa. Kimler gelip geçmiyordu ki burdan. Sazlarını sırtlarına alıp Anadolu’yu karış karış gezen âşıklar, Allah’ı bilmek için yarattıklarını bilmek gerektiğine inanıp yola koyulan seyyahlar, uzun yol şoförleri, hapishane kaçkınları, avcılar, eşkıya peşine düşmüş jandarmalar… Hepsinin farklı birer hikâyesi vardı. Yusuf bayılırdı bu hikâyeleri dinlemeye. Akşam olup da ocağın etrafındaki minderlere dizilince hanın tüm sakinleri, başlarlardı anlatmaya. Böyle yerlerde kimsenin sırrı olmazdı. En ürkek yüreklilerin bile diline bir cesaret gelir, en suskunu bile bülbül kesilirdi. Türküler söylenir, meseller anlatılır, dertler orta yere dökülüp pay edilir, kader çizgileri bu ücra yerde kesişmiş âdemoğulları İbrahim Efendi’nin kırk inşirah üflenmiş çayını yudumlarken kısa bir süreliğine de olsa huzur denen o erişilmez dilberin koynunda bulurlardı kendilerini.

                Yolu bir şekilde bu handan geçen herkes, kendinden bir parça bırakırdı Yusuf’a giderken. Yusuf, bu parçaları benliğinin potasında erittikçe büyürdü. Dinlemek hoşuna giderdi. Gözlemek, bilmek, tanımak için yaratılmıştı sanki. Allah, onu bu dünyadaki herkesle hemhal olsun diye kimsesiz koymuştu belki de. Onun da yolunu bu hana düşürüvermişti. Hacı Efendi’nin söylediklerini yaparken, handaki gündelik işlerle uğraşırken, yolcuların hizmetini görürken kulağı hep onlarda olurdu Yusuf’un. Dikkat kesilir, hiçbir kelimeyi hatta harfi kaçırmamak için çabalardı. Soru sormayı yasaklamıştı Hacı Efendi. “Misafirlerimizi bunaltıyorsun.” demişti. Ama bazen, herkes istirahate çekilip de ocağın başında anlatmaya hevesli biri kalırsa Yusuf sessizce çökerdi yanı başına. Hacı Efendi karışmazdı böyle zamanlarda. Odasına çıkar, Kur'an tilavet ederdi. Böyle zamanlar, bulunmaz fırsatlardı Yusuf için. İstediği kadar soru sorabiliyor, merak ettiği her şeyi öğrenebiliyordu o yolcudan.

                Bir gün, Yusuf’un bu halini iyi bilen hanın gediklilerinden biri Yusuf’a hediye olarak birkaç kartpostal getirmişti. Kartpostallarda şehir manzaraları vardı. O manzaralara bakarak o şehirlerin hikâyelerini dinlemişti Yusuf ondan. Erzurum’u, İstanbul’u, Bursa’yı dinlemişti. O günden sonra yola düşmek üzere olanların ardından koşar, “Yolculuk nereye Şoför Emmi?” derdi. Aldığı cevap ne olursa olsun, isteği aynı olurdu hep: “Bana oranın kartpostalını getir bi daha gelirken tamam mı?”

                “Tamam.” derlerdi. Kimi unuturdu ama çoğu da getirirdi. Yusuf, odasında yalnız kaldığı zaman bu kartpostallara bakarak hayallere dalar, hikâyelerini dinlediği şehirleri can gözüyle de görebilmenin umuduyla dalardı uykuya.

                Hele yurtdışından getirilen kartpostallar… Onların sevinci daha başka olurdu. Sayıları az, Yusuf’taki tesirleri çoktu. Hacı Efendi’ye de gösterirdi onları. “Bak Hacı Emmi, Berlin burası.”

                Hacı Efendi başını okşardı Yusuf’un. “İnşallah bir gün kendin gider görürsün Yusuf’um. Hadi şimdi çay dağıt misafirlerimize." Onun için varsa yoksa misafirleriydi. Kimseden para almazdı İbrahim Efendi. Borcunu soranlara, “Yolun düşerse mezarımın başında bir Fatiha okursun, oğul.” derdi. Hatta bazen onun bu cömertliğini kötüye kullanmak isteyenler çıkar, günlerce haftalarca kalırlardı. Lakin kimseye “Git.” demezdi İbrahim Efendi. Yusuf diyecek olunca da uyarırdı. “Sakın ha Yusuf’um, onlar bizim misafirimiz. Gönüllerini hoş tutalım.”

                Yine bu özelliği yüzünden ortalıkta bir sürü rivayet dolaşır olmuştu. Değirmenin suyunun nereden geldiğini oldum olası merak eden insanlar İbrahim Efendi hakkında da dün kendi uydurduklarına bugün seve seve inanırlardı. Kimi gömü bulmuş derdi, kimi önceden harami olduğunu, tövbe edip buraya yerleştiğini ve milletten aldığını yine milletin hayrına kullanmaya karar verdiğini söylerdi. Kimilerine göre büyük bir mirasa konmuş, gördüğü bir rüya üzerine bu hanı yaptırmıştı. Kimilerine göre ise hazinesi sonsuz yaratan bu sevgili kuluna hazinesinin kapılarını ardına kadar açmış, “dilediğince sarf et.” demişti. İşin özü, İbrahim Efendi’nin de, böyle pervasızca dağıttığı servetinin de nerden geldiğini bilen yoktu.

                Hakkında anlatılanlar bu kadarla sınırlı da değildi. Mesela hiç hacca gitmediği halde herkesin ona ‘Hacı Efendi’ demesinin sebebi, bir yaz günü İbrahim Efendi’nin soğuk ayranını içmek nasip olmuş bir köylünün mukaddes topraklara gidip Hira mağarasına tırmanırken soluklanmak için oturduğu kayanın başında yine İbrahim Efendi’yi görüp orada da aynı ayrandan içtiğini döndüğünde yemin billâh anlatmasıydı. O günden sonra herkes ona ‘Hacı Efendi’, hana da ‘Kutlu Han’ demeye başlamışlardı. Ama bir sene, kış çok olup da kurtlar yiyecek bulmak için buralara kadar inince o adı da değiştirip ‘Kurtlu Han’ yaptılar.

                Yine anlatılanlara göre, Hızır Aleyhisselam da Kurtlu Han’a yolu düşenler arasındaydı. Şöyle ki, bir sabah, namazını kıldıktan sonra her gün yaptığı gibi köye taze süt almaya giden Hacı Efendi, döndüğünde hanın önündeki kütükte oturan tuhaf kılıklı yaşlı bir adam görmüş, saçı sakalına karışmış bu adamı içeri buyur edip bir güzel karnını doyurmuştu. Gel gör ki adamın gözü doymamış, Hacı Efendi’den süt istemiş, Hacı Efendi’nin bardağı doldurmasıyla adamın bardağın dibini bulması bir olmuştu. Neden sonra bakracın da dibi görünmüş, adam ‘Kesene Hızır uğrasın.’ deyip çıkmıştı. Ancak çıkarken bastonunu unutmuş, Hacı Efendi bastonu kaptığı gibi peşinden koşmuş ama adam göz açıp kapayıncaya kadar sır oluvermişti. Gerisin geri hana dönen Hacı Efendi bir de bakmıştı ki bakraç ağzına kadar süt dolu. Bütün bunlar olurken hanın bir köşesinde sessizce seyreden Karagöllü Bekir Dayı, köyüne varır varmaz hadiseyi bire bin katarak anlatmış, o günden sonra Hacı İbrahim’in ünü halk arasında yayıldıkça yayılmıştı.

                Yusuf, pek itibar etmezdi bu anlatılanlara. Bazen soracak olur, her seferinde Hacı Efendi ondan önce davranıp mevzuyu ustalıkla başka bir mecraya kaydırırdı. Zaten derdi başkaydı Yusuf’un. O, ne bu hanla ne de Hacı Efendi’nin kim olduğuyla çok fazla ilgilenmezdi. Severdi elbette İbrahim Efendi’yi. Yanına aldı alalı bir tek kötü söz söylememişti Yusuf’a. Bir kere kalbini kırmamıştı. Analık babalık yapmış, gerektiğinde hocalık yapmış, okuma yazma öğretmiş, dualar ezberletmiş, abdest alıp namaz kılmayı öğretmişti. Hakkını inkâr edemezdi. Lakin bu böyledir diye ölene kadar bu dağ başında da kalamazdı ya Yusuf. Onun içinde gün geçtikçe daha da yakıcı hale gelen bir ateş vardı ki kimseler anlayamazdı. Kaç defa çıkmıştı Hacı Efendi’nin karşısına.

“Emmi” demişti.” Bana izin ver. Gideyim buralardan.”

O ise her seferinde aynı kararlılıkla:

“Hele sabır Yusuf’um” demişti. “Hele sabır.”

Tüneli düşündü sonra Yusuf. Bir umut doldurdu odanın karanlığını, içi aydınlandı. Ormancılar konuşurken duymuştu. Dağı bir uçtan bir uca delmişler, bitirmişlerdi tüneli. “Artık arabalar Dıranaz’ın kahrını çekmeyecek, yakında açarlar orayı.” demişlerdi. “Belki” dedi Yusuf, “tünel açılırsa izin verir Hacı Emmi. Hem vermeyip napacak, turşumu mu kuracak bu dağ başında? Belki o da gider buralardan. Yol aşağı inince ne han kalır, ne yolcu.”

Sonra, haksızlık ettiğini düşündü Hacı Emmi’ye. Üzerinde bunca emeği vardı. Hiç yüreği sızlamadan nasıl bırakıp giderdi?

- “Uyu Yusuf,” dedi kendi kendine. “Hayır düşünmüyorsun madem ki, uyu.”

Gözlerini yumdu. Elini yastığının altına uzatıp kartpostallarına dokundu. Çok geçmeden, derin bir uykuya daldı.

 *

Her gece aynı rüyayı görürdü Yusuf. Yaprakları kartpostal şeklinde olan kocaman bir ağacın dibinde oturuyor olurdu. Sonra, hafif bir rüzgâr okşardı yüzünü. Yüksek dallardan bir kartpostal düşerdi kucağına. Yusuf bakardı, bakardı. Orda öylece uykuya dalardı. Rüyasının içindeki rüyada Yusuf, daha önce hiç görmediği mekânları dolaşırdı. Kâh bir atın sırtında, kâh bir gemide azgın dalgaların ortasında, kâh bir sarayın gül kokulu bahçesinde bulurdu kendini.

O gece de ağacın dibinde uykuya dalmak üzereydi rüyasında. Birden, hiç tanımadığı adamlar çıktı ortaya. Bir anlam veremedi Yusuf, “bu benim rüyam değil” diyemedi. Adamlardan birinin elinde bir balta vardı. Baltayı ağacın gövdesine vurmaya başladı. Her darbede yüzlerce kartpostal düşüyordu yere. Yusuf bağırıyordu ama sesi çıkmıyordu. Ağaç yavaşça eğildi, adam durmak bilmiyordu. Bir daha, bir daha. Her darbe, Yusuf’un beynine iniyordu sanki.

-Tak, tak, tak!

Ağlıyordu Yusuf, ama gözpınarları kurumuş, yaş akıtmıyordu. Darbeler her geçen dakika şiddetini artırıyordu.

-Tak, tak, tak!

Kan ter içinde uyandı Yusuf. Hacı Emmi’yi karşısında gördü.

“Kapına vurdum vurdum uyanmadın oğul.“ dedi Hacı Efendi. “Hiç böyle yapmazdın.”

“Sorma Hacı Emmi, kâbus gördüm.“

“Hayırdır inşallah Yusuf’um. Hadi toparlan bakalım. Gün ışımak üzere. Namazını kıl da aşağı in. Misafirlerimiz var.”

Buz gibi suyla abdest aldı Yusuf. Kurulanırken hâlâ gördüğü rüyanın etkisindeydi. “Besmelesiz yattım herhalde.” dedi. Namazını kıldı. Alt kattan sesler geliyordu. “Sabahın bu saatinde kim ola ki?” diyerek indi merdivenleri. Ocağın başında takım elbiseli üç kişi bağdaş kurmuş ısınıyorlar, bir yandan da hararetli hararetli konuşuyorlardı. Yusuf, kır saçlı adamı tanıdı hemen. Kasabanın belediye reisiydi. Diğer ikisini çıkaramadı.

“Başvekil de gelebilirmiş.” diyordu bir tanesi.

Daha yaşlıca olan, tabakasından çıkardığı bir sigarayı yakarken büyük bir ciddiyetle konuşmaya başladı.

“Bence de gelmeli. Zira bu tünelin yapımında aslan payı onundur. Ondan önce kaç hükümet eline yüzüne bulaştırdı bu işi. Yıllardır az mı çekti şu yollardan bu yörenin halkı? Ben zaten vakti zamanında bu yolu bu dağdan geçirenin aklına şaşıyorum ya, neyse.”

“Haklısınız efendim.” diye söze karıştı belediye reisi. “Ayrıca tünelin kış iyice bastırmadan açılmasında da başvekilin sıkı takibi tesirli olmuş. ‘Ya yetiştirirsiniz ya da bedelini ödersiniz’ demiş ilgili firmanın sahibine.”

Yusuf gerisini dinlemek istemedi. Dün gece düşündüklerini hatırlayıp utandı kendinden. Demek tünel açılıyordu. Bu kadar çabuktu demek. Hacı Emmi’ye takıldı gözleri. O da duymuştu konuşulanları. Yüz ifadesinden ne düşündüğünü anlamak çok zordu. Üzülüyor muydu? Soramazdı Yusuf. Böyle durumlarda susmak ve beklemek daha doğru gelirdi ona.

Ocakta, kaynayan süt güğümünü alıp hazırladığı bardaklara doldurdu Hacı Efendi. Tepsiye dizdi bardakları, misafirlere ikram etti. Yusuf da şeker tuttu. Belediye Reisi:

“Eee Hacı Efendi.” dedi. “Artık sen de aşağıda bir motel yaparsın herhalde. Biz özleriz senin sütünü kaymağını.”

İstifini bozmadı Hacı Efendi. Adamın cevap bekleyen gözlerle baktığını görünce:

“Yükseklerin havasını soluyanlar, aşağıda darlanırlar beyim.” dedi.

Adamlar, bardaklarındaki sütü son damlasına kadar içtikten sonra ayaklandılar.

“Bize müsaade Hacı Efendi, saat onda açılış var. Ağır misafirler gelecek vilayetten, Ankara’dan. Hazırlık yapmamız lazım.”

“Uğurlar ola beyim” dedi. Göz ucuyla Yusuf’a misafirleri kapıya kadar geçirmesini işaret etti.

Karla kaplı yolda ağır ağır ilerleyen otomobil gözden kaybolup da içeri girdiğinde Hacı Efendi’yi ocağın başında otururken buldu Yusuf. Elinde kadife bir kese vardı. Yusuf’u yanına çağırdı, diğer elini omzuna koydu ve gözlerinin içine bakarak konuşmaya başladı:

“Yusuf’um” dedi. “Sen benim biricik yoldaşım, arkadaşım, evlâdımsın. Gören gözüm, işiten kulağımsın. Sana o kadar çok alıştım ki... Lakin artık senin kuyudan çıkma vaktin geldi. Al bu keseyi. Bunca yıllık emeğinin karşılığı buradadır. Ananın ak sütü gibi de helâldir. Var şimdi hazırlan. Dilediğin yere gitmekte serbestsin. Bu güne kadar seni alıkoyduğum için bana hakkını helâl et.”

Gözleri doldu Yusuf’un. Yutkunmaya çalıştı. Bir şeyler söylemek istiyor, kelimeler boğazında düğümleniyordu. Birden Hacı Emmi’ye sarılıp hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ağlamaktan yoruluncaya kadar ağladı. Hacı Emmi, her zamanki metanetiyle duruyordu karşısında.

“Ben seni bırakıp bi yere gitmem Hacı Emmi. Sen ne yaparsın bu dağ başında yapayalnız?”

“Olmaz oğul, gideceksin. Dıranaz’ın bütün karı eriyip senin yüreğine aksa yine de ondaki ateşi söndürmez, bilirim. Bundan sonra sana durmak yok. İçimden bir ses, senin artık aynı yerde ikinci kez gecelemeyeceğini söylüyor.”

Uzun söze gerek yoktu. Kalktı Yusuf. Üç beş parça eşyasını bir tahta valize doldurdu. Kesesini ve kartpostallarını koynuna soktu. Hacı Emmi’yle vedalaştı. Helâllik istedi. Hanın karşısındaki oluğa ağzını dayayıp son kez kana kana su içti. Köye indi. Doğduğu eve uğradı. Muhtar’a haber bıraktı. En son, anasının mezarı başında bir Yasin okudu. Karları eşeledi eliyle. Donmuş toprağa dokundu. "Hoşça kal garip anam." dedi. "Babam gibi, ben de gidiyom işte."

Gide gide tünelin ağzına vardı. Açılış çoktan yapılmış, merasime gelenler dağılmıştı. Bekledi. Geçen arabalara el etti. Biri durdu. Bindi Yusuf. Kasabaya doğru giderken, buğulu camdan göründüğü kadarıyla Dıranaz’a baktı. Dıranaz bakmadı Yusuf’a. O günden sonra çok yer gezdi Yusuf. Çok şeyler gördü. Ama bir daha hiçbir dağ başıyla göz göze gelmeyi göze alamadı.

*

Hacı Emmi’ye ne mi oldu? Bir süre daha yaşadı Kutlu Han’da. Aylar sonra bir gün, avcılar buldular onu. Hanın önündeki kütüğe oturmuş, çenesini dirseğine dayamış yola bakıyordu. Gözleri açıktı. Ama nefes almıyordu.

Köye götürmediler. Oraya geldi herkes. Suyu orada ısıtıldı, orada yıkanıp kefenlendi, namazı orada kılındı. Hanın yanı başına da defnedildi.

Yolu düşenler, artık eski heybeti kalmayan Dıranaz’ın tepesinde yıkık bir han, yanında da isimsiz bir mezar görürler. Vakti olup da çobanlarla üç beş kelam edenlere çobanlar, bazı sabahlar elinde dumanı tutan bir bakraçla Hacı Emmi’nin yol boylarında bir görünüp bir kaybolduğunu, bazı gecelerse mezarından yeşil bir ışığın göğe doğru uzandığını gördüklerini anlatırlar.

Ama çoğunun vakti yoktur.

Tünelin bir ucundan girerler.

Hızla çıkarlar diğer ucundan.

Yazar: Tunahan Sarı
18-04-11
E mail: tunahan-sari@hotmail.com
 
 
Yorumlar: 4
C.Yakup Şimşek
Büyük Tebrik Küçük Îkaz
Tarih : 23-04-11

Kelimeleri bilen, cümle inşâsı sağlam, hikâye tekniğine hâkim, üslûp sâhibi bir muharrir ve edibin satırlarını okuduk. Tunahan Bey’i tebrik ediyorum. Seçtiği dikkat çekici mevzû, yaptığı güçlü tasvirler ve sağlam tahkiyesiyle bizi kâh Fâruk Nâfiz’in hanına kâh Ömer Seyfeddîn’in “Diyet”indeki esrârengiz Ali Usta’nın demirci dükkânına götürdü. Daha methedilecek çok yönü var. Bu lezzetli hikâyeyi okurken şahsen benim damak tadıma kekre bir tat veren, yalnızca bir iki uydurma kelime oldu. Onları kullanmasaydı güzelim hikâye güzelliğinden hiçbir şey kaybetmezdi: tüm, süre, özellik, ilgi, anlam, etki, durum… Evet, bunların hepsi TDK imalatı olup her biri Türkçe sarayından güzelim birer çini sökülüp onların yerine yapıştırıldı. Biz ise orijinal çiniyi tekrar yerine yapıştırmakla vazifeliyiz. Hele senin gibi arkadaşlarımız… Sakın “bütün, müddet / zaman, husûsiyet, alâka, mânâ, tesir, hâl / vaziyet” gibi kelimelerin eskidiğini ve anlaşılmadığını düşünmeyesin. Gerçi “inşirah” lı yazıların sâhibi böyle demez ama ben yine de uyarmış olayım. Bu hassâsiyeti bundan sonra okumayı ümîd ettiğimiz hikâye ve şiirlerinde görmek istiyoruz. Tabii ki daha evvel yazmış olduklarını da bu bakımdan yeniden ele almanı… Nice “inşirah” lara…

 
İbrahim Hoca
Dağ
Tarih : 20-04-11

Aziz kardeşim, tünelin bir ucundan girenler olarak Hz.Allah dağlara olan sevgimizi, dağ gibi Hacı İbrahimleri ve sizin gibi maneviyat kokulu güzel hikayeler yazabilen kardeşlerimizi eksik etmesin inşaallah. Bu hikaye ağlamadan okunmaz, hele dağlara aşina bir yörük çocuğu iseniz...

 
OSMAN ALİHAN
TEBRİK VE TEŞVİK
Tarih : 19-04-11

MUHTEREM YAZAR KARDEŞİM, Hikayenizi büyük bir keyifle ve hislenerek okudum. Necip Türk milletinin özündeki güzellikleri gün ışığına üsta bir hikayeci üslûbü ifade etmeniz takdire şayan bir hizmet. Lütfen yazmaya devam ediniz. müthiş bir yazarlık kâbiliyetinin prıltıları cümlelerinize aksetmiş. Teşekkürler.

 
Ahmet ÇELEN
HOŞ GELDİNİZ!
Tarih : 18-04-11

Tunahan kardeş, hoş geldiniz. "Geç olsun da güç olmasın." derler. Bir hayli geciktiniz, inşaallah devamı kolaylıkla gelir. Hikayenizi tuttum. Sonundaki, Ama çoğunun vakti yoktur. Tünelin bir ucundan girerler. Hızla çıkarlar diğer ucundan. sözleri bol tedaili. Günümüz insanının tefekküre vakit ayıramaması ne güzel ifade edilmiş. Tabii "Bir ucundan girip öbür ucundan çıkmak" da zengin tedailerle dolu. Anlayan anlasın diyelim. Selamlar Karadeniz'e...

 
TÜNEL
Online Kişi: 19
Bu Gün: 192 || Bu Ay: 10.088 || Toplam Ziyaretçi: 2.222.936 || Toplam Tıklanma: 52.184.750