ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / HİKÂYE
Okunma Sayısı: 2866
Yazar: Nevzat Canan
ELMA

Bademlik mahallesi imamı Kasım Efendi, görev yaptığı küçük kentin sözü en tesirli imam-hatibiydi. Tok sesli ve sağlıklıydı. Makamı çok güzeldi. Zekâca da akranlarına ve meslektaşlarına faikti.

Fevkalâde bir konuşma kabiliyetiyle yaratılmış olan Kasım Efendi’nin çok düzgün bir telâffuzu vardı. Edası tabii ve samimîydi. Sadece bilgili değil, ihlâslıydı da. Çarpıcı yorumları, dosdoğru hükümleri ve özgün öyküleriyle mahallesinin ve cemaatinin gönlünde taht kurmuştu. Sigara kullanmadığından sesi de pırıl pırıldı. Şehrin ta nerelerinden kendisini dinlemeye gelenler olurdu.

Seciye ve ahlâk bakımından apayrı bir mümtaziyeti olan ve dinleyenlerini derin bir şekilde etkileyen bu seçkin din adamına kaç defa, şehrin merkez camiinin baş imamlığı teklif edildiyse de o, bunların hiçbirini kabul etmedi. Beni hocamdan ayırmayın, dedi.

Kasım Efendi’nin hocam dediği kişi, Bademlik mahallesinde yaşayan ve evinin yakınında bulunan bir Kuran kursunda gönüllü hizmet veren aksakallı bir zat-ı muhteremdi. O seçkin insan, aynı zamanda bir talebe yurdu olan bu Kuran kursunun en üst katındaki geniş salonda, yıllardır muhtelif din ilimlerinin en yüksek kısımlarını öğretmekteydi. Kasım Efendi, hiçbir resmî unvanı bulunmayan bu yaşlı din adamının hem mütevazı bir talebesi hem de baş asistanıydı.

Fakat bu baş asistan, bir gece televizyona daldı ve yatağına bayağı geç bir vakitte girdi. Sonra yatakta da epeyce döndü. Bir saatten fazla geçti, uyuyamadı. Hayat düzenindeki küçük bir sapma, iç dünyasında öyle ciddî bir sarsıntı meydana getirdi ki, sabah namazına, bir iki saatlik kalitesiz bir uykudan sonra istemeye istemeye kalktı ve bu en huzur verici namaz esnasında da kendisini hiç iyi hissetmedi. Camiden çıkarken, içinde, bütün işlerinin birdenbire ters gitmeye başladığını ihtar eden bir vehim doğmuştu.

Kasım Efendi kendisini ne kadar zorlasa bir türlü huşu içinde kılamadığı bu sabah namazından dönerken, takdirin kim bilir hangi hikmetinin bir icabı olarak, önüne bir elma çıktı. Fakat Kasım Efendi, bu elmanın, önüne takdirin bir icabı olarak değil, ağaçtan düşerek çıkmış olduğunu zannetti. Bir elma, kendisini çeken bir kuvvet olmadan elbette düşmezdi, hiçbir şey izinsiz olmazdı, fakat Kasım Efendi bunu düşünmedi, sadece, elmanın nereye düşmüş olduğuna dikkat etti: Elma, ne yolda ne de bahçedeydi, yolun kenarındaki alçacık duvarın üzerindeydi.

Bahçenin içine düşmüş olsa elmayı almak Kasım Efendi’nin aklından bile geçmezdi. Eğer elma kaldırımın üzerine düşmüş olsa, çok temiz bir yere düşmüş olmadıkça Kasım Efendi onunla yine ilgilenmezdi. Fakat elma bahçenin ne içinde, ne dışındaydı; tam sınırda, tertemiz duvarın üzerindeydi.

Kasım Efendi, hızlı bir zihinsel işlemle, duvarın, bahçenin dışı sayılmasının daha isabetli bir yorum olacağı neticesine vardı. Akabinde de, düştüğünde bir yanı iyice ezilip hafifçe suyu çıkmış olan bu meyveyi alıp yemeye karar verdi. Yolun o en ıssız vaktinde herhangi bir kişi tarafından görülmesi ihtimalinin çok zayıf olduğunu biliyordu.

Yalnız, işin bir de uhrevî veçhesi vardı. Yani caiz miydi, değil miydi? Fakat o sabah, bu, pek büyük bir sorun olmadı. Çünkü daha Kasım Efendi, hayli lezzetli görünen o epeyce iri meyveyi alçacık duvarın üzerinden alma kararını verirken, içi bir yandan gerekli fetvayı hazırlamıştı bile: Kuşlar, böcekler bu tazecik elmayı birazdan ziyan edeceklerine göre, onun, kâinatın gözbebeği olan insanoğlundan biri tarafından değerlendirilmesi hiç şüphesiz, akılca da, dince de daha uygun bir seçim idi.

Yol son derece sakindi. Kasım Efendi yine de kendisini hiçkimsenin görmediğinden emin olmak istedi. Bundan dolayı, duvarın üzerindeki meyveyi almadan evvel, sağına soluna bir daha baktı. Böcek ve ot arayan birkaç tavuktan başka etrafta tek bir canlı bile yoktu. Çekinilecek hiçbir şey olmadığını görünce, Kasım Efendi, seri bir hareketle, elmayı duvarın üzerinden aldı. Fakat kötülüklere o kadar yabancıydı ki, yüzü buna rağmen kıpkırmızı kesildi.

Kasım Efendi, yoluna devam ederken, biraz da psikolojik rahatlatıcılığından yararlanmak gayesiyle, elmanın üzerindeki tozu eliyle silerken, bu iyice olgunlaşmış meyvenin duvara çarpmakla çatlamış kısımlarına daha şimdiden birkaç karıncanın girmiş olduğunu gördü ve kuvvetlice üfürerek onları hemen yere düşürttü. Sonra da, her abdest öncesinde misvakladığı güçlü ve bembeyaz dişleriyle bulduğu iri sarı elmadan büyük bir parça kopardı. Kokusu hafif ve hoştu. En tatlı zamanına erişmiş elma, gecenin ayazında buz gibi olmuştu. Hem sulu, hem lezzetli, hem de kütür kütürdü.

Fakat Kasım Efendi, daldan düşen lezzetli elmayı yerken, kalben pek rahat değildi. İçinde, yanlış bir iş yapmış olmanın sıkıntısı vardı. Meyvenin son kısmını yerken, gözünün önüne, hocasının,

“Yapmadan önce sağına soluna bakındığın davranış, asla hayırlı bir amel değildir.” deyişi geldi. O zaman, yaptığının yanlış olduğundan emin oldu ve belli belirsiz bir nedamet duydu. Yapmaması gereken bir şey yapmıştı...

Kasım Efendi, bu can sıkıcı konunun üzerinde çok fazla durmak da istemedi. Nasıl olsa, artık, olan olmuştu. Buna rağmen o, olayların zincirin halkaları gibi birbirine bağlandığını, yanlış bir hareketinin yepyeni yanlışlara yol açtığını sezinlemiyor da değildi. Nitekim eve girdiğinde, bütün duygularının ve bütün iç karışıklığının kendisiyle birlikte içeriye girdiğini, hiçbirinin dışarıda kalmadığını açıkça gördü. Dahası, eşi de kendisine soru dolu gözlerle bakıyordu. Kasım Efendi, huzursuzluğunun başkaları tarafından hissedilmesinden hoşlanmadı. Yine de, iyimser olmaya çalıştı. Uyursam bütün bunlar geçer diyerek yatağına uzandı. Olup bitenlerin baş müsebbibinin, gece yeterince uyuyamaması olduğunu düşünüyordu.

Galiba da haklıydı, yatakta beş on dakika uzanınca biraz sakinleşmişti. Eşine seslendi, “Hayriye, dedi, bak bugün Cuma ha. Uyur kalırsam, en geç saat 10’da beni kaldır.”

Kasım Efendi, kuşluk vaktini uykuyla geçirip kâfi derecede dinlendi. Karısı onu uyandırdığında saat 10’u geçmişti. Fakat Cuma namazı buna rağmen hiç hoş geçmedi. Ne vaazı vaaz oldu, ne hutbesi hutbeye benzedi. Cemaati esnedi durdu. Kendisine en ziyade sempati duyan yüzlerin, yüzüne, “Hocaya ne olmuş böyle?” diyen nazarlarla baktıklarını gördü. Makamı da şaşırtıcı derecede, bozulmuştu. Sesini yükselterek bu durumu belli etmemeye çalışması hiçbir işe yaramadı, bilakis o gibi rötuşların cemaatini daha da rahatsız ettiğini görüp iyice paniğe kapıldı. İçi karışınca anladı ki; şahsiyet, huzur, bilgelik, makam ve eda gibi bir ömre mal olan kıymetler, hep ruh üzerine bina edilmiş yatırımlardır ve ruh ayarının bozulduğu andan itibaren hemen hemen hiçbir işe yaramamaktadırlar.

Bu durumda, içindeki direktör, Kasım Efendi’ye, derhâl bir mola almasını önerdi ve Kasım Efendi, işin çığırından çıkmaması için Cumadan sonra eve hiç uğramadan, Kuran kursuna gitti. Oradaki bütün görevlileri ve hocaları tanıdığı hâlde hiçbir yerde oyalanmadan doğruca en üst kattaki büyük salona yöneldi.

Kuran kursunun tatbikat mescidi olarak da kullanılan ve Cuma imamlığını ekseriya hocasının yaptığı büyük salona doğru merdivenleri düşünceli düşünceli çıkarken, Kasım Efendi, geceden beri her saniye ruhunu biraz daha istilâ eden huzursuzluğunun şimdi daha da artmış olduğunu, ritmi iyice bozulan kalbinin üzerinde bir basınç oluştuğunu gördü. Hocasına ne diyeceğini, ondan nasıl bir yardım talep edeceğini bile bilmiyordu.

Üst kattaki büyük salona girdiğinde, Kasım Efendi, hocasını, meyve fidanlarıyla dolu arka bahçeyi seyrederken buldu. Cübbesi hâlâ sırtındaydı. Her zamanki gibi derin ve durgundu. Kasım Efendi onun huzuruna ve şahsiyetine bir daha imrendi. Dirayetli, sakin ve istikrarlıydı. Canının istediği çağda yaşıyordu. Selâm verdi. Hoca, sesinden, yalnız gelenin kim olduğunu değil, hangi ruh hâlinde olduğunu da bildi ve selâmını o tonda aldı:

— Aleykümselâm.

O zaman Kasım Efendi’nin zihninden, hocası tarafından da bir suçlu olarak görülmeye başlandığı endişesi geçti. Fakat hemen akabinde ışıl ışıl yüzüyle hocası kendisine döndü:

— Hoş geldin Kasım Efendi.

Ne çehresinde şüphe, ne gözlerinde tecessüs, ne de bakışlarında soru vardı. Nurlu yüzü, tertemiz yüreğinden başka hiçbir şeyi yansıtmıyordu. Bunu fark ettiğinde, Kasım Efendi’nin, hocasına karşı hürmet ve muhabbeti bir kat daha arttı. Sanki birdenbire göğsü genişleyip kalbindeki sıkıntı hafiflemişti. Kıyam hatları şeritler hâlinde dümdüz uzanan uçuk yeşil halının üzerinde ayak izleri çıkan üstadını, her saniye manevî bir arındırıcı ile yıkandığını duyumsayarak, bir çocuk gibi adım adım takip etti. Büyük salonun giriş kapısına yakın kısmındaki koltuk ve sehpalarla tefriş edilmiş lobilerden birine girdiklerinde Kasım Efendi, oturma yer ve pozisyonunu hocasının seçmesini istediği için üstadı oturana kadar bekledi. Hoca, mutat ziyaret vakitlerine uymayan bu beklenmedik gelişinden, Kasım Efendi’nin söyleyecek mühim şeyleri olduğunu tahmin ettiği için, halefine, oturduğu koltuğun tam karşısını gösterdi:

— Gel bakalım Kasımcığım, gel benim iki gözüm dedi, otur şuraya.

Yüzünde ön yargı değil, yargı bile yoktu. Talebesine, her zamanki gibi son derece önem vermekte, Kasım Efendi’nin yüzüne ruhundan vuran fırtına izlerini görmezden gelmekteydi.

Bu beklenmedik iltifat ve hoşgörü, Kasım Efendi’yi iyice rahatlattı. Dar insanların kendisinin suçlu ve huzursuz çehresini görür görmez nasıl daraldıklarını, bir derya gibi sınırı görünmeyen hocasının ise insanların kiriyle bulanıklaşmadığını, başkasının günahlarıyla kendi arılığından hiçbir

şey yitirmediğini gördü ve ferahladı. Engin olduğu için suçlayacağına affediyor, herkesi ve yaratılmış olan her şeyi sevdiği için, hâl diliyle etrafına huzur ve emniyet telkin ediyordu. Bu durumda Kasım Efendi, konuşmasını plânlamaya lüzum görmedi ve lâfı hiç dolandırmadan, ne söylemesi gerekiyorsa onu söylemeye karar verdi. “Hocam, dedi, bana bir hâl oldu, yüzümün kaymağı kurudu, sesimin cilası uçtu, içimdeki heves birdenbire söndü. Ne sözümde tesir kaldı, ne içimde huzur. Daha düne kadar vaaz u nasihatlerimi şevkle dinleyen adamlar, şu mübarek Cuma gününde beni isteksizce dinlediler. Dengemi korumaya ne kadar uğraştıysam da ruhuma söz geçiremedim. Gönlüm tozlandı, saçlarım soldu. Sanki görünmez bir güç yüreğimin üzerine bir pençe atıp onun gemlerini eline geçirdi ve hızlanması için kalbimi habire kırbaçladı. Bu halet bende bütün gün devam etti. Sanki etrafımdaki insanların hepsine giden bir sıkıntı yayıyordum. Nasıl ki önceden hepsine benden huzur ve iştiyak gidiyor idiyse, bugün de hepsinin içine benden bir manevî kir aktı. O bunaltıyla zannettim ki, zihnimden yayımlanan olumsuz frekanslar, dünyanın öteki ucuna kadar huzursuzluk taşımaktadır ve âlemin yeniden ferahlaması için ruhumun dünyadan çıkması, bedenimin toprağın altına girmesi gerekmektedir.

Kasım Efendi’nin bu içten ve uzun konuşması süresince hocanın yüzü hemen hiç değişmedi. Sadece duruşuyla konuştu. Çünkü o, eğitim dairesine girenleri daha ziyade, bilinçli susuşlar ve cesur bakışlarla geliştiriyordu. Çehresi yalnızca anlık hislerini değil, umumî kanaatlerini ve sözleriyle tutumlarının nedenlerini de daima gizliyordu. Yine de Kasım Efendi, hocasının da bugün kendisine farklı bir gözle baktığını hissetti. Hatta farklı gözle bakılmanın ne demek olduğunu Kasım Efendi açıkça analiz edebilmeye hayatında, ilk defa orada muktedir oldu. Ana bakışında kullandığı gözüyle değil, hocası, bugün kendisini öteki gözünün dikkatiyle ve seyrek göz kırpışlarıyla izlemişti.

Kasım Efendi, sözünü noktaladığı hâlde hocasının önüne baktığını ve konuşmaya yeltenmediğini görünce, durumunu biraz daha açıkça anlatmaya çalıştı:

— Yani hocam, bilgilerimin hiçbir kısmını unutmuş olmadığım hâlde, dinleyicilerimin tümü, bugün kendilerine verebilecek hiçbir iyi şeyim olmadığını aynı anda gördüler. Bu hâl beni öyle şaşırttı ki, aklımı muhafaza edemeyeceğim diye korktum.

Kasım Efendi’nin bütün konuşması süresince meşe kaplama sehpanın çizgi çizgi desenlerini izleyen Hoca, yine başını hiç kaldırmadan konuştu:

— Bütün bunlar sebepsiz olmaz Kasım Efendi, dedi. Hepsinin bir başlangıcı vardır ve onu sen biliyorsundur. Durumu meydana getiren veriler bilinmeden nasıl hüküm verilebilir, yarım yamalak malumatla sana kim nasıl yol gösterebilir?

Kasım Efendi, elmadan bahsetmeyi basit ve ikisini birden küçültücü buluyordu. Olayın, televizyona dalmayla başlayan ilk kısmını ise, özel alan kabul ettiğinden hiç mi hiç, açmak niyetinde değildi. İlkin biraz duraksadı. Sağa sola döndü, bakışları geniş salonda bir müddet avarece gezindi. Üstadın gözleri sehpanın desenlerinden hiç ayrılmamıştı. O sükût içinde sükûnu bulan Kasım Efendi, sonuçları önemli olan hiçbir şeyin önemsiz kabul edilemeyeceğini düşündü ve televizyona dalma gafletiyle başlayan hadiseler silsilesini bir çırpıda hocasına nakletti. O vakit hocası:

— Sen her bir şeyi biliyorsun be Kasım Molla, dedi.

Kasım Efendi düşünmeye başladı. Hoca da uzun uzun sustu ve neden sonra:

— Üzülme be Kasım Efendi, dedi. Bunun böyle olması daha hayırlıdır. Allah, dininin yalnızca temiz insanlar yetiştirmesi için, onun sadece temiz insanlar vasıtasıyla tebliğ edilmesini murat etti ve hiçkimsenin o temiz suyu kirli kaplardan içmemesini sağladı.

Sandal Sefası, Sütun Yay. İstanbul 2006, s. 11

Yazar: Nevzat Canan
20-02-10
E mail: nevzatcanan@hotmail.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
ELMA
Online Kişi: 19
Bu Gün: 424 || Bu Ay: 6.414 || Toplam Ziyaretçi: 2.215.608 || Toplam Tıklanma: 52.120.220