ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / MÜLÂKÂT
Okunma Sayısı: 316
Yazar: İhsan Fazlıoğlu ile mülâkât (Derleyen Muhammed Negiz)
BİR ÜSTAD FİLOZOF: TEOMAN DURALI 4

BİR ÜSTAD FİLOZOF: TEOMAN DURALI-1

Eyvallah…  Hocam, gene Hoca’nın etrafında tartışma oluşan başlıklardan biriydi “Dil” meselesi… Bir tane Hoca’nın çok eski tarihliydi aslında, Harf İnkılâbı da dâhil olmak üzere dilde sadeleştirme meselesiyle ilgili, “bunun bir katliam olduğu”nu söylüyor…

Söylüyor tabii, Hoca bunu söylüyor…   Öyle bir kanaati var Hoca’nın… Şimdi bu da çok hassas meselelerden biri… Çünkü duygusal şeyde tartışılıyor… Kesinlikle bu konuda kimse, kimseye karşı entellektüel, teorik bir tahammülü yok! Hiçbir kesimin ama!

Yani en aydınlanmacı, en bilmem ne insanların… Yanlış hatırlamıyorsam Derrida’nın… Değil mi? Derrida’nın, “Alfabe değişikliği, Dil Devrimi” konusundaki bir mektubu[6] var… Eleştiren… Onu bile… Ben Kemalist kesimin eleştirisini okudum…  Hakikaten üzücü…  Çünkü duygu durumu, entellektüel bir mülahazayı kaldırmıyor. Pozisyon(lar) alıyor hemen insanlar, savunmaya geçiyorlar… Anlatabiliyor muyum?

Her taraf bunu yapıyor. Ya bu mesele böyle duygusal ele alınacak, tartışılacak bir şey değil. Onun için bunlar, müzakereye açık meseleler değil. Müzakere edemiyorsunuz insanlarla… Herkes kendi pozisyonunu alıp karşı tarafa saldırmaya başlıyor. Onun için, konuşma daha iyi!  

Hoca’nın kanaatine gelince… Hoca böyle düşünüyordu… Mehmet Genç Hoca da farklı düşünmüyordu… Mehmet Genç Hoca, bunu biraz yumuşatmış, “Evet, alfabe Türkçe’yi çok ifade etmiyor belki bu Latin alfabesi olmasa bile bir şekilde değiştirilecekti. Mevcut Arap(ça)… Çünkü Ahmet Cevdet Paşa, Mustafa Reşit Paşa, Enver Paşa dönemlerinde biliyorsunuz, bunlarla ilgili teşebbüsler oldu ama dilin sadeleştirilmesi iyi olmadı” diyordu Mehmet Genç Hoca… Yani kelime hazinemizi hızla azalttık…

Mesela o bilgi bile Hocam, bu tartışmayı bir yere koyuyor değil mi? V.Murat’tan itibaren izleri var mesela…

İnsanlar tartışsın bunları… Yani yüksek entellektüel seviye bunu tartışsın ama hiç kimse bunu tartışmaya hazır değil. Yalan söylemesin kimse yani.

Fakat şeyi ayırıyorsunuz… Hoca da ayırıyor zaten… Alfabe değişikliği ile sadeleştirme adı altında…

Mehmet Genç Hoca bunu ayırıyor…

Şimdi, dildeki hızlı, semantik, yapısal değişiklikler semantik travmalara neden oluyor. Bu bilimsel bir şey canım. Yani anlam kaymalarına neden olur. Bunun kimse iyi olduğunu söylemiyor. Attilâ İlhan da eleştiriyor canım... 

Bunun gerekliliği başka bir konu... Yapılış tarzı başka bir konu… Sonuçları başka bir konu… Bu ciddi açılardan tartışılması gereken bir konu. Ama bunu kimse tartışmaya hazır değil!

Burada enteresan bir şey var Hocam… Şöyle… Attilâ İlhan dediniz, haliyle… Yani sağlıklı, namuslu düşünen, düşünce üreten herkesin burada sorunlu bir şey olduğuna dair bir kanaat… Yani kimse iştirak etmez sadeleştirme adı altında yapılan şeye diyorum. Fakat iş oluyor bir şekilde…

Fakat şöyle…  Oldu, bitti ama bak… Yüz yıl geçti. Şimdi Fatih Sultan Mehmed’i eleştiriyorlardı… “Başkenti İstanbul’a niye getirdi? Edirne, ordan bizim (Batıya) gitmemiz lazım” diye…  Aç o dönemin kaynaklarını, oku… Şimdi tutup ne yapalım yani? Edirne’den Belgrad’a mı alalım başkenti? Oldu, bitti bunlar. Ya da Şah İsmail’le Yavuz’un kavgasını eleştiriyoruz, eleştirebiliriz.

Yüz yıl oldu bu! Şimdi burada önemli olan, oturup bir masada kayıplarımızı telafi edelim. Şimdi açıkça söyleyeyim… Bunda şikâyetçi olanlar, klasik metinleri Türkçeye kazandırma konusunda ne teşebbüste bulundular? (Hiç…) Yani…

Bir de bunları ele alırken, şöyle ele almamız lazım: Dil, alfabe bunlar kültürel meselelerdir. Dini meseleler değil. İtikada ait meseleler değil. Kültür bunlar ya! Kültür değişir yani.

Akaid meselesi gibi davranma…

Değil ya… Yani bunlar tamam… Tabii, bak bana Erdal İnönü rahmetli ne dedi, biliyor musun?  “Saltanın kaldırılmasına muhalifti bizim aile ilk zamanlar… Yani İngiltere’deki gibi böyle sembolik olarak tutsak, tarihi bir millet oluruz…”

Ben sordum bu soruyu… O da bana durup dururken anlatmadı bunu. “Tarihsel bir millet olurduk, yani bin yıllık hanedanımız var derdik. Ama olmadı” dedi yani… Ve bunu bu şekilde anlattı rahmetli…

Gayet doğal ya!

Şimdi şu yapılabilir; “Ya saltanat bir şekilde, hanedan devam etsin…” Tartış bunu ama bunu duygu durumuna getirip dini bir meseleymiş gibi, ya da ne bileyim ben, ideolojik bir meseleymiş gibi tartışmaya gerek yok. Bunlar tarihsel hadiseler… Diller değişir… Türkler kaç tane alfabe kullandı? Kaç tane kültür havzası değiştirdi? Medeniyet havzası değiştirdi?

Ama tekrar ediyorum… Bu meseleleri ben de tartışsam, ben de burada bir fikir serdetsem, bunun çözümü yok! Niye? Çünkü kimsenin bu meseleyi çözmek gibi bir niyeti yok! Bunlar, Türkiye’de iktidar alanı oluşturmak için kullanılan malzemeler…

Cumhuriyet… İstiklal Harbi… Devrimler… Abdülhamid meselesi… Yani İkinci Mahmud’a kadar gidiyor bu… İkinci Mahmud’dan itibaren ki meselelerimizi biz Türkiye’de iktidar alanları oluşturmak için kullanıyoruz... Kavga aracıdır bunlar!  Belirli, sembolik çatışmaların araçlarıdır, gereçleridir, enstrümanlarıdır. Buradan bir yere varamayız. Ne ben varabilirim, ne rahmetli Teoman Hoca varabilir, ne Mehmet Genç Hoca varabilir, ne Attila İlhan varabilir, ne de bunu kayıtsız şartsız savunanlar varabilir.

Çünkü bunların meselesi... Buradaki mesele bir şey çözmek, ya bir yanlış olduğu, ya da doğru olduğu… Şunu şu şekilde değil! Çatışma alanları oluşturmak, semboller üzerinden kimlik çatışmasına dönüştürmek… Mesele bu yani!

Onun için ben bu konuda doğruyu söylesem, çıksam da çok güvendiğimiz birine bir vazife versek… Desek ki; “Sen bu konuda tarafsızsın. Senin nihai kararlarına uyacağız…”

Ben Kanada’da iken böyle bir tartışma olmuştu…   Taylor… Charles Taylor… Meşhur bir filozofu görevlendirdiler… Dediler ki; “Senin kanaatini uygulayacağız.” Başörtüsü konusundaydı zannediyorum… Rapor verdi ve herkes uyguladı. Kimse itiraz etmedi. Çünkü büyük bir filozof, düşünür diye…

Biz, böyle bir adam bulsak Türkiye’de… Hiç kimse itibar etmez! Kendi lehine ise itibar eder!

Bir de… Geçmiş bir hikâye artık…   Bunda doğru muydu, yanlış mıydı konuşulabilir…

Hiçbir konuyu görüşemiyor, tartışamıyoruz canım… Yani Yunus Emre üzerinde bile insanlar anlaşamıyorlar ki… Çünkü herkes kendi kimliğinin kavgası peşinde… Seni dinlerken bile o kimliği besleyecek bilgiyi alıyor… Senin ne demek istediğine kimse bakmıyor yani. Nedir? Bir çiğlik ve olgunlaşmamışlık, akil baliğ olmamaklık durumu bu!  Baliğiz ama akil değiliz yani.

Zannediyorum onu görerek söylediniz, Hacıbektaş üzerinden yakın zamanlarda… “Şuracı mıydı, buracı mıydı?” diye… “Ne söylüyordu?” sorusunun cevabı ıskalanarak…

Ya şimdi Yunus Emre’nin bir şiirini alıyor adam, oradan bir yere gidiyor. Öbür şiirini alıp oradan başka bir yere gidiyor. Yani Yunus Emre’yi anlayalım, kendi bağlamına oturtalım… Farklı düşünen… Katmanlı da düşünebilir bu adam ya! Tek bir görüşü de olmayabilir. Çağın yaşına göre değişmiştir… Bu değil mesele… “Ben Yunus Emre’yi kendi pozisyonumu güçlendirmek için nasıl istihdam edebilirim?”

Diyelim ki, Şah İsmail-Yavuz kavgasını… Ya ikisi de benim tarihim… Yani, Şah İsmail de, Yavuz da benim tarihim. Bu şekilde bakıp bunu bir bilgi konusuna dönüştürmüyoruz ki! Duygu konusundan gidiyoruz. Duygular kavga… Duygular parçalanmaz, duygular rasyonalize edilmez. Duygu, üzerine analitik, sentetik muamele yapılabilecek bir şey değil ki!

“Ben âşık oldum falancaya… Gel bunu teorik olarak tartışalım.”

Mümkün mü bu? Duygu durumundan kurtarılmadığı müddetçe kavga edersin. Yakın tarihimiz de duygu durumu şu anda… Her kesim için… Kavga edip duruyoruz.

Kavga etmemek için biraz zaman lazım gibime geliyor. Yanlışı yanlış olarak, doğruyu doğru olarak kabul etmek ve bunun üzerinden gitmeye kimse hazır değil yani… Kimse boşuna yalan söylemesin.

Duygu durumu…

Hatırlarsan, şunu demiştik… Çok özür dilerim, sözünü kesiyorum.  Yani, herkesin aslında zihninde, arkada kalmış bir şema var da, kimse sahnede bunu söylemiyor dürüst bir şekilde…

Yani inanmayan adam, gidip dua yapıyor… Kimse kusura bakmasın. Ben buna inanmıyorum.  Ya da inanmayan adam gidip Anıtkabir’de saygı duruşunda bulunuyor. Ya, bunları çözmek lazım…

İnsanları bir şeye icbar etmemek lazım… Ahlaki değil ya! İnsanları hasta ediyoruz. İnsanların kendi kimliklerini sahnede temsil etme imkânı ve toplumun ortak kabullerine uygun olarak yapmasının şartlarını bizim belirlememiz lazım. Herkes kendisini dayatınca…

Yani bak, bu ülkede Ramazan’da “Ramazan Bayramı” da denirdi, “Şeker Bayramı” da, “Şükür Bayramı” da… Ama biri kalkıp dedi ki; “Ramazan yasak, şükür de zaten yasak, Şeker Bayramı diyeceksin…” Sen böyle yapınca, diğeri de pozisyon aldı. Dedi ki; “Şeker Bayramı” demem ben kardeşim!”

Bu ülkede “Tanrı” da deniyordu, “Allah” da deniyordu, “Huda” de deniyordu, “Çalab” de deniyordu…  Ama biri çıkıp dedi ki; “Kardeşim, ‘Tanrı’ diyeceksiniz!” Millet şimdi “Tanrı”ya gıcık… “Niye ‘Tanrı’ diyorsun?” diyor…   

Şimdi, bunu oluşturan koşullar giderilmediği müddetçe, o insanların psikolojisini anlamak lazım. Ben, saygı duyuyorum, kızmıyorum yani… Ben hepsini kullanıyorum, ayrı bir konu…

Şimdi anlatabiliyor muyum? Biz, insanların kendilerini ifade etme imkânını kısıtlarsak, orada hastalıklar ortaya çıkar. Herkes birbirini örtmeye başlar. Sahnede başka, mutfakta başka konuşur… Mikrofon açıkken başka… Bu, bir süre sonra hastalık, riyakârlık… Oyun oynamaya… Sahne oyunu oynanıyor pek çok konuda canım! Açık açık söylemiyor insanlar da…

Bir hastalık doğuruyor…

Hastalık doğuruyor tabii…

Derin bir ikiyüzlülüğü sürekli üretiyoruz…       

Ne ikiyüzlülüğü? Beş yüzlü, on yüzlü olan var ya! Hangi yüzüyle hitap edeceğini bilmiyoruz…

Hocam, sonuçlardan hareketle bu tarafa dönersek Hocam… Duygu durumu biraz naifleştiriyor gibi geldi bana… Şöyle… Meseleye anlamak…

Bu duygu durumunu ben masumdur demiyorum canım…  Duygu durumu olarak ele alıp iktidar alanı oluşturmak için sembolik çatışmaların aracı olarak kullanıyoruz…

Evet…  Sonuçtan geriye doğru dönersek bir şey net anlaşılıyor değil mi Hocam? Ayrıca niyet tartışmasına gerek kalmaksızın… Meselelere böyle yaklaşan, bir başka ajandanın peşinde, ekmeğinin peşindedir…

Teoman Bey’in böyle bir derdi yok!  Teoman Bey, böyle düşündüğü için, öncülleri var ve bir çıkarımda bulunmuş. Sen o öncülleri tartış, sonucu değil!

Evet…

De ki, “Hoca’nın bir dil anlayışı var…” Ya, adam 16 dil bilen bir adam kardeşim!  100 dile aşina! Şimdi konuşmayayım ben yani! Hoca 6 dilden şey alırdı… Hiç unutmuyorum yine, hatıramdır… İspanyolca’ya girdi Hoca… KPDS (Şimdiki YDS) sınavına… Hoca, 6 dilden A alırdı… En son İspanyolca’ya girmişti…

Geldiğinde sordum Hoca’ya;  “Hocam, nasıl geçti imtihanınız?”

Dedi ki; “Çok zordu ya!”

Dedim ki; “Hangi sorular?”

“Türkçe’den İspanyolca’ya, İspanyolca’dan Türkçe’ye sorulan sorular çok zordu.”

Dedim; “Hocam, yabancı dilde en kolay şey odur…”

“Ama” dedi, “Ben, İspanyolcayı Türkçeden öğrenmedim ki!”

Bu kadar dil bilen adam, bu kadar dilbilim üzerine çalışmış bir insan, bir çıkarım yapmış… Buradan hareketle demiş ki; “Alfabenin değişikliği, dilde sadeleştirme şöyle bir şeydir.” Sen onun öncüllerini tartış bakayım, Hoca’nın… Hadi! Yiyorsa tartış!

Ha! Öncüllerden sen de geldin, yanlışla Hoca’yı! Sadece Teoman Bey için söylemiyorum. Savunan için de aynı! Biri bir şeyi savunuyorsa, öncüllerine bir bak! Belki doğru söylüyordur ya! Yani, hemen oraya pozisyon alıp, kendi iktidar alanına göre davranmak, kendi inanç anlam-değer dünyana göre davranmanın şeyi yok ki! Çözemezsin ki! Horoz dövüşüne dönüyor bu iş!

Kusura bakmasın ben bu horoz dövüşüne taraftar değilim. Hocamdan bunu öğrendim. Girmem de! Çünkü şimdi bazen diyorlar ki; “Niye eleştirmiyorsun?” Kimse eleştirinin peşinde değil. Eleştiri, ağacı budamaya benzer. Ağaç daha gür çıksın diye. Daha gür… Bizde “eleştirme”, kökünü kesmekle karıştırılıyor.  

Eleştirme nedir? Tenkit… Nakt etmek… Bir şeyi daha iyi, daha doğru, daha güzel yapma imkânıdır. Bizde eleştiri, horoz dövüşü olacak da insanlar seyredecek. Yani ben sana bir tokat atacağım, sen bana bir şey… Nasıl ona giydirdi? Millet aslında kan görmek istiyor. Bana, “Niye bu konuda fikrin yok Hocam? Niye eleştirmiyorsun?” diyenlerin derdi eleştiri, daha iyi, daha doğru, daha güzel değil! Kan görmek istiyor, seyredecek… Ben buna, kimseye fırsat vermem. Kimse kusura bakmasın yani…

Bir de millete, devlete, topluma zarar verecek, zamansız çıkışlar, zamansız doğruları da söylemek doğru değil. Zamanı değil ki bazı şeylerin!  Yani defnetmişsin insanı… İnsanların acısı taze… Sen… Doğru bile olsa, yanlış o! Doğru bile olsa, yanlış! Bağlam diye bir şey var! Edep diye bir şey var ya! Bir şey kanunen doğru diye… Edebe aykırı/mugayir olabilir… Ahlaka mugayir olabilir canım…

Ama işte Hocam, o şey… Mevzi… İdeolojik kamp… Köşe kapma tutkusu… Bu şeyi, değeri, inancı, ahlakı, edebi… Hiçbir değer tanımayacak şekilde ortada…

İdrak eksikliği problemi varsa… Dedim ya? Eğer sizin inanç ilkeleriniz, idrakle irtibatlandırılmıyorsa, o makas kapatılmıyorsa, siz katılaştırıyorsunuz onu… Normatif doktriner bir şeye dönüştürüyorsunuz ve karşı tarafa zulmediyorsunuz… Bu sadece dinle alakalı değil. Türkiye’de ideolojik zulmü çok gördük biz canım! Ben, bunları anlatmayı sevmem… Ben, bunları bizzat, bireysel olarak yaşamış biriyim yani… Kimse böyle boşuna çıkıp bana insan hakları-minsan hakları edebiyatı yapmasın! Zamanında bazı Hocalarımızın neler yaptığını ben çok iyi biliyorum yani! Ama dediğim gibi ben bunları konuşmayı seven biri değilim.

Böyle söyleyince, merak uyanıyor…

Merak iyidir!       

Toplamda Hocam şey herhalde… Bu, ikinci bölümde de kalacak olan, sizin de az önce iade ettiğiniz Hoca’nın hayatından alıp da masanın üzerin koyduğu “kabul ettiğin şeyi bilerek kabul et…”

Reddettiğin şeyi de bilerek reddet. İdrakin işin içinde olsun! İdraki tatile gönderdiğinde, aklı tatile gönderiyorsun! Ne diyorduk hâlbuki? “Üç şeyde tatil caiz değil bizim geleneğimizde: Akılda, ilimde, ibadette…” Biz, bunları tatile göndereli çok oldu canım!  

Bak, ilimde… Neydi ilim? İbadet’ül akl… İlim, ibadet ve akıl… Üçü de aynı cümlededir. İlimde tatil olmaz, ibadette tatil olmaz, akılda tatil olmaz. El ilm hüve ibadet’ül akl… Oradaki “hüve” de “-dır” anlamındadır. Onu da söyleyeyim.

Eyvallah… Bu, Türkiye’nin girişine asılması gereken cümlelerden biri… İmkân olsa da Hocam, hakikaten…

Ya, dediğim gibi bu biraz zor. Çünkü iktidar alanları için kavga eden insanlar, her şeyi suiistimal ederler, manipüle ederler… Enstrüman olarak kullanırlar… Entellektüel uğraşılarda bizim bundan uzak durmamız lazım. Yani, Hoca’nın bir özelliği de günceli çok iyi takip edip hiçbir zaman onun piyonu olmamaktır.

Ederdi değil mi?

Çok iyi takip ederdi. Zaten dil problemi de olmadığı için Hoca’da… Her şeyi takip ederdi, Hatta istihbarat örgütlerinin yayınlarını bile okurdu Hoca. Dünyada ne olup bittiğini takip etmek için… Bu Küresel Medeniyet kitabı bunun en güzel göstergesidir. Hoca, orada içinde yaşadığımız sistemi yapısal bir analize tabi tutuyor. Bakın, katılırsınız, katılmazsınız başka bir şey. Büyük bir emek var orada. Ben buna şahidim…

Ben kitap takip eden biriyim, biliyorsun. Hoca’ya devamlı kitap getirirdim… Hoca’yla birlikte giderdik. Bizim, Hanifi Kayan, Allah selamet versin, ona kitap yaptırırdık. Kubbealtı Fotokopi… Hoca’yla bizim ortak kurumumuzdu o. Hoca, bir gün bana dedi ki; “İhsan, artık kitap getirme.” Hoca ile benim aramdaki yaş farkına dikkat et. “Niye Hocam?” dedim. “Ya” dedi, “maaş kalmadı bizde… Sıkıntı yaşayacağız artık...” Anlatabiliyor muyum? (Gülüyor…)

Yani Hoca, devamlı o çağrışım usulüyle düşünen bir insan değil ki… O konuyla alakalı verileri, bir şekilde getirtiyor… Hani bir söyleşisinde diyor ya, eskiden veri yoktu… Kitap, makale getiremiyorduk. Şimdi de veri çokluğundan bir şey üretemiyoruz. Şunu oku, bunu oku… Çünkü orada dururken bir şey yazamıyorsun.

Eyvallah… Hocam, vaktin bittiğini söylüyorlar…

Nasıl vakit bitti? Biz daha Türk düşüncesine girecektik Teoman Hoca etrafında! 

Daha gelemedik Hocam… Nihayete geldi. Önümüzdeki programda inşallah.

Şöyle bir şey yapabiliriz bence… Teoman Duralı’yı anlatmak değil de, Teoman Duralı etrafında bu çağdaş Türk düşüncesini nasıl ele alabiliriz meselesini bir tartışalım bence… O zaman Hocam, önümüzdeki hafta da vaatte de bulunmuş olalım. Teoman Duralı’dan hareketle bunu tartışalım… Yani bu çağdaş Türk düşüncesi nerede başlıyor, hangi problem alanları var? Buna bir girelim derim ben… Hoca’yı bir yere oturmak adına…

Eyvallah, demin söylediğiniz şeyin altını çizmem lazım… “Yeter kitap getirme!” Teoman Hoca ayarında birinin kitap almada bir sıkıntıya girdiği bir…

Yok, Hoca zengin bir insan değildi ki… 

Tablo acıtıcı…

Hoca, memurdu… Devletten aldığı maaştı canım Hoca’nın… Şimdi bu, benim için de söylendi bir ara… Yani, Karadeniz… Trabzonlu zengin bir aile falan… Öyle bir şey yok. İşçi ailesi çocuğuyuz. Hoca için de böyle bir kanaat var. Doğru değil. Hoca, maaşıyla yaşardı. O açıdan öyle bir şey yok yani. Tabii, ben Hoca’nın o tarafını çok iyi bilirim. Çünkü beraber çok kitap çektik Hoca’yla… (Gülüyor…)

Acısını çektik…

Allah çektirmesin… Allah makamını cennet etsin…

Âmin!

Rahmetiyle muamele etsin. Geride kalan ailesine, öğrencilerine, dostlarına sabır versin.

Eyvallah.   

Hoca ile Cumartesi günü görüşünce… Hoca’nın sağlığı için okunan hatme katılanların çokluğu bile Hoca’nın gerçekten sadaka-i cariyesinin ne kadar açık olduğunu gösteriyor… Allah makamını Cennet eylesin.

Âmin. Eyvallah… Hocam biraz tabii şey… Buraları aslında konuşmamız gereken yer… Dokunuyor bana da… (Yutkunuyor…)

Hislendiğini hissettim…

Soruların Peşinde’de bu hafta kıymetli Hocamız, Hocaların Hocası Teoman Duralı’yı konuşmaya çalıştık. Önümüzdeki hafta yine cumartesi az önce bahsettiğimiz, Türk düşüncesinde Teoman Hoca’nın yeri, çabası, oradan itibaren konuşacağız diyelim… Eyvallah Hocam…

İyi günler diliyorum efendim.

Hayırlı günler…   

  *

Soruların Peşinde programını her cumartesi günü 22.00’da TVNET’de… Takip etmenizi öneririm. Söyleşi notlarının yararlı olmasını dilerim. (Muhammet Negiz)

Derleyen: Muhammet Negiz

Dipnot:

[1] Hazırlayan: Muhammet Negiz

[2] Düzeltilip genişletilmiş ikinci baskı, Teoman Duralı Hocamızın web sitesinde PDF olarak erişime açıktır: https://www.teomandurali.com.tr/wp-content/uploads/2015/08/cagdas_kuresel_medeniyet.pdf (Muhammet Negiz)

[3] Düşünür Descartes'ın felsefesini benimseyen kimse veya görüş…

[4] Fıkrayı bilmeyenler için Bkz:
 Hoca'ya sormuşlar:

- "Saz çalmayı bilir misin?"

- "Bilirim" demiş.

- "Buyur, çal bakalım" diyerek eline bir saz tutuşturmuşlar. Hoca mızrabı almış, perdelere basmadan tellere vurmağa, tuhaf sesler çıkarmağa başlamış.

- "Saz böyle mi çalınır a Hoca?" demişler, "parmaklar perdeler üzerinde gezdirilir, mızrap tellere vuruldukça da sazdan makamlara göre ses çıkar."

- " Perdeleri bulamayanlar öyle çalar" demiş Hoca; "Ben sazı elime alır almaz perdeyi buldum! Ne diye boşuna gezineyim."  Kaynak: https://www.facebook.com/nasrettinHocavetemelfikralari, (M.N.)

[5] Panteon(Pantheon/Πάνθεον): “tüm tanrıların tapınağı" anlamına gelmektedir. (M.N.)

[6] Derrida, Jacques. “İstanbul Mektubu”. çev. Elis Simson, Cogito 47-48, (2006): 17-37.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: İhsan Fazlıoğlu ile mülâkât (Derleyen Muhammed Negiz)
10-01-22
E mail: dunyabizim.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
BİR ÜSTAD FİLOZOF: TEOMAN DURALI 4
Online Kişi: 29
Bu Gün: 94 || Bu Ay: 8.698 || Toplam Ziyaretçi: 2.200.084 || Toplam Tıklanma: 51.931.573