Kategori : İKTİBAS / Muhtelif Mevzûlar, Yazarlar, Yazılar | Okunma Sayısı: 6951 |
Cenap Şahabeddin “Tiryaki Sözleri” nde şöyle der: “Allah’tan her şeyi isteyebilirsin, yalnız para isteme. Çünkü Allah parayı sevmez ve sevmediği için ancak sevmediklerinden bazılarına verir. Düşün, hiç Allah’ın sevebileceği adamlardam paralı olanı gördün mü?..” Bu söz yüzde yüz doğru olmasa bile bir hakikati ifade ettiği muhakkak. Gerçekten de Allah’ın sevebileceği insanlar hiçbir zaman zengin olmamışlardır.
Biliyorum, hemen “Müslümanlar zengin olmasınlar mı? Bu yüzden İslâm âlemi geri kaldı” gibilerden itiraz sesleri yükselecek. Lakin peşin hükümlü olmamak gerekir. Bence konunun tartışılmasında fayda var.
Öncelikle şunu belirtelim ki İslâmiyet zenginliğe karşı değildir. Hatta zengin olmak dinimizin emridir de denilebilir. Zira, Kur’ân’da “Zekât veriniz.” buyrulur. Zekât vermek için zengin olmak gerektiğine göre siz “Zekât veriniz.” emrini “zengin olunuz” diye de anlayabilirsiniz. Ancak, İslâm’da zenginlik amaç değil, araçtır. Mevlânâ bir beytinde bunu çok güzel ifade eder:
“Âb der-keştî helâk-i keştî est // Âb ender zîr-i keştî püştî est.” (Su, geminin içine girerse onu batırır. Altında bulunursa onu yüzdürür.)
Mevlânâ’nın bu meşhur beytindeki “su” metaforu “mal-mülk/para” yı temsil ediyor, gemi de “insan” ı... Bir geminin yüzebilmesi için su (deniz) ne ise, insanların hayatlarını devam ettirebilmeleri için “mal-mülk/para” da odur. Yani insanlar hayatlarını ancak mal-mülk/para ile devam ettirebilirler. Lâkin, nasıl ki denizin (su) bir delik bularak içeriye sızmaya başlaması, geminin batması demekse, insan için “mal-mülk/para” da bir “vasıta/araç” olmaktan çıkarak “gaye/amaç” hüviyetine bürünürse yani mal sevgisi insanın içine işlerse, işte o zaman işin şekli değişiyor. Diğer bir ifade ile insanlar yavaş yavaş -belki de farkında olmadan- dînî hayattan uzaklaşmaya başlıyorlar.
İsterseniz bu söylediklerimizin sosyal hayattaki karşılıklarına şöyle bir göz atalım:
Mehmet Amca’nın küçük bir bakkal dükkânı vardı. Beş vakit namazını camide cemaatle kılardı. Karınca kararınca fakir fukaraya da yardım ederdi. İşleri büyütüp market açınca camiye gelemez oldu. Çünkü vakti yoktu. Duydum ki fakir fukaraya da yardım etmez olmuş. “Ben çalışıp kazanıyorum, onlar da çalışsınlar” diyormuş...
Bu tablo bana Musa aleyhisselam ile Kârun’un hikâyesini hatırlattı:
Malum, C. Allah, Hz. Musa’ya “Tevrat” ı altın suyuyla yazmasını emreder. Musa aleyhisselam: “Ya Rabbi, ben altına sahip değilim, onu nasıl bulayım da yüce kitabını yazayım” deyince Allah ona ilm-i simyayı öğretir. “Kârun” o zaman Hz. Musa’nın akrabalarından fakir birisidir. Hz. Musa acıyıp ilm-i simyayı ona da öğretir. Kârun’a zenginliğin kapısı açılmıştır artık... Rivayete göre hazinelerinin anahtarlarını kırk deve taşırmış. Ancak, bu kadar zengin olmasına rağmen kendisinden malının zekâtını vermesi istendiğinde Kârun buna yanaşmaz. Dahası, bir hayat kadınına rüşvet vererek Hz. Musa’ya iftira ettirmeye kalkar. Bunun üzerine Musa aleyhisselam da gazaba gelip yere “yut şunu” der. Böylece Kârun da -bilahare- malı da yerin dibine batar...
Yazının tamamı için tıklayınız.
Yazar: Ahmet Sevgi |
15-05-11 |
||
E mail: yenicaggazetesi.com.tr | Tweet | ||