ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / ÎMAN VE İSLÂM
Okunma Sayısı: 3878
Yazar: Burak Ertürk
PROTESTANLAŞMA EĞİLİMİ, İKTİDAR, ERBAKAN HOCA VE 'SİYASET AKADEMİSİ' HAKKINDA DAĞINIK NOTLAR-1

Protestanlığın Avrupa’nın din ve düşünce ikliminde meydana getirdiği belli başlı dönüşümleri sıralayanlar; ulus devlet bilincinin tahkim edilmesi, seküler algıya zemin ve hız kazandırılması, ‘bireyci’ yordamın önünün açılması ve eşitlik telakkisinin terviç edilmesi gibi unsurları öne çıkarıyorlar.

Hakikaten Protestan doktrin, Luther ve Calvin gibi temsilcileri eliyle, Hıristiyan ülkelerin kendi kiliselerini teşkil ederek Roma Katolik Kilisesi ile bağlarını koparmalarını önermiş ve bu yaklaşım, bugün cȃrȋ olan ‘ulus devlet’ modelinin teorik zeminine katkı sağlamıştı. Dünyevȋ otorite ile Kilise otoritesini tefrik eden Protestan öncüler, dünyevȋ idȃreyi yüceltmek suretiyle de seküler bakış açısının hareket alanını genişlettiler. Protestan öğretinin ‘bireyci’ telakkiyi güçlendirmesi ise, “her Hıristiyanın kendi kendisinin papazı olduğu”, dolayısıyla “her Hıristiyanın başka bir belirleyici etkiye ihtiyaç duymaksızın kutsal kitabı okuyup, ondan anladığıyla amel edebileceği” türünden tesbitlerin dolaşıma sokulmasıyla sağlanacaktı.

Uzun asırlar Kilise’ye hȃkim skolâstik düşüncenin baskısına mȃruz kalan ve kilise babalarının tahakkümü ile kıvranan Hıristiyan Batı dünyası, Rönesans ve Reform projeleri üzerinden bu ağır yükü üzerinden atmış, din ve düşünce alanında ortaya konan ‘açılımlar’, Kilise’nin kadim otoritesini iyiden iyiye sarsmayı başarmıştı.

Aydınlanma, kapitalizm ve Protestan düşüncenin çok güçlü ve kopmaz bağlarla birbirlerine bağlı oldukları; bu süreçlerin gerek ard arda, gerekse iç içe bir seyir izleyerek Hıristiyan dünyayı seküler, bireyci, kapitalist, eşitlikçi ve ulusçu bir zihnȋ pozisyona sürüklediği türünden gerçekleri ıskalamadığımızda, bu tarihȋ izleği daha iyi idrak edebilme imkȃnına da sahip olacağız.

Meselenin dikkate değer bir diğer yanı da, işbu modern baskılara direnmesi ve bu nevzuhur tahakküme meydan okuması beklenen Hıristiyan teologların kahir ekseriyetinin, ‘vuruşarak çekilme’ olarak niteleyebileceğimiz bir ‘asgarȋ erdem’den bile yoksun oluşları ve bu lȃdinȋ kuşatmayı yarma adına hemen hiçbir çaba içine girmeyişleridir. Elbette bunda, tahrif edilerek hakikatinden tecerrüd ettirilmiş bir inanç manzȗmesinin, en ufak bir dünyevȋ rüzgȃr karşısında bile ayakta kalamayacak ölçüde yozlaşmış oluşunun da etkisi büyüktür.

Bir noktadan sonra Kilise adına mağlȗbiyet mukadder olmuş; önce dünyevȋ otoriteyle arasına bir tefrik duvarı konan dinȋ otorite, süreç içerisinde hepten etkinliğini kaybetmişti. Ve Hıristiyan teologlar çareyi, dünyayı değiştirme imkȃnından mahrum olduğunu müşahede ettikleri dinlerini, bu yeni dünyevȋ dalgaya entegre etmekte bulmuşlardı.

Taarruz oklarını bu ‘çaresiz’ Hıristiyan din adamlarına yönelten E. L. Mascall’ı hatırlamanın tam zamanı: “Bu adamlar dünyayı Hıristiyanlaştırmıyorlar; Hıristiyanlığı dünyevȋleştiriyorlar!”

Bu adaptasyonu tamamlama adına Hıristiyanlığın mevcut Helenistik etkiden ve mitolojik unsurlardan arındırılması gerektiği, aklın öne çıkartılmasının iktiza ettiği türünden ‘açılımlar’ devreye sokuldu.

Karşımızda duran ve başat nitelikleri bireycilik, kapitalizm, güce perestiş olan; maksadını aşan bir ‘bu dünyayı imar’ vurgusunun taşıyıcılığını yapan; tekȃmülü lineer bir zaman anlayışıyla temellendiren bu bȃtıl telakkinin Hıristiyan coğrafyada muhkemleşmesinin arka plȃnında özetle böyle bir tarihȋ seyir var.

Ve bu seyre dȃyelik yapan zihnȋ pozisyonların omurgasını Protestan din algısı oluşturuyor.
*
Ȃlemlerin Efendisi (aleyhissalȃtuvesselȃm) ne diyordu ashȃbına: “Karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yollarına uyacaksınız. Hatta onlar bir keler deliğinden girse, siz de gireceksiniz.” Ve soruyordu Sahabe efendilerimiz: “(Bizden öncekilerden maksat) Yahudiler ve Hıristiyanlar mı ey Allah'ın Resulü?” Ve şu cevabı alıyorlardı: “Onlar değilse kim!?” [1]

Hıristiyanlığın Rönesans, Reform ve Aydınlanma süreçleriyle yaşadığı metamorfozun bir izdüşümüne müslüman dünyada da rastlıyor oluşumuzu, bu hadisin asrımıza bakan yüzü olarak okuyabilir miyiz?

En son söyleyeceğimizi başta söyleyelim: Şimdilerde ehl-i din mȃbeyninde mütedȃvil olan ve çok sık duymaya başladığımız ‘zafer türküleri’ne fevkalȃde teennȋ ile yaklaşılmasından yanayım ben…

Evet evet, “Ehl-i imanın sayısı artıyor”, “Toplumda gözle görülür bir dine teveccüh var”, “İktidar olup muktedir olamamak türünden problemler geçmişte kaldı”; “Müslümanların önü açıldı” türünden, ehl-i imanın diline pelesenk ettiği klişelerden söz ediyorum…

Elbette ibadete taallȗk eden bir rahatlama var ve bu oldukça ‘sevinilesi’ bir gelişme…

Ama Din’in sadece ahlȃk ve ibadetten mürekkep olduğunu nereden çıkarıyoruz?

Ben şunu iddia ediyorum: Dinin, cȃrȋ düzene ‘ilişmeyen’ boyutlarında, hesabı-kitabı yapılmış bir serbestiyeti devreye sokanlar, bunu, Din’in ahkȃm ve muȃmelat sahalarını budayarak icrȃ ediyorlar.

İbadet ve ahlȃk zemininde ‘bahşedilen’ serbestlik ve ferahlama hatırına, ahkȃmdan ve muȃmelattan fedakȃrlık yapmamız isteniyor.

Daha doğrusu, ahkȃmsız ve muȃmelatsız bir algıyı din olarak benimsememiz isteniyor; hatta sağlanıyor. Şimdilerde çok işittiğimiz “dine dönüş” tesbitine, “Hangi dine dönüş bu? Hak Din’e mi; yoksa bize din diye belletilen kurguya mı?” ‘kontra’ sorusu ile mukabele etmemiz bundan…

Kalkıp bir tedrȋcilik söylemi ile iddiamızı çürütme adına “Önce bu sahalarda düzelmeler sağlansın, sıra öbürlerine de gelir; aceleniz ne!?” diyecekleri naiflikleri ile baş başa bırakmak lazım ama onlara, ahkȃm ve muȃmelatın fiiliyatta değil zihinlerde bile yer işgal etmediğini hatırlatalım.

Zaten kimse çıkıp “Tez elden ahkȃmı hayata tatbik edelim; muȃmelelerimizi İslȃm’ın ȃmir hükümlerine göre dizayn edelim; işe buradan başlayalım!” falan demiyor. Ben, fiiliyatta zaten yok saydığımız ahkȃmın, zihinlerde bile ‘can çekişiyor’ olduğu gerçeğinden söz ediyorum.

Müslümanların üst çıtasının demokrasi, fikir özgürlüğü, çoğulculuk olduğu bir zihnȋ vasatta, ahkȃmın sadece bugünü değil, yarını da yok demektir.

İslȃm’ın hayatın her ünitesini dizayn etmeye talip olduğu gerçeğinden yüz geri edenlerin gündeminde zaten bunlar yer almıyor; ama ben işbu hakikatlerin sadece gündemimizden değil, hülyȃlarımızdan da çıkmış olmasından endişe ediyorum.

Yukarıda Hıristiyanlığın Protestanlık bağlamında geçirdiği dönüşümden söz ettim. Protestanlığın gölgesinde Batılılar hangi değer yargılarına demir attılarsa, bugünün hȃkim müslüman söylemi de önümüze hedef olarak aynı kıymet hükümlerini yerleştiriyor. Müşrik Hıristiyanların muharref dinlerinde yaptıkları bu ‘dünyevileşme operasyonu’nun bir benzerini bizim de Hak Din’e tatbik ediyor olduğumuz tesbiti, üzerinde durulmaya değer değil midir?

Onlar, dinlerinin yaşadıkları çağın gerisinde kaldığı değerlendirmesinden yola çıkmışlar ve mevcut düzeni bir veri kabul ederek, eleştiri oklarını temel itikȃdȋ kabullerine yöneltmişlerdi. Benzer bir ‘inanç kompleksi’ne bizim de kapılmadığımızı iddia edebilir miyiz?

Onlar, din ve dünyalarını dizayn eden bir ‘merkezȋ Kilise yorumu’nun baskısından kurtulma adına “her Hıristiyanın İncil’i okuyup hüküm verebileceği”, “kendi kendisinin papazı olabileceği” tarzında ‘başkaldırı’ cümleleri kurdular. Bu yaklaşımdan bizim de nasibimiz olduğunu söyleyenler, tümüyle yanılıyor olabilirler mi? Dini Kur’ȃn’a endeksleyenler, lisȃn-ı halleriyle “her müslümanın kendi kendisinin hocası olduğunu” ifade edenler, bizim içimizden çıkmadılar mı?

Calvin, çok çalışıp çok kazanmanın da ibadet olduğunu söylüyor, ‘bu dünyayı imar’ gayretini dindarlığın ölçütü olarak Hıristiyanların önüne koyuyordu. Meseleye kafa yoran mütefekkirler, bu yaklaşımla kapitalizmin doğuşu arasında paralellikler kuruyorlar. Bugün mȃbeynimizde bir ‘müslüman kapitalistler’ gerçeğinden söz edilebiliyor oluşu ve herhangi bir kayıt düşmeksizin ortaya konulan zenginleşme çağrıları, “içimizdeki Calvin’ler”den bahsetmemizi haklı kılmaz mı?
*

Müslüman coğrafyada yaşanan değişimi, bir de büyük fotoğrafa bakarak değerlendirmek lazım…

Meselenin küresel bağlantılarından söz ediyorum…

Dünyaya nizȃmat verenler, ‘tekerlerine çomak sokma’ potansiyeline sahip yegȃne gücün İslȃm olduğunun son derece farkındalar…

Alt etmeyi başaramadıkları Hak Din’in elini zayıflatma adına, her zaman yenilenen projeler yürürlüğe sokmaları ve sürekli konsept değiştirmeleri bundan kaynaklanıyor.

Yanaştıkları son durağın, yok edemeyeceklerini ve etkisini sıfırlayamayacaklarını anladıkları İslȃm’ı ‘ehlileştirmek’ olduğunu bu işe kafa yoran muteber insanlar söylüyorlar.

Türkiye’de devam eden ‘çete operasyonları’ ile tasfiye edilen ‘katı laik’ odaklarla ‘iş tutmaktan’ vazgeçtikleri; yeni ‘yol arkadaşlarını’ bölge halklarının itiraz etmeyeceği, hatta kendisinden sayacağı siyasȋ ve sosyal sȋmalardan seçtikleri konuşuluyor. [2]

Bunda işbu ‘katı laik’ odakların ‘son kullanma tarihlerinin geçmiş olması’nın, yani halkın, kendi değerlerine cepheden saldıran bu lȃdinȋ unsurlardan sıdkının sıyrılmış olmasının payı büyük…

İslȃm coğrafyasında, köken olarak ‘İslȃmcı’ ama hȃli hazırda liberal-demokrat siyasȋ elitlerle yol almanın bir faydası da, müslümanların gerilimini azaltmayı başarmak…

“İktidarda bizden birileri var; hem de ‘muktedir’ler…” tesbitinin, halkın gazını alma hususundaki işlevselliğini tahayyül ediniz.

Buna mümȃsil, “Bakın siz bu sistemin müslümanlara hakk-ı hayat tanımadığını iddia ediyordunuz; alın işte şimdi sizin sözünüz geçiyor ve son bir-iki asırdır hiç olmadığınız ölçüde muktedirsiniz” telkini de gözümüze sokuluyor. Esasen bu telkinin derȗnunda, dile getirilmeyen bir gerçek var ki, o da şu: “Sisteme itirazınız olmadığında, biz sizi niye iktidar nimetinden mahrum bırakalım ki!?”

Tüm bunları komplo teorisi olarak okumayınız. Amerika’nın ve küresel güç unsurlarının İslȃm coğrafyasına dair projelerinde ciddi bir üslȗp ve yöntem değişikliğine gittiklerini, aklı başında herkes gözlemliyor. Bush-Obama değişiminde ifadesini bulan vitrin yenileme operasyonunu, İslȃmȋ yapılanmalara dönük ılımlı-radikal türü tasnifler neticesinde birilerinin önü özenle açılırken, birilerinin medyatik kara propaganda eşliğinde ademe mahkȗm edilmesini görmezden gelebilir miyiz?

Ya da müslümanlar nezdinde cȃrȋ olan dolu dizgin dünyevȋleşme eğilimini, içi boşaltılan bir algının din diye sahiplenildiğini ve daha da tuhafı bu kurgusal telakkiye perestiş edenlerin safları sıklaştırmasının ‘dine dönüş’ olarak işaretlendiğini hakkalyakȋn müşahede ettiğimiz halde, ‘kalenin içten fethedilmekte olduğunu’ söyleyenleri hayalcilikle suçlamaya devam edebilir miyiz?
*
Bu işin hem siyasȋ, hem de sosyolojik ayakları var.

Bugün iktidar partisini ve toplumda başı çeken bir takım İslȃmȋ yapılanmaları, bahsini ettiğimiz bu ‘küresel proje’ bağlamında nereye oturtmamız gerektiğini açık yüreklilikle ve samimi olarak müzȃkere edebilmeliyiz.

Amacımız gündelik siyasetin güdük tartışmalarıyla oyalanmak ya da adını koymadan politik mülȃhazalarımızı serdetmek değil. “Siyasetten Allah’a sığınalı” çok oldu hamdolsun…

Küresel proje bağlamında konuşmak derken, adını andığımız siyasȋ ve sosyal unsurların İslȃm’ın aleyhine işletilen bir organizasyonda görev aldıklarını falan iddia ediyor değiliz elbette…

Net ve sarih delillerle karşılaşana dek bir müslüman hakkında onun imanını ve samimiyetini sorgulamayı niyet okuma olarak görür ve bu tür bir yanlıştan teberrȋ ederiz.

Ancak göz önünde olan gerçekler ve bu andığımız muhafazakȃr odakların sözcüleri tarafından ortaya konulan tasarruflar hakkında mülahȃzalarımızı ifade hakkına da sahip olduğumuzu düşünüyoruz.

Merhum Erbakan’ın vefatı hengȃmında da yazdım; “Hoca rahat yatsın; talebeleri işbaşında” söyleminin ayaklarının yere bastığından kuşkuluyum ben…

Hayır, sadece Hoca’nın ȃhir ömründe, ‘talebelerine’ dönük ‘ağır’ eleştirilerine bakarak söylemiyorum bunu…

Küresel ve cȃrȋ düzene dönük ‘duruş’ bağlamında, Hoca ve ‘talebeleri’ arasında çok büyük farklar olduğunu düşünüyorum…

Hoca’nın iktidarına 1 yıl bile tahammül edemeyen odakların, ‘talebelerinin’ sırtını sıvazlamasında ifadesini bulan değişimi anlamlandırmakta güçlük çekiyorum.

Elbette Hoca da bir faniydi ve hata yapması normaldi; ama on yıl arayla idrak ettiğimiz benzer iki sürecin bu ölçüde taban tabana zıt şekillenmesinin, olayın figürlerini aşan parametreler taşıdığını görmemiz gerektiğine inanıyorum.

Şimdi iktidar olanların da elbette güzel hizmetleri vardır; muhtemelen niyetleri sağlamdır. Ancak bu ‘talebelerin’ Hoca ile siyaset yaptıkları dönemdeki siyasȋ üslȗpları ile şimdiki söylemleri arasındaki farkı, basit konjonktürel değişimlerle ve/veya ‘politik şecaatleri’ ile izah etmek ne derece gerçekçidir?

Lafı eğip bükmeyelim; ben, yargılamadan, niyet okumadan, samimi olarak şunu tartışalım istiyorum:

Şimdilerde temsil edildiği türden bir liberal demokrat/muhafazakȃr siyaset üslȗbu, müslümanların geleceği açısından ne getirip ne götürecektir?

Kısa vadede hareket alanımızı genişletiyor gibi görünen bu siyaset dili, orta ve uzun vadede müslümanların önüne nasıl bir tablo çıkaracaktır?

Kapitalizme, liberal umdelere, cȃrȋ söylemlere bu ölçüde eklemlenerek yol alıyor olmak, ikbal görünümlü bir idbar olabilir mi?

Neden küresel güçler, ‘içimizden birileri’nin önünü bu denli hızlı açıyor?

‘Dejenerasyon’, ‘dünyevȋleşme’ türü kavramlar neden her geçen gün gündemimizi daha fazla işgal ediyor?

Neden “Devir böyle!” tekerlemesini bu kadar çok istimal eder olduk? Neden kırmızı çizgilerimiz buharlaşmaya yüz tuttu?

Dünyevȋ planda elimizi rahatlatan her siyasȋ atraksiyonu kazanç hanesine yazmalı mıyız?
*
Sorular çoğaltılabilir. Bunları müzȃkere edebilmeliyiz. Aslında bu yazıda, AK Parti ile ilgili (elbette bu partinin politik tasarruflarıyla ilgili değil; daha çok müslümanların geleceğine tesir edeceğini düşündüğümüz boyutlarla ilgili) sahih bir tartışma zemini teşkil edebilme adına ve afȃkȋ değil somut konuşabilmek için, partinin “Siyaset Akademisi” olarak adlandırılan eğitim organizasyonunda katılımcılara dağıtılan ve internetten de ulaşılabilen ‘ders notları’nı gündeme getirmeyi amaçlamıştım. Bu ders notlarında, gidişattan endişe etmemize neden olacak ve İslȃm’ın temel referansları ile ilgili hayli ‘yeni’ ve ‘modern’ argüman var. Organize edilen bir akademik eğitim ortamında bunlar dolaşıma sokulduğuna göre, üzerinde durmayı hak ediyor demektir.

Girizgȃh biraz uzun oldu ama bundan sonra nazarlarınıza sunacağımız içeriğin, bu girizgȃhla birbirine bakan yönleri var.

Yine hatırlatalım; amacımız, bu ilmȋ zeminde kısır politik tartışmalara girmek, kuru kuruya birilerini tenkid etmek, ya da türlü karalamalara gönül eğdirmek değil.Müslümanların kaderini ilgilendiren bir mevzuda sahih ve sağlam bir tartışma zemini teşkil etme derdindeyiz.

Andığımız bu İslȃm’ı Protestanlaştırma eğiliminin boyutları neler? Bunun siyasȋ ayağında ne tür bir hareketlilik yaşanıyor? İktidar partisi, icraatlarıyla bu oyunu bozuyor mu, yoksa katalizör görevi mi görüyor? Bahsini ettiğimiz ‘ahkȃmsız ve muȃmelatsız’ din algısının tahkiminde siyasȋ irȃde işin neresinde? Parti kurmaylarının dünya görüşlerinde anıldığı türden ciddi revizyonlar var mı; yoksa tavırları konjonktürel mi?

Bunlar üzerinde duralım istiyoruz. “Siyaset Akademisi Ders Notları” ve mevzuun devamı gelecek yazıda, ancak fikir vermesi adına bu notlardan spesifik bir-iki yaklaşımı nazara vererek yazıyı noktalayalım:

“Hıristiyanlık on altıncı yüzyıldan itibaren Protestanlık aracılığıyla modern toplumun bireycilik özelliğini kazanarak modern yaşama ayak uydururken, İslam bu konuda gerçekte kendi Rönesans ve Reformunu yapamadığı için modernleşme ile uyumu konusunda ciddi bir kriz içinde bulunmaktadır.”

“İslam ülkeleri içinde iktisadi, sosyolojik ve siyasi modernleşme alanlarında bir adım daha ilerde gözükmekte olan Türkiye’de kadınların kamusal yaşam alanıyla sınırlı tutulmasını savunan İslami bir yorum söz konusu değildir. Aksine tarikatlardan, cemaatlere uzanan geniş bir yelpaze içinde İslami kesim kadınlarının, kızlarının özellikle modern eğitim kurumlarıyla (lise, üniversite vs) bütünleşmesini, böylece kamusal yaşama dahil olmasını talep etmekte ve bunun için mücadele vermektedir. Dolayısıyla geleneksel İslam toplumlarında kadınların özel yaşam alanıyla sınırlı olması İslam’ın bir gereği değil, tarihsel ve sosyolojik şartların bir gereğidir.”

[1] el-Buhârî, "Enbiyâ", 51; Müslim, "İlim", 6; Ahmed b. Hanbel, II, 327, 450, 511
[2] ABD yönetiminin, Tunus’ta başlayan ve Mısır’la devam edip tüm Ortadoğu ülkelerini etkisi altına alan halk ayaklanmalarının ardından Ortadoğu ve Mağrip ülkelerinde İslȃmcı hükümetlere hazırlık çalışmalarına başladığına dair haber için bakınız: http://www.internethaber.com/obamadan-ortadoguya-islami-duzen-332433h.htm

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Burak Ertürk
11-03-11
E mail: darulhikme.org.tr
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
PROTESTANLAŞMA EĞİLİMİ, İKTİDAR, ERBAKAN HOCA VE 'SİYASET AKADEMİSİ' HAKKINDA DAĞINIK NOTLAR-1
Online Kişi: 24
Bu Gün: 349 || Bu Ay: 8.919 || Toplam Ziyaretçi: 2.242.148 || Toplam Tıklanma: 52.371.233