ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / TEFEKKÜR
Okunma Sayısı: 1985
Yazar: Yusuf Kaplan
EVET DİLİMİZİ KAYBETTİK; AMA ANNELERİMİZ VAR!

'Anne'lerimizi 'yitirirsek', şiir biter, dünyamız göçer (2)
...

HER ŞEY GÖÇTÜ AMA ANNELERİMİZ HÂLÂ 'AYAKTA'!

Hep düşünür dururdum kendi kendime: Bu toplumun yediği darbeyi, hiçbir toplum yemedi: Dil'ini yitirdi; cümle kurma melekelerini, konuşma yetilerini kaybetti: Dilini yitirdiği için, tuhaf bir dil konuşuyor: Esparanto'yu, 'tarzanca'yı andıran yamru yumru kurmaca, uydurmaca bir dil.

Devran döndü, bu ülkenin kaderine çeki düzen verecek bir noktaya geldik. Toplum hızla dindarlaştı ama 'hikâye' sadece dini darlaştırmakla sonuçlandı; sulandırmakla, bulandırmakla ve aşındırmakla. Ruhsuzlaştırmakla yani.

Medrese gitti. Tekke gitti. Mimari gitti. Şehirlerimiz, rahmetli Turgut Cansever'in yüreği yanarak haykırdığı gibi, 'dünyanın en güzel, en şirin, sadelikle derûnîliğin terkibi, en şiir şehirleri' hayat dünyamızdan çekilip gitti; izleri bile silindi. Böyle bir vurgunu, bizden başka kimse yemedi!

Bizi ayakta tutan bütün dayanak noktalarımız, temellerimiz yerle bir oldu.

Ama Anadolu kıtası, kültürel / irfânî derinliğinin ifadesi o derûnî sükûnetini koruyarak ve tarihî derinliğinin ifadesi o kabına sığmazlığıyla donanarak bir at gibi kişneyip durdu: 'Akınlardan', ruh atılımlarından, düşünce atılımlarından, ilim-irfan atılımlarından neden bu kadar uzak kaldığını sordu: Alttan alta canlılığını, diriliğini, ölmediğini ve ölmeyeceğini ilan etti her fırsatta.

Peki bütün bu yozlaşmalara, kirlenmelere, savrulmalara rağmen bizi ayakta tutan, koruyan kaynak neydi?

'Annelerimiz'di, elbette ki.

Bizi besleyip büyüten, bize merhameti ve şefkati, özlemi ve özlemeyi, umudu ve kalbi, kalbin bütün zamanlarını ve hâllerini, kısacası dili, yani hâl diliyle, gönül diliyle, fedakârlık, cefakârlık ve vefakârlık diliyle konuşmayı, dilin ve diriliğin, kalbin ve ruhun bütün seslerini öğreten annelerimiz!

Kalbimizin yegâne hazineleri, 'şiirimiz'in, her dâim geleceğimiz demek olan, her dâim nasıl gelecek olabileceğimizi muştulayan 'şiirimiz'in, yani tertemiz bozulmamış fıtratın sesi, peygamberimizin rahmet nefesi çocuksu ruhumuzun umut vadeden pınarı, içten içe gürül gürül akan şelâleleri annelerimiz!

RÜYALARIMIZIN 'DİL'İ BOZULMUŞ, RENGİ SOLMUŞTU…

Dil'in, asıl kaynağıyla irtibatı koptuğu için, kendimizi bu sathî ve ruhsuzlaşmış, yozlaşmış ve pergelini şaşırmış dille değil, davranış biçimlerimizle, bakışlarımızla, ilgilerimizle, kalbimizden gelen sesimize kulak vererek ifade edebiliyoruz artık. Dilimizin yitip giden, dile gelemeyen, handiyse büsbütün kaybettiğimiz ifade gücünün eksikliğini, kalbimizin diliyle, SESiyle telâfi edebiliyoruz yine de.

Her şeye rağmen sormadan edemiyor insan: Rüyalarımızı hangi dille görüyoruz, diye?

Rüyalarımızı, ruhunu yitirmiş, mânâ iklimini kaybetmiş bir dille gördüğümüz için, heyecanlandırmıyor rüyalarımız bizi artık: Ufuk ve umut vaat etmiyor.

Dilimizi yitirdiğimiz için rüyalarımız kanatlandırmıyor bizi, bir şey söylemiyor bize, melekûtî âlemden bal devşirmiyor, hayatımızı zenginleştiren bir ruh üfleyemiyor, ne yazık ki! Öyle değil mi?

Rüyalarımızı zenginleştiren ve derinleştiren asıl ve asil dilimizi, vahyin insanı bütün sadeliği ve derûnîliği ile kavrayan, yakalayan, aşkınlaştıran, kemâl merdivenlerini adım adım tırmandıran çok katmanlı dilini, medeniyet dilini, hakikat dilimizi yitirdiğimiz için gökkubbemiz çöktü ama biz ne olduğunu bile anlayamadık.

Bütün iddialarımız bitti, bitirildi; yegâne varoluş nedenimiz dinimiz fena hâlde örselendi; rüyalarımızın dili yerle bir edildi. Biz, yine de sabrettik.

Rabbimizden umudu kesmedik hiçbir zaman: Çünkü annelerimiz yaşıyorlardı, kalpleriyle, yürek ülkesinin sesiyle nefes alıp veriyorlardı her ân: Teslim bayrağı çekmemişlerdi. Kalpleriyle, kalplerinde sarsılmaz bir şekilde yer eden derûnî ve sarıp sarmalayan inancın ve sevgi'nin diliyle, vicdanın ve ruhun sesiyle bize ruh üflemeye devam ediyorlardı: Rüyalarımız büsbütün yok olmamıştı o yüzden. Rüyalarımızın dili bozulmuş, rengi solmuştu sadece: Flûlaşmıştı rüyalarımız.

RUH VE MÂNÂ İKLİMİMİZİ ANNELERİMİZ BESLEYİP BÜYÜTÜYORLAR

Annelerimizin 'vahşî orman'ın ortasında aç kurtların saldırılarına karşı her şeylerini feda ederek korudukları bir şey vardı: Bu toprakların mayasını karan ruhu, o aziz ve asil ruhun can verdiği mayayı, kolektif hafızayı, her türlü zorluğa, zorbalığa ve saldırıya karşı alttan alta varlığını, diriliğini sürdürmesini bilen o derûnî, derinlerde kök salan ruh ve mânâ iklimini Annelerimiz besleyip büyüttüler hep içten içe.

Bıkmak, usanmak ve yılmak bilmez bir çileyle…

Rahmetle, şefkatle, sevgiyle bütün kem gözlerden özene bezene sakınarak, koruyarak, sarıp sarmalayarak…

İşte Anadolu kıtasının ruhu, canlı timsali bu Anne'yi keşfettim Maraş uçağında, bir kez daha, bütün saflığıyla. Bir tane değil, birkaç tanelerdi üstelik de.

Yaşadıklarımı anlatmayayım; mahremini korusun; yüreğimdeki mutena yerine konsun. Anlatarak ortalık malı hâline getirip de tüketmeyeyim.

ANNE'Yİ Mİ YİTİRDİ ÇAĞIMIZIN İNSANI, 'ŞİİR'İN KAYNAĞINI YANİ?

Neyi yitirdiğimizi hatırlayabiliyor muyuz? Öyle zannediyorum ki, hayır. Hayır; çünkü yitirdiğimiz şey, bizzat hatırlama'nın kendisi.

Modern insanın yegâne özelliğidir, unutmak. Unutan insandır modern insan. Tanrı'yı unutan. Hakikati unutan. Hayatı unutan. Ve nihayet kendi'ni unutan.

Unutan insanın, zamanla, unutmayı da unutması kaçınılmazdı. İşte çağımızın insanı, postmodern insan, unutmayı da unuttuğu için, neyi yitirdiğini de, bir şeyi yitirmenin ne anlama geldiğini de bilmiyor: O yüzden, gününü gün ediyor, ân'ı yaşamaya, ân'da kaybolmaya bakıyor: Her şeyi unutmak için kaçıyor hayattan da, kendinden de. Kaçarak yaşamanın yaşamak olmadığını da bilmiyor.

Gürültüye, ayartıya, kalabalıkların arasında kaybolmaya sığınıyor: Çağımızın insanı, aslında sığınılacak ıssız, güvenli bir liman, tutunulacak, sırtını yaslayabileceği bir dal arıyor olmasın sakın! Sessizliği, şiiri, aslında en derin sesi, şiirin ses veren, insanı derinden kavrayan ve tutup kendine getirecek ses'ini mi arıyor acaba?

Anne'yi mi yitirdi acaba çağımızın insanı? Sevgi'nin, ilgi'nin, irtibat'ın ve rahmetin yegâne kaynağı; ev'i, sığınağı ve liman'ı; hakikatin sesi şiirin menbaı Anne'yi… Rahmeti ve merhameti… Rahmetin ve merhametin yurdunu…

ANNESİZ DÜNYA, ŞİİRSİZDİR; RUHSUZ VE GELECEKSİZ…

Yegâne özelliği unutmayı da unutmak olan bir dünya'da şiir de unutulur. Şiirin unutulduğu yerde şuur da, bütün şiarlar da.

Oysa insan olma, yani haddini bilme, yani haddini / sınırları bilerek, önünde ne denli uçsuz bucaksız bir yol uzandığını idrak edebilme şuuru ve şiarı kazandırır insana şiir.

Şuur, bilinç değildir. Değildir; çünkü bilinç, kibrin ve dolayısıyla insanlar üzerinde egemenlik kurmanın kaynağıdır.

Şuur ise, zikrin, hatırlamanın, iç dünyanın derin deryasından devşirilen hakikat suyunun bütün insanlığa tattırılmasının.

O yüzden, şuur, insanın kalbine nakşedilmiş ilâhî bir mühürdür. O mühür, 'insandır bu, emaneti üstlenen insan' diyen bir şiar'ın pırlanta taşı, bu pırlanta taşı kıymetindeki emaneti ve mesuliyeti yüklenen insanı şiire durduran rahmetin kaynağı, rahmet kapılarının anahtarı hakikat nakışıdır: Annedir yani, Anne!

Şiirin bittiği dünya, şuursuz bir dünyadır. Merhametsizdir. Kirlenmiştir. 'Anne'sizdir: 'Çocuk'suz, ruhsuz ve geleceksizdir.

BABA ŞİAR, ANNE ŞUUR, ÇOCUKSA ŞİİRDİR

İzini sürdüğüm soru şu: Bizi, bütün bu yozlaşmalara, kirlenmelere, savrulmalara rağmen ayakta tutan, koruyan ne?

'Annelerimiz' elbette ki. Geçmişimizin ve geleceğimizin sesi 'Şiirimiz'in kaynağı, bestekârı annelerimiz.

Evet, şiirin bittiği dünya, şuursuz bir dünyadır. Şuursuzdur; çünkü şiarsızdır, şiarlarını da yitirmiştir.

Anne'sini yani.

Şiarı şiire durduran şuur demek olan Anne'sini.

Hayatımızın yegâne şiirinin kaynağı şairi.

Varlığımızın mayasını ve ruhunu karan, hayatımızın suyunu ve özsuyunu oluşturan, rahmet ve sevgi kaynağımızın gürül gürül akmasını sağlayan yegâne menbaı Anne'sini.

Çilenin, asaletin, inceliğin, zarafetin ve en çok da rahmetin ve sevginin âbidesini.

Sözün özü: Baba, şiar'dır; anne şuurdur; çocuksa şiir. Baba, mekke'nin sembolüdür; anne, medine'nin. Çocuksa, şuura dönüşen şiarın şiire durması; meyvesi; yani medeniyettir.

ŞİİR: SÖYLENEMEYENİN SESİ, NEFESİ VE NEŞVE'Sİ

Şiiri abartıyor muyum? Elbette ki, hayır. Şiirin hakikatin tecellî sürecindeki yerini, en iyi bir şair anlatabilirdi bize: Sûretâ şiir olan bir şair: Turan Koç.

Turan Koç, bu ülkede şiir yazmış ender şairlerden biri. Şair diye anılan çok.

Ama has şair, hakîkî şâir, sûreta şâir pek yok bu çorak ülkede. Ama Turan Koç var.

Turan Koç, Kayseri'deki o unutulmaz şiir gibi yaşadığımız yıllarda, Kur'ân'da bir yönüyle şairlerin yerilmesine ilişkin çok enfes bir yorum getirmişti: Kur'ân, bazı şairleri överken, bazı şairleri şiddetle yerer.

Turan Ağabey, bu durumu, Kur'ân'ın, muhatap alabileceği yegâne 'dil'in, idrak biçiminin ve varoluş düzleminin ancak şiir olabileceği gerçeğiyle izah etmişti, birkaç kez.

Biz, şiiri sözün zirvesi zannederiz. Ama yanılırız. Yanılırız; çünkü şiirde söz, şiirin kabuğudur aslında. Dışı. Lâfzı, esas itibariyle.

Oysa şiirin Mânâ'sı, özü, söz değil, ses'tir: İç ses. En derûnî ses. İnsanı ve hakikati derinden kavrayan Ses.

Sözün bittiği yer'dir şiirin varoluş ve yakalanış yeri: Hakikatin su katılmamış, bozulmamış, arı duru Sesi, Rahmet peygamberi Efendimiz'de ve Efendimiz'le tecellî eden en derûnî nefesi yani.

ŞİİR: KESBÎ OLAN'IN BİTTİĞİ, VEHBÎ OLAN'IN YEŞERDİĞİ 'YER'

Şiir, sözün bittiği yerde başlar. Sezgi, ilham, keşf, fetih, inziva, zikir, şükür, hâsılı söze dökülemeyen bütün duyuş, hissediş ve tabiî 'varoluş' 'biçim'leri ya da mertebeleri, ancak şiirle ulaşılan mertebelerdir.

Şiir, kesbî olan'ın -yani insan aklı, bilgisi ve iradesiyle elde edilen şeyin- bittiği, insanın -beşerî veya dünyevî olana ya da mülk âlemine ait perdeleri kaldırarak- vehbî veya ledünnî olana -ilâhî kaynağa yani melekût âlemine ve ötesine- ulaşabildiği, ihsan ve nimet, inayet ve lütuf, rahmet ve muhabbet kapılarının açılabildiği 'yer'de başlar.

İşte bu nedenledir ki, İslâm fıkhında, müctehid olmanın şartlarından biri, dil ile ilgili ilimlere vâkıf olmaksa, diğeri de -bildiğimiz zarûrî ilimlerin yanısıra- divan bilgisine, yani şiir bilgisi ve külliyatına sahip olmaktır.

BABA, CELÂL; ANNE, CEMÂL; ÇOCUKSA, KEMÂL'İN MAZHARGÂHI

Baba, Celâl sıfatının; Anne Cemâl sıfatının; çocuksa Kemâl sıfatının mazhargâhıdır.

Çocuğun Kemâl sıfatının mazhargâhı olması, som altının, gözkamaştırıcı pırlantanın, paha biçilmez incinin ve mercanın adı ve adresi, saflığın, su katılmamışlığın, arı duruluğun, bozulmamışlığın, fıtratın, dolayısıyla hakîkî kemâl'in menbaı yegâne rahmet ve muhabbet kaynağı peygamberî ruhun ve soluğun tecelligâhı çocuksu ruhun yalnızca çocuğa lutfedilmiş olması hasebiyledir.

Annenin meyvesi, çocuğu yani şiiri, bu nedenle, bize lûtfedilen peygamberî nefestir: Sarıp sarmalayan, umut ve ufuk sunan yegâne ses: Hakk'ın hakikatinin sesi.

O yüzden, annesiz bir dünya, nefessizdir; ölüdür. Annesiz hayat, ruhsuzdur ve ölmüştür. Rahmet çeşmeleri kurumuş ve Rahman'ın Rahmet elçisinin sesi ve nefesi durmuştur.

Nasıl peygamberler, Rabbimizin âlemlere ve biz insanlara gönderdiği rahmet elçileri ise, aynı şekilde, annelerimiz de, bize peygamberî sesi ve nefesi armağan eden, hakikatin şiarlarını derûnî, içselleştirilmiş, hâl hâline getirilmiş şuurlarıyla şiire durduran, geleceğimizi mayalayan merhamet ve sevgi çeşmeleridir.

YA BİR DE 'ÇEŞMELERİMİZ' KURURSA…

Bu çeşme kuruduğu zaman, hayat durur: Annelerimizin kıymetini bilelim. Rahmet peygamberinin merhamet çeşmeleri annelerimiz için, 'cennet, annelerin ayakları altındadır' derken, ne demek istediğini biraz daha derinden, iliklerimize kadar hissederek düşünelim, derim.

***

Bütün annelerimize selam olsun. Selâm sana anne! Çilenin, asaletin, vakarın, inceliğin, merhametin ve bitmeyen sevginin tek çeşmesi, yıkılmaz kalesi biricik anne/m, selam sana!

Selâmların en güzeli, en yücesi, sana ve bize rahmeti ve sevgiyi hatırlatan, rahmetin ve muhabbetin elçisi Efendimiz'in (sav) rahmetinin sesini yaşatan bütün annelerimize! Selâm hepinize!

Sözü özü: 'Anne'lerimizi 'yitirirsek', şiir biter, dünya da başımıza göçer. O yüzden annelerimizin kıymetini bilelim ve onları biraz da burada hissettirmeye çalıştığım gözle görelim, diyorum, vesselâm.

Not: Bu yazı, dünkü ve bugünkü yazıların, bütünlük oluşturması için birleştirilmiş ve geliştirilmiş hâlidir-YK.

Yazının tamamı için tıklayınız.

Yazar: Yusuf Kaplan
24-12-12
E mail: yenisafak.com.tr
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
EVET DİLİMİZİ KAYBETTİK; AMA ANNELERİMİZ VAR!
Online Kişi: 21
Bu Gün: 35 || Bu Ay: 35 || Toplam Ziyaretçi: 2.224.923 || Toplam Tıklanma: 52.206.584