ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : / ÎMAN VE İSLÂM
Okunma Sayısı: 3873
Yazar: Necmettin Türinay
SÜNNÎLİĞİ KAVRAMAK

Dün de izah etmeye çalıştığımız gibi hiyerarşik, Kastik aristokratik bir yapı özelliği taşıyan toplumlar, hemen kâmilen sınıflı toplumlardır.

Batı ülkelerinin çoğu (Rusya dahil), İran ve Hint toplumları, tekevvünleri itibarı ile böyledir. Hindistan’daki Paryalar’ı veya Brahman yapıyı filimlerden hatırlayabileceğinizi sanırım. Paryalar kendilerine biçilmiş, yüklenmiş, aşağılanmayı, din şuuruna dönüştürmüş sınıflardır. Onun için İngilizler Hindistan’ı sömürgeleştirirken hiç zorlanmamış, dar sayıdaki üst zümrelerin Brahmanlar’ın iknası ile (statülerini kabul ile) bu işi kolayca sonuçlandırmışlardır.

İşte bu yapı Hintlilerle, orijinleri müşterek olan İran’da aynen geçerlidir. Orada da toplum Ruhaniler, savaşçı derebeyler ve çiftçiler/sanatkârlardan oluşurdu. Zerdüşti Ruhanilerle savaşçı derebeyler İran’da aristokratik sınıfı teşkil eder, devleti de onlar yönetirdi. Zamana göre değişen vergilerin asgari üçte biri dini aristokrasiye, bir o kadarı da yönetici/savaşçı aristokrasiye tahsis olunurdu.

Burada önemli olan şudur: Zerdüştiliğe göre, bir sınıftan diğer bir sınıfa geçiş, yani sınıf atlama asla söz konusu değildi. Daha doğrusu bu yasaktı ve dini bir emirdi.

Avrupa’da Fransız İhtilali’nin (1789), hiyerarşik sınıfsal yapıları ortadan kaldırdığı iddia edilir. Fakat işin gerçeği hiç de öyle değildir. Özellikle İngilizler başta olmak üzere, Avrupa’da hâlâ daha Meşruti Krallıklarla yönetilen ülkeler bunun tamamen dışındadır. Yönetim, sevk ve idare, her türlü gayrimenkul zenginlik, geniş toprak mülkiyeti bu sınıfların tekelindedir. Almanya, Fransa gibi ülkelerde de hemen hemen durum farksızdır. Çift parlamentolu ülkelere bu açıdan özellikle dikkat etmek icabeder.

İşte İran ve Hint, ayrıca Batılı, Avrupalı ırkların hemen bütününde bir menşe birliği vardır. Bunlara biz İndo-Cermen milletler ve diller diyoruz. Menşeleri, orijinleri ortak olan bu ülkelerin, her nedense toplumsal yapıları da bir müştereklik arz etmektedir. Sınıflı, hiyerarşik Kastik yapılar!.. Irsiyete aşırı derecede düşkün, farklı sınıflarla, din veya mezheplerle elenmeye müsamaha göstermeyen birtakım yapılar!..

Her nedense Musevilik dahil bu ülkelerde din, öyle bir yoruma dönüştürülmektedir ki şaşar kalırsınız. İlgili toplumsal yapıyı teyit eden ve tanıyan, onu bir nevi meşrulaştırma aracı!.. Yani asırlardır devam eden o aristokratik sultayı içselleştirmenin manivelâsı!.. Burdan doğan sonuç da ister istemez aristokratik sınıfları, bir nevi Rabler seviyesine yükseltmek değil de nedir?

İşte bunun sonucudur ki bu tür din anlayışları karşısında dini önderlerin acayip bir karizması teşekkül ediyor!.. Günah işlemezlikleri birer akait şartına dönüşüyor, ilgili statükoyu tanımadan veya ona biat etmeden de din teşekkül etmiyor. Yani bu tür dini yapılanmalar karşısında insan, asla reşit seviyeye yükselemiyor. Ne kadar gariptir?.. İranlı büyük düşünür Ali Şeriati* bile, insanın reşit olması için, yani Ruhani liderlere bağımlı olmadan dinini koruması, yaşaması veya muhafaza edebilmesi için, aşağı yukarı 300-500 yıl daha geçmesinden söz etmektedir. Mücerret insanın aklına, idrakine ve hürriyetine itimatsızlık değil de nedir bu? Hz. İbrahim’in tecrübesi nerede, Hay Bin Yakzan’ın ürettiği evrensel idrak hani nerede diye hayıflanmaz mısınız?

Dolayısıyla sahibi bulunduğumuz Ehli Sünnet geleneği, bu mânâda insanın hem hürriyetini temel alır, hem de onu insanlığın karanlık çağlarından beri sürüp gelen Kastik, hiyerarşik yapıların bukağılarından kurtarır. Bu tür yapıları ayrıca merdûd addeder. Çünkü bu gelenekte, Arab’ın Arap olmayana bir fâikiyeti bulunmadığı gibi, üstünlük de sadece takvâda aranır. Dolayısıyla toplumun en alt kesimindeki bir çöpçünün takvası, hiyerarşik sınıfların ya da dini aristokrasiyi temsil edenlerin derecesinden kat kat yüksek olabilir. Hele hele koca karıların meselâ!.. Ya da sabî çocukların hali!..

İşte toplumsal statükoları muhafazayı esas alan din yorumları ile; her türlü hiyerarşik yapıyı reddeden, insanları eşitleyen ve insanı kula kul olmaktan çıkaran dini anlayışların ürettiği kurumsal yapılar, birbirinden o kadar farklılık arz eder. Dolayısıyla Sünni geleneğin vücut verdiği Hilâfet yapılanması nerde, amacı sulta ve saltanat oluşturmaya dayanan Kilise, Havra veya Brahmanlık benzeri sistemler nerde?

Düşünün ki bu dinin, ne İmamı Azam benzeri Fıkıh imamları, ne de İmamı Maturidi ve İmamı Eş’ari gibi itikat imamları öyle dini yapılanmalara heves duydular, ön ayak oldular!.. Dahası onların öncesinde, Cihâr yâr-ı Güzin’in denemelerinde de böyle bir şeye şahit olmadık, olmuyoruz. Yani bizim geleneğimiz sayısız tek insanı esas alır. İnsanı o tür sultacı ve statükocu yapıların dışına çıkarmaya çalışır. Ya da insana tabiatının iktizasından kabul etmemiz gereken ilâhi bir hürriyet vaad eder. Ona reşit olmayan bir kölemen gibi değil de, doğrudan doğruya eşref-i mahlûkat olarak muamele etmek ister.

İşte  kavimler ve kabileler halinde vücut bulan, fakat Cenabı Rabbül Alemin karşısında tek tek bireyler halinde muhatap alınacak olan bu insana şimdi denilmek isteniyor ki, sen farklı farklı yapılar oluştur, cemaatler teşkil et!.. Yani tarihsel tekâmülü olduğu gibi geriye döndür!.. Sınıflı, aristokratik toplumsal yapıların dini telâkkilerine göre, kendini yeniden yapılandır.

Burada herhalde hatıra gelecektir. Bizde de, günümüzde veya tarihte olduğu gibi, dini cemaatler söz konusu değil midir? Her türlü dini veya tasavvufi akımlarda olduğu gibi!.. Kuşkusuz vardır ve öyledir!.. Fakat bu yapılar gene de ne İran’daki Ruhani mollalığa, ne de Kilise veya Havra tarzı yapılanmalara asla benzemez. Peki bu fark nedir? Ya da İslâm hilâfeti veya Osmanlı Şeyhülislâmlığı karşısında dini, tasavvufi yapıların konumu, ilişkisi ne durumdadır? İşte bunları da nazarı itibara alarak, Sünni geleneğin, yani asıl ana damarın tarihsel akışını daha rahat kavrayabiliriz diye düşünüyorum.

Yeni Akit

Yazının alındığı kaynağa ulaşmak için tıklayınız.

* Ali Şeriati hakkındaki "büyük düşünür" sıfatı yazara âittir. Metne müdahaleyi münasip görmediğimiz için böylece yayınlıyoruz. Gerçi yazarımız onu böyle tavsif etmekle birlikte bir eksikliğine işaret etmektedir. (Doğruluş)

Yazar: Necmettin Türinay
23-03-12
E mail: tyb.org.tr
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
SÜNNÎLİĞİ KAVRAMAK
Online Kişi: 31
Bu Gün: 95 || Bu Ay: 1.043 || Toplam Ziyaretçi: 2.227.103 || Toplam Tıklanma: 52.223.475