ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / MAÂRİF (Eğitimle İlgili Yazılar)
Okunma Sayısı: 2933
Yazar: Mustafa Miyasoğlu
MİLLETİN SÖZCÜSÜ ADAM YETİŞTİRMEK

Kültür faaliyetlerinin odaklandığı yerler, genellikle büyük şehirler veya üniversite çevreleridir. İstanbul bu özellikleri bünyesinde taşıdığı için, Osmanlı'dan bu yana her türlü faaliyetin en önemli merkezi durumundadır. İzmir de bir dönem bu özelliklere sahipti ama işgalin bazı basın temsilcileri tarafından alkışlanmasından ötürü, Cumhuriyet'in ilk yıllarında Ankara kadar İzmir önemli bir kültür merkezi olmadı. Sonraki yıllarda devlet desteğine rağmen bu iki şehir epeyce bir zaman İstanbul yanında bir varlık gösteremedi.

İstanbul'daki kültür faaliyetleri ya özel ya da belediye destekli kültür ve sanat adamlarıyla sürdürüldü. Pek çok vakıf ve dernek, politika yanında kültürel faaliyetlerini de yönlendirmeye, üniversite bursları yanında kurs ve seminerlerle de gençleri yönlendirmeye başladılar. Bu önemli çabanın milletin değerlerine bağlı adam yetiştirmesi beklenirken, her zaman böyle olmuyor; toplum mühendisleri hedefleri saptırıyor.

Hiçbir siyasî akım, kültür desteğinden mahrum olarak başarıya ulaşamaz. Milletin sözcüsü adam yetiştiremeyen topluluklar, başka adamların kafa yapılarına ve ön yargılarına mahkum olurlar. Bunun yakın tarihimizdeki örneği, Genç Osmanlıların İttihat Terakki ile yaptıkları işbirliği sayesinde Osmanlı Saltanatı'nı yıkmalarıdır. CHP, Halkevlerinde yetiştirdiği gençlerle, aynı zamanda bir zihniyetin de adı olduğu için, DP, AP ve ANAP dönemleri boyunca hem bürokraside, hem de kültür hayatında güçlü sözcüler bulabilmiştir.

Bugün Türkiye'de milleti temsil etmek iddiasındaki yöneticiler, öncelikle kültür alanında milletin sözcüleri olacak adamları yetiştirmek veya var olanlara sahip çıkmak zorundadırlar. Siyasî ve idarî hizmet yaparken, kültürel alanda yeni değerler oluşturmak, adam yetiştirmek mümkün değildir. İş bölümünün dünyada hâkim olduğu bir dönemde, her işi ben bilirim ve ben yaparım iddiası tuhaf olmaktan başka, kâbil-i tatbik de değildir. Kırk yıldır bunu anlamayan dostlarımızın ihmalleri artık dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır.

Necip Fazıl ile MTTB'nin misyonu

MTTB (Millî Türk Talebe Birliği) milli ve dini duyarlığı olan gençler tarafından yönetilmeye başlandığı 1965 yılından 1980 öncesine kadar çok önemli bir misyon ifâ etmişti. Gençlik orada birbirini tanıyor ve konferans, seminer gibi pek çok kültürel faaliyeti burada takip ediyordu. MTTB, Ankara ve İzmir gibi şubelerinden Anadolu'ya faaliyet götürüyordu. Bu çatı altında Necip Fazıl'ın konferanslarının çok önemli bir fonksiyonu olmuştu. İslâm Medeniyeti kavramına gönül veren akademisyenlerin sayıca az olduğu bir dönemde, Anadolu gençliğini pek çok konuda Necip Fazıl aydınlatıyor ve üniversitelerin bulandırdığı zihinleri Üstad doğru biçimde yönlendiriyordu. Bunun, Necip Fazıl'ın misyonunu ve mesajını Anadolu'ya yaymada çok önemli bir yeri ve görevi oldu. Sonraki yıllarda bu misyon Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil tarafından estetik alanda daha da geliştirildi.

Necip Fazıl, eserinin gerektirdiği çevreyi oluşturabilmek ve milletimizin aydınları arasında kaybedilen değerleri yeniden kazanmasını sağlayabilmek için 1963'ten sonra pek çok konferans verdi. Bunlardan en verimlisi MTTB çevresindeki organizasyonlarla mümkün oldu. Bu konferansların sayı itibariyle 300 civarında olduğu ve belli başlı şehirlerimizde verildiği gibi pek çok kasabayı da içine aldığını biliyoruz. Bugün kitaplaşan 100 civarında eserinin oluşumunda, çağdaş Türkiye ve dünya meselelerini kavranmasında, İslâmî hassasiyetlere sahip aydının yetişmesinde bu konferansların çok büyük katkıları olduğu muhakkaktır. Bugün her alanda başarılı olan pek çok Anadolu genci, ilk fikri ve kültürel kaynağını, benimseyeceği veya başvuracağı değerleri Necip Fazıl'ın konferanslarında gördü ve öğrendi. Büyük Doğu ile dünyaya bakmaya çalıştı.

Eğer bu yeni yetişen gençlik Necip Fazıl gibi bir büyük şahsiyeti, eseri ve özellikleriyle de yeterince tanımıyorsa, neyi nasıl değerlendirebilecektir? Yaşadığımız dünyanın çatışmalarını en iyi o anlatmıyor mu?

Bütün dünyayı doğru anlayacak kültür faaliyetinin gerektirdiği önem ve ağırlıkta ortaya konamaması, aslında milli bir meseledir. İstanbul'da bu tür kültürel faaliyetleri desteklemek, yönlendirmek, duyurmak ve katılmak zorunda olan çevrelerin ihmali, gerçekten şaşkınlık doğurmaktadır. Yalnız bu ülke gençliğinin değil, İslâm dünyasındaki yeni gençliğin de aslında fikren besleneceği kaynak arayışına yeterli cevabın verilmesi bu ülkenin yöneticileriyle eğitimcilerinin sorumluluğundadır. Bu ülkenin tarihi misyonunun iyi anlaşılması ve anlatılması yolunda ciddi çalışmalar yapılması gerekir. Her bakımdan iyi yetişmiş şahsiyete önem veren Necip Fazıl'da, bu çağın bütün değerlerini tanıtmak ve bir gençlik yetiştirmek misyonu da vardır.

Bu halkın karnını ucuz ekmekle doyursanız, suyunu, yolunu ve evinin önünü her gün temizleseniz de kafasındaki çarpıklıkları ihmal etseniz, bir seçim sonunda bunların hepsinin unutulduğunu ve menfaat çevrelerinin çoğu insanı midesinden yakaladığını görürsünüz. Adalet ve eğitimde asıl kamu görevi, hakikatin kavranmasını önleyen sahte uzmanlarla bilgi kirliliğinin önlenerek zihinlerin temizlenip doğru düşünmesini sağlamaktır. Hakiki manada iktidar olmak, idarî olduğu kadar zihnî yönlendirmeleri de hakkıyla kontrol edebilmeye bağlıdır. Bunu yapamadığınız sürece -görüldüğü üzre- iktidar olsanız da muktedir olamazsınız...

Salon terbiyesi ve büyükşehir kültürü

Her kültürün temsil edildiği toplantı yerleri vardır. Dinler mabetlerde, kültürler salonlarda geliştir. Dinî kültürlerin mabetler yardımıyla etkisini artıracağı, hayatın her alanında yaşanılır hâle geleceği tabiidir. O yüzden de mabede gösterilen ilgi veya ilgisizlikle, o toplumun dinî hayatı hakkında bilgi sahibi olmak mümkündür. Ama her şey mabette başlamadığı gibi, mabette de bitmez elbette; tarihin en eski çağlarından beri böyledir bu... Medeniyet tasavvuru milli kültür mirasına sahip çıkan milletlerin mabedinde sözcü bulur.

Efes harabelerini gezerken bir şey çok dikkatimi çekmişti. Bir sunak ve dua yerinden ibaret olan mabede ancak yirmi kişi sığabilecekken, anfi şeklinde yapılan müzik salonu beş bin, tiyatrosu da 20 bin kişilik. Rivayete göre, Meryem Ana Havarilerden biriyle Efes yakınlarına gelince, bu yeni dini Efesliler tiyatroda tartışma konusu yaparlar. Çünkü tiyatroya yakın bir alan olan Agora'da konuşulanları pek anlayamazlar, o yüzden de tiyatro gibi ciddî konuları konuştukları yerin gündemine getirirler. Çünkü sahnenin yanlarında ve tiyatronun çıkış yollarında mitolojik tanrıların heykelleri vardır. Yunan ve Roma kültürleri böyle yayılır.

Cumhuriyet'ten sonraki yıllarda, tiyatro çalışmaları geliştirilirken,  laiklerin tavrını yansıtan şöyle bir söz dolaşır ortalarda: "Tiyatro mabettir." Elbette sosyal önemi bakımından antik çağda tiyatro mabetten de önemlidir, ama bizim laikleşme dönemimizde, yani İnönü'nün "millî şef" halinde yönetime hâkim olduğu dönemde yalnızca Yunan ve Latin klâsikleri dilimize çevrilmiş, tiyatronun da mabet olarak benimsenmesine çalışılmıştır.Böylece de farklı bir salon terbiyesi kazanan seçkinler zümresi yetiştirilmiştir. O yüzden de Millî Şef, her Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası konserinde başköşede misafirdir. O dönemde Türk Musikisi konserleri hiç yoktur. Çünkü Şevki Bey'den sonra devlet himâyesinden mahrum kalan bu musiki, gazinolarla meyhane müdâvimlerinin dinlediği, musiki cemiyetlerinin himayesiyle yaşayan kültür mirasıdır.

Afife Jale'nin Türk kadını olarak değişik adlarla sahneye çıktığı Mütareke döneminden sonra, Cumhuriyet'le birlikte kadınlarımız da salon hayatının olduğu kadar sahne hayatının da vazgeçilmez unsuru olarak günümüzdeki yerini alır. Bu, yaşanılan kültür değişiminin çok çarpıcı göstergesi olacaktır. Avrupa devletleri, başta İtalya olmak üzere, kadının seçme ve seçilme hakkını tartışırken, biz pek çok Avrupa toplumundan önce kadını salon ve sahne hayatının içine itmişiz, özgürlüğün alâmetini serbestlik ve açıklık olarak algılamışızdır. Şapka kanunu kadını ve erkeği eşit olarak muhatap alırken hiçbir ayrım gütmez, ama kadının giyimi yalnızca giderek açıklıkta serbest, fakat zamanla kapalılıkta baskıyla karşılanır hâle gelmiştir.

Bugün resmî işlemlerde şapka kanunu geçerli görülmez, cezaya konu olmazken, kadınlar için başı kapalılık, memuriyet yönetmeliğinden hareketle, resmi çevrelerde kanundan daha şiddetle takip edilir olmuştur. Kısacası, hiç bir kanuni müeyyidesi olmadığı halde, büyük şehir hayatında kadının açıklığı, bir kısım resmî imkânlara sahip çevrelerde kanundan ve insan haklarından daha büyük bir yaptırım gücüne sahiptir. Bütün bunlar salon ve sahne terbiyesinden, yani "tiyatro mabettir" telâkkisinden yaygınlaşmış, akıl almaz tersliklerle uygulanma imkânına kavuşmuştur. Bunu kendi kültürümüzle açıklamak mümkün değildir.

İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı döneminde başlayan bıyık kesme kampanyası, Rusya'da Deli Petro'nun sakal kestirerek çağdaş medeniyeti yakalayıp kalkınacakları telâkkisine çok benzer. Subaylardan başlayarak memurların yüksek rütbelilerini içine alan kesik bıyık modasının arkasındaki telâkki, Demokrat Parti dönemi memurlarında da yaşamıştır. O yüzden de sosyal hayatı ilgilendiren zoraki uygulamalarda, hep askerî demokrasi sözü geçerliliğini korumuş, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbeleri de benzer bir yasakçı anlayışın sözcüsü olmuştur. Bıyık düşmanlığının gerekçesi ağız önünde temizlik idi, başörtüsü yasağının gerekçesi de siyasal simge yapmak veya dini siyasete âlet etmek gibi akıl almaz bir demogoji...

Bütün bunlarda uç noktalarda seyreden bir salon kültürünün büyük şehir hayatına müdahalesini görüyoruz. Bir tarafıyla kültür hayatından dışlanan Müslüman halk içine kapanıyor, büyük şehirlerde bile Anadolu hayatını, hatta köylü hayatını ve alışkanlıklarını sürdürüyor. Bu ortamda sünnete uygun bir düğün bile yapılamıyor, dinî merasime dönüyor. Halbuki Peygamberimiz düğünlerde tef çalınmasını ve yapılacak şenliklerle nikâhın çevreye duyurulmasını emreder. Düğünler, folkloru ve müziğiyle Türk kültürü büyük şehirlerde değiştirilmiş, çarpıtılmış ve İslâmî ölçüler içinde yaşanamaz hâle getirilmiştir. Bunun sosyal bakımdan büyük bir eksiklik sayılması ve çarpık ilişkilere sebep olması tabiidir. Her kültür eğlencesini de oluşturur. Sadece içine kapanmış bir dinî hayatla, kültürün ve sanatın tüm alanlarında söz sahibi olmak imkansızdır. Yöneticilerimizin pek çok sorumluluğu var, bunları maddi ve manevi-kültürel diye ayırabiliriz. Maddî hizmetler elbette sağlıklı çevre için vazgeçilmez, ama aidiyet duygusu olmayan insanlar için bunların bir anlamı yok. Temiz bir dünya yalnız maddî temizlikle mümkün değildir. İnsanların ahlâk ve zihniyet olarak iyi şeylere yöneltilmesi, kendisine ve milli kültürüne uygun bir salon terbiyesi içinde eğitilmesi ve insanî ölçüleri kazanması gerekir. Bunu yetkililer yıllardan beri ihmal ediyorlar. Halbuki kültür ve adetleri eğitilmemiş insanlarla hiç bir çevre temiz kalamaz... Bunun için insanın sağlam değerlerle yetiştirilmesi önemli...

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

Yazar: Mustafa Miyasoğlu
24-04-11
E mail: milligazete.com
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
MİLLETİN SÖZCÜSÜ ADAM YETİŞTİRMEK
Online Kişi: 15
Bu Gün: 206 || Bu Ay: 6.223 || Toplam Ziyaretçi: 2.237.176 || Toplam Tıklanma: 52.311.523