ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / TEFEKKÜR
Okunma Sayısı: 2267
Yazar: Konuşan: Ahmet Davudoğlu
AHMET DAVUTOĞLU'NUN DİCLE ÜNİVERSİTESİ'NDE VERDİĞİ KONFERANS 1

Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Diyarbakır Dicle Üniversitesinde Verdiği “Büyük Restorasyon: Kadim’den Küreselleşmeye Yeni Siyaset Anlayışımız” Konulu Konferans, 15 Mart 2013, Diyarbakır

Değerli öğrencilerim,

Hem bu salondaki, hem de paralel salonlarda bizleri dinleyen çok sevgili öğrencilerim;

Ben her şeyden önce bu güzel bahar sabahında hepinizi saygıyla, muhabbetle selamlıyorum, Allah’ın selamı üzerinize olsun.

Bir borç ifa etmek üzere geldim. Yaklaşık 3 senedir Sayın Bakanımız, Valimiz, Sayın Rektörümüz hep Diyarbakır’a gelmemi, Diyarbakır’ın o derin uhrevi havasını teneffüs etmemi ve ayrıca da Dicle Üniversitesinde de öğrencilerle buluşmamı istediler, davet ettiler. Ama hepinizin de tahmin ettiği gibi dış politika yoğunluğu dolayısıyla bu borcumu ifade edememiştim. Bu borcu sizlere ifa ederken Diyarbakır’ın huzuruna gelmekten de büyük bir onur duyuyorum. Evet, bunu özellikle söylüyorum. Diyarbakır’ın huzuruna gelinir, çünkü Diyarbakır bizim için tarihin herhangi bir konjonktüründe ortaya çıkmış, bir tür insan göçleriyle meydana gelmiş herhangi bir şehir değildir. Bu sebeple benden bu konferansı vermem istendiğinde, belki birçoğunuzun beklediği gibi Ortadoğu’daki gelişmeler, uluslararası ilişkilerdeki son dönüşümler gibi bir başlık değil de “büyük restorasyon, kadimden küreselleşme yeni siyaset anlayışımız” başlığını seçtim.

Büyük restorasyon dedim, çünkü insanlık tarihinin en büyük dönüşümlerinin, en büyük krizlerinin yaşandığı yoğun bir medeniyet dönüşümünden geçiyoruz. Bütün insanlık yeni arayışlar içinde. Seneler önce, 1989 yılında Francis Fukuyama soğuk savaşın bitişini ilan eden Tarihin Sonu tezini yazdığında ben doktora tezimi yazmaktaydım ve mukabil bir makale kaleme almıştım. Ve tarihin sonunun hiçbir zaman gelmediğini, aslında tarihin bundan sonra çok daha hızlı bir şekilde akacağını, yoğun muhasebelerle insanlığın yeni arayışlar içine gireceğini ve tarihin hızının ivme kazanacağını iddia etmiştim. Ve hep bir ilim adamı olarak bu ivmeyi anlamaya çalışmak için teorik çalışmalar yapmak ümidiyle doktora, doktora sonrası doçentlik ve profesörlük çalışmalarını yürüttüm. Ama nasip, takdir sadece bir bilim adamı olarak değil bir devlet adamı olarak bu sürecin, bu ivmenin içinde bulunma sorumluluğunu omuzumuza yükledi. Allah bu yükü kaldırmayı nasip eylesin. Çünkü bu sadece mensubu olduğumuz ülke, aidiyet hissettiğimiz medeniyete karşı değil bütün insanlığa karşı bir borç. Büyük bir restorasyon ihtiyacı var insanlığın. Uluslararası düzen lime lime dökülüyor, krizlere refleks gösterme kabiliyetini kaybetmiş, teknolojideki gelişmeler insanlığın geleceğini sadece biyolojik geleceğini değil aynı zamanda psikolojik manevi geleceğini de önemli ölçüde etkileyebilecek büyük değişimler içinde. Felsefeye, düşünsel çalışmalara her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Yeni arayışlara yeni çözümler üretmek zorundayız.

İnsanlık ve uluslararası sistem genel bir restorasyondan geçerken bölgemiz ve özellikle son 2-3 yıl içinde Ortadoğu bölgesi büyük bir iç restorasyondan geçiyor, yeniden yapılanıyor. Geçenlerde verdiğim bir röportajda bunu 100 yıllık parantezin kapanması olarak nitelemiştim. Evet, 100 yıl içinde yaşanan sömürgecilik döneminden ve soğuk savaşlarla, suni çizilmiş sınırlarla, ayrıştırılmış ulus devlet tecrübelerinin üzerinden geçen acılı yıllardan sonra bütün bir bölge tekrar bir bütünlük, bir iç restorasyon arayışı içinde. Ve bu bölge bizim kadim medeniyetimizin doğduğu bölge.

İnsanlık büyük bir restorasyon ihtiyacı içinde. Bölgemiz büyük bir restorasyon ihtiyacı içinde. Ve bütün bu büyük restorasyonların merkezindeki ülkemiz de kendi içinde büyük bir restorasyon çabası içinde. Aslında yaşadığımız süreçleri bu anlamda yani yavaş yavaş değerleri, mimari özellikleri kaybolmaya başlayan köklü bir yapının tekrar bütün haşmetiyle, bütün derinliğiyle insanlık tarihine çıkmasını sağlayacak, yeni bir imar, yeni bir doğuş müjdesi olarak görmek gerekir.

Peki, bu restorasyonun kökeninde ne var, neye ihtiyacımız var? Arkadaşlar, her şeyden önce bu restorasyonun kökeninde aslında insanlığın kadim birikimini tekrar keşfetmeye ihtiyacımız var. Kaybettiğimiz değerleri tekrar bütün derinliğiyle idrak etme ihtiyacımız var. Mesele sadece uluslararası ilişkiler meselesi değildir, mesele sadece bir iç siyaset meselesi de değildir. Mesele, tümden ve bütün külli yönleriyle yeni bir zihniyet inşa etme meselesidir. Ve böyle bir zihniyetin ana unsurlarını paylaşma ihtiyacı söz konusu olduğunda, belki de bunun en doğru paylaşılacağı yer Diyarbakır’dır. Çünkü Diyarbakır bizim için kadim şehirdir, şehirlerin mürşididir. Onun için Dicle Üniversitesinde okuyan öğrencilerim çok şanslısınız. Öğretim üyeleri, aslında bir büyük üstadın dizinin dibinde, Diyarbakır gibi bütün kadim geleneği kendisinde temsil eden manevi bir üstadın dizinin dibinde bir ilim-irfan arayışı içindesiniz, çok şanslısınız. Keşke ben de o kadar şanslı olsam ve bir gün bütün bu sıfatlardan arınmış bir şekilde Dicle Üniversitesinde öğretim üyesi, ama Diyarbakır’ın manevi huzurunda sıradan bir öğrenci olabilsem.

Bizim bu büyük restorasyonumuzun her bir şehirde bir ifadesi var. Büyükelçiler Konferansı dolayısıyla bildiğiniz gibi birçok şehirde toplantılar yaptık. Değişik vesilelerle gittiğim şehirlerde hep o şehirlerin kendi hikayesinden, o şehirlerin kendi derinliğinden hareketle bu büyük zihniyet dönüşümünü ve bu yeni siyaset anlayışını arz etmeye çalıştım.

İlk Büyükelçiler Konferansını Mardin’de yaptığımızda ki ben Mardin’e aşığım aynen Diyarbakır gibi, -aramızda Mardinliler varsa onlara da selam ediyorum- Mardin’i medeniyetimizin biblo şehri, insanlığın biblo şehri olarak tanımlamıştım.

Daha sonra Erzurum’da toplantı yaptığımızda Anadolu yaylasının kale şehri demiştim, Konya’da kendi doğduğum şehre gittiğimde, medeniyetimizin merkez şehri, Anadolu’nun merkez şehri.

Tabii İstanbul, dersaadet. Napolyon’un ve birçok büyük devlet adamının söylediği gibi; Eğer bir gün bir dünya devleti, tek bir devlet doğmuş olsaydı, başşehri İstanbul olurdu denir.

Edirne’ye gittik, bir kapı şehir. Ecdadın Rumeli’ye açılan kapısı, sonra da Rumeli’den rücu edenlerin, dönenlerin Anadolu’ya giriş kapısı. Selimiye’yle estetik boyut kazanmış bir kapı.

Bu senenin başında İzmir’e gittiğimde ufuk şehir dedim, medeniyetimizi Akdeniz’e açan şehir.

Şimdi buraya gelirken Diyarbakır’ı nasıl tanımlayayım diye düşündüm, tek bir kavramda Diyarbakır’ı izah etmenin zorluğunu hissettim. Eğer tek bir kavramda izah edilseydi, konuşmama başlık olarak seçtiğim kadim kavramıyla izah ederdim. Ama başka tanımlamaları da var Diyarbakır’ın. Ve aslında Diyarbakır’ın özelliklerinden hareketle ben sizle siyasi tasavvurumuzu ve dünya tasavvurumuzu paylaşmak istiyorum. Niçin Diyarbakır kadim şehir? Ve biraz önce bir tabir kullandım, alkış esnasında fark edilmemiş olabilir, şehirlerin mürşidi dedim. Başka şehirlere ışık olan bir şehir. Bir makale yazmıştım seneler önce, medeniyetlerin eksen şehirleri diye. Ve şehirleri tasnif ettim, medeniyet kuran şehirler; Medine gibi, Atina gibi, Roma gibi. Medeniyet tarafından kurulan şehirler; Bağdat gibi, Buhara gibi. Ve bir de medeniyetlerin harmanlandığı şehirler, İstanbul gibi. Diyarbakır bu açıdan bakıldığında beni hep bir yönüyle Kudüs’e, bir yönüyle Şam’a döndürür yüzümü. Ve kadim, belki genç arkadaşlarımız kadim kavramı üzerinde daha fazla tefekküre ihtiyaç hissederler. Kadimin en basit ifadesiyle karşılığı şudur: Geriye doğru araştırdığınızda başlangıç noktasını bulamayacağınız kadar eskiye ve insanlığa ait olan değerler veya şehirler veya kültürler. Bu üç şehre ben gittiğimde, 1983’te Kudüs’e ve bir gece büyük bir hayranlıkla gözümü ayırmadan Zeytundağından Mescidi Aksa’ya baktığımda, sanki Mescidi Aksa ve Kudüs bütün o haşmetiyle şunu diyordu: Bütün insanlık bende birikti ve bende tekrar tarih şeklinde tecelli etti. Yine bir sabah namazı Emevi Camiinde –ki Allah Suriyeli kardeşlerimize yardım eylesin- kıldıktan sonra Kasiyun Tepesine çıkıp Şam’a doğru baktığınızda Habil ile Kabil’in ilk kan döktüğü Dımeşk denilen alan ve ilk insanlık söyleminin başladığı Şam’da şunu hissedersiniz: Her şey burada oldu, bütün tarih burada yaşandı. Diyarbakır’a geldiğimizde yine bu sabah olduğu gibi, her şehrin bir ziyaret adabı vardır, her şehirde önce selam ile başlanır ve selam edilecek makamlar ziyaret edilir. İstanbul’a ziyaret Ebu Eyyup El-Ensari ile başlar. Ve sonra şehrin huzuruna tevazu ile girilir. Benim için Diyarbakır’ın bu yöndeki anlamı da Hazreti Süleyman ile başlar. Ve şehre adapla, edeple, tevazu ile girilir ve şehrin her bir sokağında şehir size şunu söyler: İnsanlık ne yaşadıysa ben burada onları gördüm. Özellikle öğrenci kardeşlerime söylüyorum; yaşadığınız şehrin ruhuna nüfuz edemezseniz oradan ilim alamazsınız. Diyarbakır’ı anlayın, Diyarbakır’ı anlayan bizi anlar, Diyarbakır’ı anlayan medeniyetimizi anlar, Diyarbakır’ı anlayan çok iddialı gelebilir size ama bütün insanlığı anlar. Çünkü Afro-Avrasya ana kıtasında bir şekilde medeniyet kurmuş hiçbir insan topluluğu yok ki yolu bir şekilde Diyarbakır’a uğramamış olsun. Gezin dolaşın sokaklarını Diyarbakır’ın. Önce haritadan bakın.

İkinci bir isimle Diyarbakır’ı anlatmak iktiza eder benim için; beşik şehir. Güneydoğu Torosları kuzeyden, Karacadağ ve Mazıdağıyla öyle bir havza ki sanki insanlık tarihinde Eğil’deki o büyük nebilerle birlikte şunu der: Burada vahiy ile ahlak, ahlak ile siyaset, siyaset ile mimari öylesine harmanlandı ki burada o harmanı doğru anlayanlar daha sonra büyük düzenlere, büyük açılımlara, büyük öncülüklere zemin oldular. Diyarbakır bu anlamda medeniyetlerin harmanıdır. Diyarbakır bu anlamda kavimlerin harmanıdır. Ama hep Diyarbakır Diyarbakır’dır. Gelene hitap eder, geleni etkiler ve devam eder tarihin akışı. Ve Diyarbakır devletlerinin, siyasi entitelerin, Anadolu ekseninde, Mezopotamya ekseninde, Levant ekseninde siyasi düzen kuracak olan entitelerin bir anlamda olgunlaştığı bir havzadır.

Bakın geleneksel medeniyetlere, antik medeniyetlere, Akdeniz’den, eski Yunan’dan, Mezopotamya, Mısır, Kafkas ve bütün bu bölgelerdeki göçlere, hareketliliklere bakın, coğrafi olarak bir merkez, optimum bir merkez aramaya çalışın, o optimum merkez coğrafi olarak Diyarbakır çıkar. Hazar’la Akdeniz, Karadeniz’le Basra ve Akabe arasında optimum bir yerdedir. Onun için göçler, hareketler ta İskitlerden, Urartulardan, Perslerden, Medlerden bu yana insanların kaynaştığı ve her bir değeri içine bir havuza, bir heybeye atarcasına o değerlerin harmanlandığı büyük bir medeniyet birikimi burada şekillendi. Bunu anlamak çok önemli. Çünkü, bunu anladığımızda aslında bugün o büyük restorasyon için gerekli olan kadim değerleri de keşfetmemiz mümkün olur. İşte onun için hem insanlık birikimi bağlamında, hem de bizim medeniyetimizin oluşum seyri bağlamında, hem de bir nizami âlem olarak insanlığa adalet dağıtmak üzere kurduğumuz siyasal sistemlerin bütün temelinde o kadim değerlerin izleri var. Biz o değerleri tekrar tekrar anlamak, keşfetmek durumundayız. Onun için de Diyarbakır’ın talebesi olmak durumundayız.

Bakınız İstanbul’la farkını ortaya koyabilmek açısından, İstanbul’da nihayet üç imparatorluk dönemi deriz uzun egemenlikler dönemi vardır; Roma, Bizans, Osmanlı. Ancak Diyarbakır’da hâkim olan ve bir şekilde bu şehre etkisini gösteren devletlere, tarihi serüvenlere baktığınızda ve biraz önce saydığım o antik dönemlerden 639’da Hazreti Ömer zamanında ilk tevhit inancının Diyarbakır’a girmesiyle birlikte yeşeren o yeni medeniyet uyanışının arkasından gelen yönetimlere baktığınızda, Emeviler, Abbasiler, Mervaniler, Hamdaniler, Büveyhiler, Artuklular, Eyyubiler, Selçuklular, Akkoyunlular, Osmanlılar ve bugüne kadar gelen bütün o birikimin harmanlanmasıdır.

Bizim şehirlerimiz hiçbir zaman tek boyutlu, tek kültürlü, tek dilli olmadı. Biraz önce değerli kardeşlerim, hepsinin de gözlerinden öpüyorum, muhteşem, kısa, keşke daha uzun dinleyebilseydik verdikleri o güzel konserde; biraz daha dinleseydik muhtemelen başka dillerin güzellerini de hissedecektik. Aslında bize bir müjdeyi de verdiler, baharın gelişi, cemrenin havaya, suya, toprağa düşmesidir. Aslında biraz önce dinlediğimiz musikinin nameleri de bize Nevruz’un ön habercisi olarak, bir bahar müjdesi olarak Diyarbakır’a, bu güzel şehre nüfuz eden o güzeller dillerin tınısını kulaklarımıza işledi. Onlara teşekkür ediyorum.

Arzu ettiğimiz yeni restorasyonda bütün bu renkler olacak, hiçbir renk, hiçbir dil, hiçbir kültürel unsur dışlanmayacak. Nasıl uluslararası düzende dışlanmaya karşıysak, küçük görülmeye veya bir şekilde sistemin dışına itilmeye karşısıysak, kendi ülkemizde de hiçbir rengimizin soluklaşmasına, hiçbir unsurumuzun önemini kaybetmesine izin veremeyiz. Hepsi bütün haşmetiyle, bütün güzelliğiyle bizim değerlerimiz. Ama şunu da bilelim: Bu değerler bizim ruhumuzda akisler uyandırdığı zaman başka yerlerdeki yansımalardan da o değerleri koparmamamız lazım.

Ben 2001 yılında, ki o zaman çocuklarımla her yıl bir 5-10 gün Türkiye’nin bir bölgesini gezerdim, 2001 yılında o zaman böyle güvenlikler, protokoller de olmadığı için rahat ve özgürce seyahat edebiliyordum. Belki o özgürlüğü tekrar yaşarız Diyarbakır sokaklarında inşallah önümüzdeki yıllarda bu görevlerden arınıp bir akademisyen olarak gelirsem. Bütün bu bölgeyi adım adım gezdik, istedim ki o kadimin havasını teneffüs etsin çocuklarımız.

Sonra onları Balkanlara götürdüğümde zihinlerinde şunun canlanmasını istedim Mostar’ı gösterdiğimde: Malabadi Köprüsüyle Mostar Köprüsüne bakın, iki köprüyü zihninizde canlandırın, işte o zaman aslında bizim için biçilen sınırların çok ötesinde ortak değerleri paylaştığımızı hissedeceksiniz. Ve o zaman Ortadoğu’yla Balkanlar’ın, Kafkasya’yla Kuzey Afrika’nın bir ayrılık döneminden sonra tekrar hiç ayırılmayacak şekilde bütünleşmesinin zaruretini anlayacaksınız. O estetik, o zarafet ve doğayla, suyla bir köprünün böylesine güzel buluşması; işte bizim medeniyetimizin ürünü bu. Ve burada her bir dil, her bir renk kendi güzelliğini yaşar.

Bir hatıramı naklederek dillerin aramızdaki o engin şeyi nasıl temin ettiğini de ifade etmek isterim.

Geçen sene Ramazan Bayramı vesilesiyle Saraybosna’daydım. Akşam bayram şenlikleri yapıldı, orada benim de bir konuşma yapmam istendi, çok kalabalık, 10-15 bin kişilik bir topluluk bir yerde, bir stadyumda. Bir Boşnak kardeşim de tercüme ediyordu, benim eski bir öğrencim. Bir yer geldi ve şunu söyledim: Eğer insanlığın kurduğu bütün şehirler yıkılsa, geriye hiçbir şehir kalmasa, sadece Saraybosna kalsa ve Saraybosna’nın vicdanı kalsa, o vicdan üzerinden insanlık yeniden inşa edilirdi. Daha ben cümlemi bu şekilde bitirdiğimde, siz anladınız, alkışladınız, oradaki Boşnaklar tercümeyi beklemeden alkışladırlar. Boşnak öğrencim tercümeyi yaptıktan sonra döndü bana dedi ki, Hocam, Boşnakların Türkçeyi ne zaman öğrendiklerini ben de bilmiyorum. Dedim ki, eğer biz dilden kulağa konuşuyor olsaydık sana ve tercümeye ihtiyaç vardı, gönülden gönüle konuşanlar için tercümana ihtiyaç yoktur. Biz sınırlarımızın ötesinde kalanlarla da, hele hele sınırlarımızın içindeki canlarımızla hep önce gönülden gönüle konuştuk.

Dün gece gelirken, Sayın Bakanımız ile Diyarbakır üzerine konuşurken Diyarbakır’ın şeklini uçaktan kalbe benzettik. Ve biraz önce değerli sunucu kardeşimiz Diyarbakır’ı aşkla anlattı. Evet, Diyarbakır bir aşk şehridir, fiziki olarak kalp şehridir. Her şeyimizi kaybedebiliriz, her şeyi tekrar kazanırız, kaybettiğimiz her şeyi yeniden inşa ederiz, ama ne olur aşkımızı kaybetmeyelim, gönülden gönüle konuşmamızı kaybetmeyelim.

Bakın, Diyarbakır üzerine konuşmaya başlayınca durmak mümkün olmuyor,  ama bir-iki hususu daha zikredeceğim. Hazreti Süleyman Caminden bahsettim, ama ne olur Ulu Camiyi özellikle kardeşlerimi iyi anlasın. Ben Ulu Camide Mescidi Aksa’nın kokusunu hep hissettim. O kadim geleneğin belki de dünyadaki görünen cismani mekânlarından biri Ulu Camidir. Hem adı gibi uludur, ama girdiğiniz anda sizi cezbeden, girdiğiniz anda size sanki fizikle metafizik, tarihle, yaşanan zamanla zaman ötesi arasında bir yerde olduğunuzu hissettirir. Bunu Rabbim lütfedip Kabe’nin içine girdiğimde hissetmiştim, bir sabah namazında Mescidi Aksa’da hissetmiştim, Mescidi Nebevi’de, bir de Ulu Camide, Diyarbakır’ın ve Bursa’nın Ulu Caminde.

Ve dikkat ediniz, o tarihi serüven içinde Diyarbakır’a bir şekilde uğrayan herkes, Gıyaseddin Keyhüsrev’den 4’üncü Mehmet’e kadar, Melikşah’tan Nisanoğlu’na kadar herkes Ulu Camiye bir şekilde iz bırakmaya çalıştı. Sanki o iz ile o mimari ile, o dokunuş ile cennetteki karşılığını görürüm ümidi içinde bir fizikle metafiziğin bir âlemin içinde yaşadı. Bunu aynı hisle Bursa Ulu Camide de hissettim. Hangi güç şimdi Bursa’nın Ulu Camisiyle Diyarbakır’ın Ulu Camine mesafe koyabilir, ayırabilir, bölebilir, gönülleri koparabilir?

Evliya Çelebi Bursa Ulu Camiye gittiğindeki dizileriyle, menkıbeleri anlatışıyla Diyarbakır Ulu Camine gelip, bu ibadethanenin Hazreti Musa tarafından inşa edildiği rivayetini nakleder. Çünkü bizim geleneğimizde her şey kısas-ı enbiya üzerinden ta Hazreti Adem’e kadar uzatılır. Ve onu okuyan ister Türk olsun, ister Kürt olsun, ister Arap olsun, ister Boşnak olsun şu bilinci öğrenin kısası enbiyadan: nebiler diyarından, peygamberlerin tecrübesinden, bütün bu kimlikler, kavimler, geçicidir, baki olan beni adem olmaktır, baki olan beni adem olmanın hakkını vermektir. Bu hakkı verenler kendi halkına sahip çıkarlar, kendi ülkesine sahip çıkarlar, kendi bölgesine, lütfen dikkat ediniz, iki kavramı biraz sonra izah edeceğim için, kendi vatandaşlarına, tarihdaşlarına ve nihayet bütün insanlığa sahip çıkarlar.

Bizim meselemizin sınırları yoktur. Büyük bir birikiminin içinden geliyoruz. Hem insani anlamda, hem de milletimizin ki bu milleti kadim kavramıyla birleştirerek söylüyorum, milleti asli anlamı içinde kullanıyorum, asli anlamını hepiniz bilirsiniz. O kadim içinde bu ideali taşıyan herkes, insanlığa adalet götürmek üzere yola çıkan herkes, rengine, ırkına, diline bakmaksızın bu kadim milletin bir parçasıdır ve ebediyen parçası olacaktır.

Bakınız, camilerini gezin Diyarbakır’ın, her birinde bir başka izi göreceksiniz,  Parlo Caminde, İskenderpaşa’da, Fatihpaşa Caminde. Minarelerini yana yana getirin gözünüzün önünde, başka şehirlerde tek tip görünen, Konya’da mesela, daha birbirine yakın görünen Selçuklu ve Osmanlı birikimine rağmen minareler burada bir çeşitlilik gözünüzün önünde... Sadece minarelerine bakarak Diyarbakır tarihi üzerinde bir fikir yürütebilirsiniz kimler geçmiş diye. Artuklular, Akkoyunlular, Selçuklular, bir harman.

Allah aşkına, o dönemde bu harmanı yaşayanlar, 7 Kardeşler Burcunu Artuklular, Nur Burcunu Selçuklular inşa etti surlarda, Keçi Burcunu Mervaniler. Acaba Türk müydüler, Kürt müydüler, Arap mıydılar, hangi dili konuşuyorlardı ki Diyarbakır’ın her bir taşına, her bir minaresine, her bir camine, hatta birlikte yaşadıkları Süryani, Hıristiyan topluluklarla birlikte her bir kilisesine o kadim geleneğin mührünü vurdular.

Bu kadimdir, modernite döneminde yeni gelişen kimliklerle kadim kimlikleri bize unutturmaya çalıştılar,  hep parçalamaya gayret ettiler, dar kalıplar içinde siyasetimizi, anlayışımızı, dünyamızı daraltmaya çalıştılar.  Bizim bugünkü siyaset anlayışımız, bu şekilde açılan parantezi kapatmak ve kadimden bütün insanlığa hitap edecek olan bir küreselleşme sürecine geçerken, kadimin değerlerinden hareketle yeni bir siyaset anlayışını önce ülkemizde, sonra bölgemizde, sonra bütün dünyada egemen kılmak; hedefimiz bu.

Şimdi gelin, bu hedefe ulaşmak için neler yapmak, biraz da üzerine tefekkür edelim, çünkü vaktimiz daralıyor ve Ulu Cami bizi çağırıyor. Ulu Caminin davetine hayır denmez; bir, geç kalınmaz, iki; icabet şarttır.

3 ayaklı bir büyük restorasyona ihtiyaç var.

Birincisi; iç restorasyon, insanoğlunun kendi içinde yaşayacağı restorasyon ve ülkemizin ve ülkemizin kendi içinde yaşayacağı restorasyon. Bu restorasyon çok önemli. Önce yeniden zihniyetlerin, psikolojilerin inşa edilmesi lazımdır. Bu psikolojiler üzerinden geçmiş korkuların, geçmiş dürtülerin, geçmiş dışlanmışlıkların, geçmiş tahrik edilmelerin aşılıp yeni bir ahlakın, tevazuun, karşılıklı saygının ve evet, aşkın ve muhabbetin egemen kılınması lazım. Son 10 yıl içinde aslında bütünüyle yapmak istediğimiz şey bunun tekrar keşfedilmesi.  İnsanoğlunun yaptığı siyasetin eğer bir anlamı olacaksa,  tek bir hedef içinse o anlamı insan onurunu korumak, insan onuruna saygı göstermek.  İnsan onurunu korumayan hiçbir siyaset kalıcı olamaz.

Bakınız, Arap devrimleri dolayısıyla birçok analizler yapıldı, dışarıdan yönetildikleri iddiası getirildi, birçok komplo teorileri, vesaireler yapıldı. Ben size şunu söylüyorum: Her bir Arap gencini, Tahrir Meydanında sokağa çıkanları şahsen tanıdım, önemli liderlerini Konya’da seçim kampanyamda dahi ağırladım, Bingazi’de devrim sürerken sokağa çıktım ve biliyorsunuz Bingazi’de halka Ömer Muhtar’ın torunları, size Anadolu’dan selam getirdim dediğimde binlerce insan tekbirlerle karşıladılar. O zaman da tenkit edildik.

O insanları tanıdığımda şunu fark ettim: Bugün Bingazi’de ya da Tunus’ta, Tahrir’de ya da Hama’da, Humus’ta ya da Sana’da ayağa kalkan o Arap gençler, o kardeşlerimiz, birçoğunda, özellikle Suriye’de tabi Arap, Kürt, Türkmen,Sünni, Nusayri, Hıristiyan, onların aradıkları tek bir şey var arkadaşlar, insanlık onuruna saygı. Onurlu yaşamak istiyorlardı, saygı görmek istiyorlardı ve saygıyı hak ediyorlar.

Şimdi bizim yapmamız gereken en önemli mesele, insan onurunu ve bu onurun gerektirdiği hak ve özgürlükler de dahil olmak üzere, her şeye saygı içeren yeni bir kültürü aramızda egemen kılmak. İç restorasyonumuzun temel meselesi bu ve buna bağlı olarak bir özgüven oluşturmak.

Dün Diyarbakırlı bir kardeşim 97’de Diyarbakır’a  geldiğimde yaptığım bir konuşmaya atıfla şunu söyledi: “Siz o zaman tarihte özne olmak zorundayız, özne olmaya geliyoruz demiştiniz” dedi.  Evet, o zaman bir akademisyendim. Ve şimdi yine aynı iddiayla söylüyorum; kadim medeniyette bir kez özne olmuş toplumlar, halklar, milletler bir daha nesneleştirilemezler. Bugün insanlık her zamankinden daha çok bir özne olarak bizim tarihe tekrar dönüşümüze ihtiyaç hissediyor. Tarihten aldığımız hızla, o birikimi kullanarak, ama bütün insanlığa hitap edecek şekilde yeni bir yeni özgüven kültürü oluşturmamız lazım.

İkincisi; kimliğimizin inşası konusunda, medeniyet aidiyetimiz konusunda hiçbir tereddüde mahal bırakmaksızın ortak bir zeminde buluşmamız lazım.

Devamı 2. yazıda

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Konuşan: Ahmet Davudoğlu
05-09-13
E mail: mfa.gov.tr
 
 
Yorumlar: 1
uğurlu
Kadîmi değerler zinciri
Tarih : 07-09-13

Kemâl-i erdem bir akademisyen, zamanın arkasından koştuğu liyekatlı, engin anlayışını veciz ifadesiyle tesir-i millet olan hariciye nazırımız; kadîmi değerlerimizin fizik ve fizik ötesi hâllerini hatırlatan enfes bir konferans. Zannederim anlıyana çok şey söylemekte...

 
AHMET DAVUTOĞLU'NUN DİCLE ÜNİVERSİTESİ'NDE VERDİĞİ KONFERANS 1
Online Kişi: 15
Bu Gün: 182 || Bu Ay: 7.693 || Toplam Ziyaretçi: 2.240.016 || Toplam Tıklanma: 52.350.044