ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / MÜLÂKÂT
Okunma Sayısı: 497
Yazar: İhsan Fazlıoğlu ile mülâkât (Derleyen Muhammed Negiz)
BİR ÜSTAD FİLOZOF: TEOMAN DURALI-1

BİR ÜSTAD FİLOZOF: TEOMAN DURALI-1

Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu ile Yusuf Genç’in her Cumartesi günü TVNET kanalında bir sohbet tadında izleyicilerinin karşısına çıktıkları Soruların Peşinde adlı programın 11 Aralık tarihli dördüncü bölümünde gündem başlığı merhum Teoman Duralı Hoca oldu. “Bir Üstad, Bir Filozof: Teoman Duralı” başlığı çerçevesinde İhsan Fazlıoğlu Hocamız, Hocasına dair hatıralarından ve izlenimlerinden bir demet sundu. Yusuf Genç de sorduğu sorular ve yaptığı paylaşımlarla sohbeti daha da lezzetli hale getirdi.

Programın sonunda, konuşulanları metne aktarmaya karar verdim. Bu güzel sohbetten tutmuş olduğum notlardan başta kendim olmak üzere, okuyan herkesin kendisine bir hisse çıkaracağına inanıyorum. Bu vesile ile merhum Teoman Duralı Hocamız’a Allah’tan rahmet, sevenlerine ve öğrencilerine de sabr-ı cemil niyaz ederim[1]...

***

Efendim merhabalar… Yayınımıza hoş geldiniz. Yeni bir “Soruların Peşinde” ile karşınızdayız. Bendeniz Yusuf Genç… Kıymetli Hocamız İhsan Fazlıoğlu ile birlikte bugün yeniden soruların peşinde olacağız. Çünkü soruların cevaplardan daha önemli olduğuna inanıyoruz… Tabii, bu hafta biraz buruk ve hüzünlü başlıyoruz Soruların Peşinde’ye…

“Ölüler beni serinliğe yakıştıramaz
çünkü hiç kimse çıkmak istemez bu mevsimden dışarı”

Yorgun, İsmet Özel (1962)


Fakat geçtiğimiz hafta, bu mevsimden dışarı çıkan, daha güzel, daha gerçek, daha sahici bir mevsime giden… Ebedi yurdumuza uğurladığımız Teoman Duralı Hocamız’ın bıraktığı bir boşluk aslında hüznümüzün sebebi… 

Bugün, Allah izin verirse, Teoman Duralı Hocamızın etrafında, Hocamızın hikâyesini, birinci elden (İhsan Fazlıoğlu’dan)… Belki… Hocaların Hocası Teoman Duralı’yı konuşmaya çalışacağız.  Hem Hocamızın kişisel hayatını hem de Teoman Duralı’nın Türk düşüncesinde, felsefe-bilim geleneğimizdeki yeri, çabası ve katkılarını…     

Tekrar hoş geldiniz diyeyim…

I.BÖLÜM

İhsan Hocam… Üzülerek başladık…

Başımız sağ olsun…

Sizin başınız sağ olsun… Öyle diyeyim…

Hepimizin… Ailesinin, sevenlerinin, öğrencilerinin, yetiştirdiği Hocaların… Hepsinin… Hepimizin, milletimizin başı sağ olsun diyelim…

Eyvallah… Şimdi tabii şeyi gördük Hocam. Teoman Hocam biyoloji felsefesi alanında… Bunu özellikle… Şu yüzden belirtiyorum… Öyle çok da kitlesel bir karşılık bulacak bir şeyle meşgul olan bir Hocamız değildi.

Mesleki olarak…

Mesleki olarak…

Ya da uzmanlık alanı olarak… Mesleki de değil. Uzmanlık alanı olarak evet, belki biyoloji felsefesi ama Hocam bir entellektüeldi her şeyden önce. “L” burada çift; “entellektüel.”

Evet…

Bir entellektüeldi. O açıdan Hoca’nın insanlara değmesini sadece uzmanlık alanına indirgemek doğru değil… Akademik anlamda, uluslararası ya da ulusal felsefe-bilim camiasındaki üretimleri açısından belki biyoloji felsefesi merkezli idi ama bunun bir adım büyük ölçeği, bilim felsefesi… Bir adım daha, yani kümeyi biraz daha genişlettiğinde, genel olarak “felsefe-bilim” dediği Hoca’nın… O çerçevedeki hemen hemen tüm konulara değen ve onlarla uğraşan ve belirli konularda da özgün düşünceler geliştiren bir Hoca’ydı. Ama bunların da ötesinde, bir entellektüeldi. Daha da ötesini söyleyeyim… Bir insandı.

Eyvallah…

Bunu söyleyeyim.

Bunu şunun için tabii Hocam belirttim biraz. “Biyoloji felsefesi” diye, hususen… Yani sorun nedir? “Canlılar sorununa giriş” gibi kitap adları olan bir entellektüel... 

Kesinlikle doğru! Biyoloji felsefesinin Türkiye’de kurucusu zaten! 

Evet. Ama işte bu uğraştığı alanlar, çok öyle popülerleşecek alanlar olmamasına rağmen vefatı dolayısıyla şunu görmüş oldum… Herkes gördü. Türkiye’de çok fazla sayıda insana dokunmuş, iz bırakmış… Yani arkasından edilen hayır dualardan onu çıkardık. Şimdi siz, çok uzun yıllar tabi Hocamızın…

85’ten bu yana…     

Evet… 36-37 yıl, aşağı yukarı…

Evet…

Biraz Hoca’yı konuşmak istiyorum tabii ama… Hoca’nın düşüncesi… Türk düşüncesindeki yerinden önce biraz gündelik hayattaki Teoman Duralı… Kitaplarına yansımayanı…

Evet… Doğru! Şimdi tabii… “Bir insan hakkında konuşmak nedir?” önce onun hakkında bir kanaat sahibi olmamız lazım.

Bir çerçeveye alalım…

Evet, o çerçeveyi yapmadan yanlış anlaşılabilir bazı şeyler… Çünkü siz bir insanı ancak onunla paylaştığınız mekân-zaman miktarınca tanıyabilirsiniz. Yani insanı tanımak kolay değil. Hatırlarsanız geçen hafta “insanı tahsil etmek”ten bahsetmiştik. Dolayısıyla, Hoca’yı ya da herhangi birini tanımak, onunla alakalı mekân-zaman paylaşımının miktarına çok bağlı… Dolayısıyla da parçalı bir resim elde ediyorsunuz. Kim olursa olsun bu kendinizle alakalı bile söylenebilir ve bu mekân-zaman içerisindeki parçalı resimleri yorumluyorsunuz. Kendinizce… Kendi duygularınız, kendi düşünceleriniz, belki kendi kaygılarınız etrafında bunları bir araya getiriyorsunuz.

Tarihte bunun çok örnekleri var. Yani Sokrates’in bile iki farklı anlatısı vardır. Biri Platon’un… Biri Ksenophanes…  Bir bakıyorsunuz, apayrı iki Sokrates var ortada! İslâm dünyasında da belirli kişilikler için benzer durumla karşılaşıyoruz. O açıdan benim Teoman Duralı hakkındaki yorumum, Teoman Duralı Hoca’yla benim paylaştığım mekân-zaman kayıtlarıyla, anlamıyla sınırlı… Neticede, büyük oranda da bunlara ilişkin benim yorumumdur tabii… Yani muhakkak başka hocalarımızın, Hoca’yla birlikte yürümüş, birlikte mesafe katetmiş, birlikte yola çıkmış hocalarımızın ya da dostlarımızın farklı resimleri olabilir, farklı yorumları olabilir. Bu, birinci işaret etmek istediğim nokta…

İkincisi ise… Yeri gelmişken şunları vurgulamakta fayda var… Şimdi bizim insanımız, “Hoca bunu söylerdi,” duygusal bir milletiz biz. Bir açıdan… Ve duygularımıza da bir ölçü vuramıyoruz yer yer… Bu da severken dövmeye, döverken sevmeye, ağlarken gülmeye, gülerken ağlamaya neden oluyor. Çünkü haddini aşan şey, zıddına dönüyor.

Özellikle bir tehlike var, bu tür insanlar söz konusu olduğunda… O da şudur… Ben bunu başka vesilelerle, rahmetli Akif Emre bağlamında da söylemiştim… Sevdiklerimizi, adı üzerinde “sevmek”, duygu durumu… İdealize ediyoruz… Ve bu idealize ettiğimiz zaman büyük bir tehlike ortaya çıkıyor. Gençlerin onları örnek alamamasına neden oluyor. Çünkü idealize ettiğiniz insan, sadece aklınızla kurduğunuz bir insana dönüşüyor… Ve öyle bir kişi ortaya çıkıyor ki takip edilemez! İstisnai bir durum… Bunu Hoca istemezdi.

Hoca, her şeyden önce… Yani Teoman Duralı Hoca’ya sorsanız, “Sizi ne olarak tanımlayalım?”, “İnsan olarak tanımlayın” derdi… Yani bir insanla muhatap olduğumuzu bilelim.

Bunu niye vurguluyorum?

Bu, bizim kendi tarihimizle olan ilişkimizde de çok ilginç… Âlimlerimizi, şairlerimizi, sanatkârlarımızı, düşünürlerimizi, filozoflarımızı, büyük âlimlerimizi, mutasavvıflarımızı öyle bir anlatı içerisine sokuyoruz ki, öyle idealize ediyoruz ki gençler onları kahraman olarak benimseyemiyor. Hâlbuki gençlerin kahramanlara ihtiyacı var. Bunu hep söylüyoruz.

Niye?

Çünkü onu hem taklit etme anlamında hem de örnek alma, ona öykünme, onun hikâyesine katılma ve o hikâyenin bir parçası olma ve oradan kendi hikâyesini üretme anlamında bir zorlukla karşılaşıyor… Büyük bir yarık! Büyük uçurum oluşuyor…

Dolayısıyla Teoman Hoca’yı anlatırken de böyle bir hataya düşmemek lazım ki gençler örnek alınabilecek bir kişilik olduğunu gözden kaçırmasınlar… Aradan kaymasın o yani… Ona çok dikkat etmek lazım…                 

Eyvallah… Bunu o zaman Hocam… Şöyle konuyu değiştirme tehlikesini göze alarak ama değiştirmeyeceğime de söz vererek…

Evet…

Bir parantez açıp sorayım… “Tarihle ilişkimiz” de böyle dediniz ya?

Evet…

Tarihteki en büyük isimlerimizde… Bu, yapıldığına göre bir şey dolayısıyla bu yapılıyor. Bir sorun ya da artı bir şey…

Yok!

Nedeni?

Anladım ama nedeni? Güzel (bir soru) ama her zaman böyle bir “katakulli”, bir art niyet değil de duygusallığın kontrol edilemezliği ile de alakalı…

Evet…

Başka şeyleri de var tabii… Bazı insanlar, yaşadıkları dönemde bu isimler etrafında bir iktidar alanı oluşturuyorlar ve belirli bir sosyal statü, entellektüel statü, iktidarla falan elde edebiliyorlar. Yani şunu çok acı bir şekilde söyleyeyim… Âlimlerimizi, düşünürlerimizi, mutasavvıflarımızı öyle bir anlatıyoruz ki peygamberden daha mucizevi! Daha üstün bir yerdeymiş gibi… Yani “yemiyormuş-içmiyormuş”a dönüştürüyoruz meseleyi. Tüm fizik kurallarını, peygamberin “İsmet” sıfatının da üstünde bir anlatıya! Bu, hoşumuza gidiyor ama bir süre sonra o insanlarla irtibatımızı kaybediyoruz.  Mitleşiyorlar çünkü… Mitleşip efsaneleştiği zaman, tanımdan kaçıyor o… Tanımlayamadığınız bir varlıkla nasıl irtibat kuracaksınız?

Cenab-ı Hak’tır o! Tanımlayamadığınız… En azından kendi teorik zekânızla tanımlayamadığınız bir varlık…

Âlimlerimizi de böyle dağıtıyoruz! Varlığını dağıtıyoruz… Somutluğunu kaybediyor…  Dolayısıyla, önümüze koyup örnek ve bir misal olmaktan çıkıyor, mesele dönüşüyor. Bu çok önemli şey… Bir misal yani örnek olmaktan çıkıyor, bir mesel, masala dönüşüyor! Masala dönüştüğü zaman da o sizi belki duygusal olarak tatmin ediyor ama onu somut hayata indirgeyip takip edeceğiniz izleri kaybediyorsunuz! Onun için bunu Teoman Hoca’ya da yapmamak lazım.

Eyvallah. Tam örneği de aslında şu… Bugün daha konuştuk, birkaç saat önce… Siz, Teoman Hoca’nın eleştiri… Öğrencileri ile ilişkisi anlamında… Bunu şimdi soracağım… Bir şey söylediniz, tekrar anlatmanızı isteyeceğim… Bende canlanan ilk fotoğraf, İmam-ı Azam’ın, Ebu Hanife’nin öğrencileri ile kendi fikirlerini tartıştırdığı hikâye… 

Şimdi, o zaman şuna girelim Hocam… Hocaların Hocası diyoruz… Hakikaten çok büyük isimlerin yetişmesine katkı sağlamış…           

Ona yakın profesör var yani yetiştirdiği…  Sadece profesör!

Evet…

Doçenti, doktor öğretim üyesini saymıyorum…

Saymıyoruz… Bir de şeyi merak ediyoruz doğrusu… Hoca nasıl bir hocaydı?

Evet… Güzel… Şimdi, iki kelime ile özetleyebiliriz: Bilgi ve görgü… Ve bunlar birbirini tamamlayan… Hoca’da bir bilgi vardı… Şimdi bilgili insan çoktur… Sahasında çok uzman insanlarımız var. Bir de görgü dediğimiz bir şey var.

Burayı biraz net anlaşılsın diye hocam… Bilgiden kastımız kendi uzmanlık alanının…

Kendi alanında uzman olabilir… Genel kültürü güçlü olabilir… Mesela dil bilmesi… Hoca’nın en önemli özelliklerinden biri... Fazla dil bilebilir… Kendi alanında özgün, yaratıcı düşünceler üretebilir. Bu tür insanlar çoktur. Bunların bir kısmı da asosyaldir hatta…

Bir de görgü dediğimiz bir şey var. Yani oturmasını, kalkmasını bilmesini kastetmiyorum sadece... İnsanlarla nasıl ilişki kurulur? Onun hiyerarşisi nasıl takip edilir? Ben kişisel olarak bir şey söyleyeyim. Hoca’da mesela bu bilgi ve görgüyü tamamlayan iki şey vardı: Muhabbet ve hürmet. Yani Hoca’nın ilişkilerinde, eylemlerinde bir muhabbet tarafı var, bir de karşı tarafta Hoca’ya uyandırdığı bir hürmet…  Yani bu, şunun için çok anlamlı: Hoca bizde bir baba-oğul ilişkisindeydi ama inanılmaz bir şekilde hürmet ederdik Hoca’ya… Yani o sınırı çok iyi korurdu. Bize bir muhabbeti vardı fakat bizde de o muhabbetin karşılığı olan hürmet oluşuyordu. Bunu nasıl beceriyordu bilmiyorum. Dolayısıyla Hoca’ya karşı hiçbir zaman amiyane tabirle “sulu” davranamıyorduk. O sınırı hep gözetiyordu. Fakat bu sınır sert, keskin bir sınır değildi.

Duvar örmüyordu…

Duvar örmüyordu… Bir muhabbet sınırıydı… Bu muhabbet sınırı da karşı tarafta bir hürmet oluşturuyordu. Bunun nedeni de bu bilgi ve görgünün ürettiği saygı… Hocanın her şeye saygısı vardı. Fakülteden çıktığımızda tüm elektrikleri kapatıp çıkardı mesela…

Kendisi bizzat…

Tabii… Bir bitki orada… Dalları kırılmışsa mesela… Böyle bir saygısı vardı Hoca’nın… İnsana bunu uyguladığında, şöyle… Hoca’nın mizaca saygısı vardı… Biyolog olduğu için onu çok iyi bilirdi. Yani her insanın bir âlem olma ilkesini esas alıp mizaçlara saygı gösterirdi. Dolayısıyla, insanların mizaçlarından kaynaklanan, yani akıllarının eşlik etmediği yanlışlara karşı tahammülü çok yüksekti.  “Onun mizacı böyle. Yapacak bir şey yok” derdi, “İhsancım. Ne yapalım şimdi? Dövelim mi adamı? Kıralım mı? Mizacı zorlarsan kırılır” derdi mesela... Bu çok gözlemlediğim bir hadisedir. O açıdan ister yabancı, ister Türk, ister öğrenci, ister genç-yaşlı fark etmez... Hoca ile olan ilişkilerde, ziyaretlerde benim gözlemlediğim buydu.

Gelen kişiyi tüm kayıtlarından azade, insan olarak saygıya değer bulurdu. Ve onun fikriyatı, inançları, ne olduğu falan çok önemli değildi ilk aşamada. Sonra sonra onlara girerdi.

Şimdi bunu yeri gelmişken akademide de bunun çok acılarını gördüğümüz için söyleyeyim. Herkes çok konuşuyor tabii. O eleştiri meselesine geçeceğim ama… Türkiye’de bakınız bakalım… Öğretim üyesi alımlarında… Asistan alımlarındaki kriterlere bir bakalım. Yani sırf felsefe bölümleri için söyleyeyim. Felsefe bölümünde… Üniversiteleri şöyle bir istatistiki olarak inceleyin bakalım felsefe bölümlerinde farklı düşünen kaç tane öğretim üyesi yan yana gelmiş?

Yönetimden?

Yani bir bölüm, genelde aynı şekilde düşünen insanların alındığı bir “çete”ye dönüşüyor birden. Aynı şekilde düşünen… Çünkü o bölümü kim kurmuşsa… Ya da o anabilim dalını kim kurmuşsa, aldığı isimler de buna göre organize oluyor.  Çünkü alımlarda “x” şey (kişisi) bizden mi?

Hani ben sık sık şunu söylerim ya; “Türkiye’de işler düzelecekse ‘Bu işi bizden kim yapar?’ sorusu yerine ‘Bu kişi kim yapar?’ sorusunu koymamız lazım.” Genelde Türkiye’de işler böyle gidiyor. Herkes birbirini eleştiriyor ama Türkiye’de şöyle bir şey var: Herkes başkasının namuslu olmasını bekliyor. Kendisi “seçilmiş” olduğu için, “seçkin” olduğu(?) için…

Onun için mesela Hoca tam da böyle biriydi… Hoca’nın yanındaki asistanlar bile farklı farklı insanlardı. Çünkü Hoca, hiçbir zaman öyle bir çete kafasıyla hareket etmedi. Yani bunu şunun için söylüyorum. Hoca’nın mesela ilişkilerinde üç temel kriter var, yola çıkacağı insanları seçerken… Üç temel kriter var:

  1. Birincisi, vazgeçilmez bir kriterdir. Türk milletinin ve devletinin varlığıyla problemli olmayacak. Bu kadar!

Muhalif olabilir, farklı düşünebilir, eleştirebilir… Onlara muazzam bir saygısı vardı. Ama Türk milletinin ve devletinin varlığıyla bir problemin varsa bu ülkede bulunmaman lazım. Yani tabii, “varlığıyla” ama! Uygulamalarıyla değil, eylemleriyle değil… Orada son derece açıktı Hoca ve çok da tahammülkârdı. Kendi inançlarının, kendi kabullerinin zıddına (olan) fikirleri de büyük bir sabırla dinlerdi. Bu sabırla derken, tekellüf cihetinden değil… Yani onu bir külfet olarak görmezdi. Çünkü mizaca saygı, dedim ya? Bu çok önemli…

  1. İkincisi, Hoca’nın dediği… “Pespaye bir adam olmayacak.” Yani düşük karakterli… İşte başkasının malında, namusunda gözü olan… Böyle “pespaye” derdi Hoca ona… Bu tip olmayacak. Çünkü onla iş yapamazsın, akademisyen olmaz.
  2. Üçüncüsü ise ehliyeti… Yani yaptığı işi iyi yapacak.

Bunun dışında hangi memleketten, hangi inançtan, hangi mezhepten, bunlara bakmazdı. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıysa… Türkiye’de tabii… Dışardaysa dışardaki insanlara göre iş tutardı. Bu açıdan herkes bunları konuşur da… Yapmaz!  

Bunun delili, kanıtı nedir? Hoca’nın etrafında bulunan insanlar… Ben işte… Diyelim ki benden büyük olan hocalarım… Hoca’nın böyle ilk öğrencileri… Biz… Benden küçük olan… Şöyle bir fikriyatımıza baktığımız zaman; biri Maçin’de, biri Çin’de… Biri uzayda… Öyledir, çok farklıdır. Ve hepsi de Hoca’nın talebesidir. Hepsi de aynı derecede Hoca’yla ilişki kurmuş insanlardır.

Bunu becermek kolay bir iş değil işte… Bu, saygı… Temelde saygı… Saygının da iki bileşeni var; bilgi ve görgü. Hoca’nın insanlarla ilişkileri bilgi odaklı ve görgü odaklıydı. O açıdan etkisi de, insanlara değmesi de, belirli bir sevgi halesi oluşturması da bununla çok alakalıdır (diye) düşünüyorum. Dolayısıyla bunlar gelip neye dayanıyor? İnsan olmasına dayanıyor.

Şimdi bu eleştiri konusu da… Biraz önce sorduğun ve benim ertelediğim soruya gelmek istiyorum. Şimdi yine bu programda mı, başka yerde mi söylediğim, hatırlamıyorum ama bizde, Türk düşüncesinde ya da Türkiye’de düşünce üretilmesini eleştiri eksikliğine bağlayan insanların… 56 yıllık ömrümde, 35 yıllık akademik hayatımda gördüğümü söylüyorum; en tahammülsüz olanlar da bunlardır, bu şikâyette bulunanlardır. Ben bunu gördüm yani…  Mikrofon açıkken işte, “Bizde eleştirel düşünce yok, bizde kimse fikre tahammül…” Eleştirdiğin zaman kıyameti kopartır!    

Şimdi, Hoca ile ilgili anım şu: Hoca’nın “Küresel Medeniyet” kitabı yayınlanmıştı[2]. O zaman “Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti” olarak çıkmıştı. O kitap dolayısıyla ceza aldı. Kimse bunu bilmez. Tabii, o kitabı bahane ederek Hoca’ya üniversite o dönemin şartlarında ceza verdi. Sebebi buydu ama başka şeyle verdiler tabii. Onu da burada ilk defa söylemiş olayım. Şimdi o kitabın yayınlanmasında benim de tabii biraz katkım oldu. İşte yayıneviyle… Gittik İlhan Kutluer Hocamız o zaman, o yayınevinin danışmanıydı. Aracı oldu filan…

Kitap çıktı… O zaman ilk çıktığında küçük bir kitaptı açıkçası. Hoca, baskı çıktıktan sonra her birimize birer nüsha dağıttı. Hoca’nın âdetidir.

Öğrencilerine?

 

Tabii… Sadece öğrencilerine değil…  Tüm bölümdeki hocalara hem kitaplarını hem makalelerini dağıtırdı. Şimdi ben öğrencilerine dağıtmasını anladım ama tüm bölüme dağıtmasını… Şöyle bana cevap vermişti… Artık bunları söyleyebiliriz. “Belirsizlik korku yaratır. Muhayyileyi (hayal gücünü) besler ve insanlar sizi farklı görmeye başlarlar. ‘Ne yaptığımı herkes bilsin ki arkamdan farklı şey düşünmesin’ diye” yaptığını söylemişti bana… Ama öğrencileri için tabii bunu düşünmüyor… Öğrencileri ile neticede paylaşıyor.

Kitabı verdikten sonra dedi ki bana; “İhsan, tüm arkadaşlara söyle. Bir ay sonra… (Kitabı okunacak şekilde. Çünkü bir ay içinde okunabilir bir kitap.)   Bir ay sonra kitap hakkında bir değerlendirme toplantısı yapalım.”

Şimdi, değerlendirme derken, hani, nasıl alıştık biz? “Aa Hocam çok iyi yazdın!” diyoruz tabii (gülüyor…).

Dedi ki; “Herkes, eleştirilerini çıkarsın. Neler yanlış var? Nelere katılmıyoruz? Bunları müzakere edelim.”

Ben, içimden dedim ki; “Herhalde deniyor Hoca bizi. Neyini eleştireceğiz biz? Öğrencisiyiz yani…” Neyse, tüm hocalarımıza kitabı dağıttık. Asistan arkadaşlar, bizden büyük olan hocalarımız… Ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nün kütüphanesinde çaylar eşliğinde oturduk. 

Eleştirinin moderatörü de Hocamız’ın ilk öğrencisi olan, değerli Hocamız Cengiz Çakmak Hoca… O zaman doçentti Hocamız ve o, moderatörlüğünü yaptı… Moderatör diyorum ama ilk eleştiriyi de o başlattı. Yaklaşık üç saate yakın orada biz Hoca’nın kitabı hakkında kanaatlerimizi serdettik. Hani biz yine edebimizi muhafaza ettik, çünkü ben dediğim gibi hala inanamıyorum… “İmtihan mı ediliyoruz? Bir sınav mı bu?” falan gibi düşünüyorum. Çünkü Hoca’nın bir karizması var, bir otoritesi var… Entellektüel bir insan… Yani neyini eleştireceksin diye bakıyoruz biz olaya… Alışkanlıklarımız buna müsaade etmiyor açıkçası… Ama Cengiz Bey…

O alışkanlığı sağlayan şey tabii başka bir örnek Hoca görmemişlik…

Örneklik yok önümüzde tabii ki… Yetiştiğimiz kültür, gelenek diyoruz da… Ama Cengiz Hocamız, çok ağır eleştiriler yaptı.

Hoca, piposunu yaktı… Pipo eşliğinde –O zaman yasak değildi kapalı yerlerde içmek- dinledi. Ben Hoca’yı izliyordum. Yani çok ağır eleştirilerde mimikleri, jestleri… Yok, gayet rahat… Not alıyor…

Bittikten sonra Hoca, tüm eleştirilere sırayla cevap verdi ve inanır mısınız, yüzde yetmişini kabul etti. “Kitabın ikinci baskısında ben bunları dikkate alacağım” dedi ve hepimize teşekkür ederek emeklerimizden dolayı, dağıldık.  Bu, benim hayatımda unutmadığım nadir sahnelerden biridir.

Bir Hoca’nın örnekliği böyle bir şey… Lafla olmuyor bu! Ya da yalan söyleme değil de en kritik anda doğruyu söyleyerek örnek olmak vardır ya? O açıdan Hoca’nın bu örnek olma durumu… Şimdi biliyorsunuz biz Hoca’ya aramızda “usta” deriz. “Ustamız şöyle… Ustamız böyle…”

Şimdi, Hoca’nın Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi’nde, şimdiki Milli Eğitim Bakanımız Mahmut Bey’in –O zaman rektördü- girişimiyle bir fahri doktora verildi. Hocamız Zonguldaklı’dır. Ben orada bir konuşma yapmıştım. “Bir Üstad ve Filozof Olarak Teoman Duralı…” Orada söyledim; Kime “üstad” denilir? Usta, üstadın kısaltılmışı malumunuz… Onun bizde üç anlamı var… Yani bir kişiye öyle kafanıza göre “usta” diyemezsiniz.

  1. Birincisi; örnek olmak…  Yani bir insan, muallim, müderris, profesör, doçent, öğretmen, kimse… Örnek olacak!

Topyekûn bir örnek… Kişisel yaşantı…

Tabii, tabii… Her açıdan… Duruşuyla, kalkışıyla, bilgisiyle bir örnek olacak…

  1. İkincisi; “mutkin olmak” derler… Yani yaptığı işi, maddi ve manevi gücünün yettiği oranda son sınırına kadar yaptığını bize ihsas ettirmesi lazım. Hoca, işini iyi yapardı. Çok iyi yapardı hem de…

Şimdi bak, bir anımı anlatayım…  Ben bunu başka mecralarda anlattım. Hoca’nın yüksek lisans dersini alıyoruz. Bir konu anlattı Hoca… Kant’ı anlatıyordu… Ben de bir benzeşimden hareket ederek Cahız’a bir atıf yaptım. Dedim ki; “Hocam, Cahız, Kitâbü'l-Ḥayevân’da şöyle şöyle diyor…” Nereden okumuşsam…

Hoca, Cahız’ı çok iyi biliyor. Tezinde kullanmış, biliyorum ama… Şimdi, bağlam dolayısıyla irtibat kuramadı Hoca ama beni de bozmadı. “Ya ne alakası var?” da demedi. Çünkü ciddiye alıyordu öğrencilerini Hoca… Hoca’nın tabii derslerine girerim. Nasıl anlatırdı… Hoca’nın odasına gidip geliyoruz tabii… Odası açıktı. Kitaplar (üst üste) yığılmaya başladı… (Gülüyor…) Cahız’la alakalı yalnız. İspanyolca, İtalyanca, İngilizce… Hocada dil çok! Almanca, neyse… Cahız’la alakalı hangi dilde kitap varsa onlar yığılmaya başladı böyle (üst üste)… Kütüphaneden alıyor, getirtiyor falan…

6 ay sonra, Hoca bize, benim o katkıda bulunduğum bağlamı dikkate alarak bir Cahız sunumu yaptı… Fakat kesinlikle bana atıf yaparak, beni rencide ederek değil, sanki doğal bir bağlammış gibi… Ama biz anladık tabii… Ve inanılmaz bir Cahız dinledik Hoca’dan! O kadar güzel hazırlandı! Orada (derste) geçiştirmedi, halının altına süpürmedi, hocalığın gereği neyse onu yaptı. Dolayısıyla bu örneklikler insanı etkiliyor. Bunları siz bir iyi yaşam kitabı, iyi Hoca olma kitabı yönergesi…

Bakın menâkıb çok önemlidir bizim geleneğimizde… Menâkıb… Özellikle tasavvufta. Niye? Çünkü ameli aklın ya da eylemin epistemik doğrulaması, bilgi doğrulaması kitapla olmaz, davranışlarla olur. Biz niçin bir mutasavvıfın, büyük bir sufinin menâkıbını önemseriz? Çünkü onun iddialarının tam tahakkuk etmesi, tam gerçekleşmesi ve iddialarının doğrulanmasıdır. Menâkıbın en önemli özelliği budur. Onun için büyük insanların menâkıbları, aynı zamanda onların iddialarının doğrulanmasıdır.

Hani, ben şöyle bir cümle kurmuştum? “Bir insanın yaşamı, kendi hakkındaki rüyasının yorumudur.” Dolayısıyla menâkıbları, o kişinin iddialarının bir yorumu… Nasıl yaşadığı, yaşama ilişkin, hayata ilişkin iddialarının cisimleşmiş, tecessüm etmiş, dışarı çıkmış bir hali… O açıdan çok önemlidir bu tür menâkıblar…  

Meseleyi de meselleştirmeden misal olarak kalmasını sağlayacak…

Ben de bunu söyleyeceğim… Örneklik böyle oluşuyor… Siz bir sufiyi, büyük bir sufiyi, büyük bir âlimi örnek alırken işte bu somutluklar üzerinden örnek alıyorsunuz. Yaşamış çünkü bunu! Fiili olarak… Sadece bunu sana söylemiyor. “Yap” demiyor, yapıyor. O, yaptığı için, o bir temsil olduğundan dolayı, o temsil…

İşte misal, mesel, masal, timsal… Hepsi aynı kökten gelir biliyorsunuz.  Atasözü de meseldir değil mi? Mesel de misalden gelir. Atasözü de bir örnekliktir. Masal da aynı şeyden gelir. Anlatabiliyor muyum? Aynı kök bunlar… Hoca’da biz misal kelimesinin tüm açılımlarını görürdük… Böyle, bu tür uygulamalarından dolayı… Yeri geldiğinden birçok anımı paylaşabilirim bu açıdan…

  1. Bir de ustanın üçüncü bir anlamı da “önde olmak” demek… Herhangi bir konuda, beraber yürüdüğün insanların önüne geçebilmek… Niçin? Daha önce bunun tecrübesine sahip olmak… Basit bir örnek; Yolda yürüyorsunuz… Ormanda nasıl gideceğinizi bilmediğiniz zaman birinin öne çıkması lazım, işte o da ustadır…

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: İhsan Fazlıoğlu ile mülâkât (Derleyen Muhammed Negiz)
10-01-22
E mail: dunyabizim.com
 
 
Yorumlar: 2
Doğruluş
Okur'a teşekkür
Tarih : 24-01-22

Teşekkür ederiz kardeş, güzel hatırlatma.

 
Okur
Emek
Tarih : 23-01-22

Merhabalar, Yaptığınız alıntıyı hazırlayan kişinin ismini yazmanız doğru olur. Emeğe saygı adına. İyi çalışmalar.

 
BİR ÜSTAD FİLOZOF: TEOMAN DURALI-1
Online Kişi: 26
Bu Gün: 204 || Bu Ay: 2.660 || Toplam Ziyaretçi: 2.322.400 || Toplam Tıklanma: 53.815.580