ÂYET-İ KERÎME
Ey Peygamber! Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hrıstiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklardır.
Bakara, 120.
HADÎS-İ ŞERİF
Dünya tatlı ve caziptir. Allah sizi dünyada egemen kılacak ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan ve kadınlardan sakının.
Müslim, Rikak, 99.
SÖZÜN ÖZÜ
Bir düşünce için ölümü göze almak, kendini feda ediş değil; hayatı anlamlandırmaktır.
İsmet Özel
Kategori : EDEBİYAT / UNUTULMAYANLAR
Okunma Sayısı: 3160
Yazar: Ahmet Doğan İlbey
ÂMÂ ÜSTAD: CEMİL MERİÇ
Kitapların  Mevlanasıydı o

Kitapların Mevlânâ'sıydı o

Âmâ üstad Cemil Meriç

Otuz sekiz yaşına geldiğinde gözleri artık hiç görmeyecek olan Cemil Meriç, “hünerinin yasasından”, yâni kitapları fetheden fütûhatından zerre taviz vermemiştir. Kitap ve düşüncelerin burçlarında pervasız bir savaşçı gibi hünerinin doruğunda iken gözlerini kaybettiği için bir ara inançlarını kaybetme noktasına gelmişti. Görememenin kuru üzüntüsü değildi bu; okuyamamanın isyanı idi. Buna rağmen kitaplarla ünsiyetini, sevdasını, kitapların derûnuna inmekteki marifet mertebesini aşkla korumuş ve kitaplar ikliminde ömrünü tamamlamayı inançla sürdürmüştür.

Varoluşunun mânası ve hayâtının tek gayesi kitaplardı. Kitaplar bütün “yalanların peçesini sıyırmak” için güçlü bir el ve hakikati anlatan bütün düşüncelerin kapısını açmak için birer anahtardı onun için. “Harâmî mağaralarının değil, hükümdar hazinelerinin kapılarını açan” anahtardı... 
                       

Kılavuzu ve dert ortağıydı kitaplar

Hiçbir zaman çıkmamış kütüphanesinden. “Kütüphanesinde bir Donkişot’tu o.” Kaderini kitapların tayin ettiğini söylüyordu. Yâni dost kitaplar. “Kitap bir limandı benim için. Kitaplarla yaşadım. Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden  daha çok sevdim. Hayat yolculuğumun sınır taşları kitaplardı” diyordu.

Şeyhülkitap âmâ üstadım Cemil Meriç daha çocukken nikah kıymıştı kitaplarla. “Ben putperest değilim, kitaba tapmıyorum; içindeki  ses, içindeki ışık, içindeki sevgi, içindeki ruh, içindeki çile, içindeki gözyaşı, içindeki tecrübe, içindeki Tanrı çekiyor beni” diyerek bir mabede girer gibi girerdi kütüphanesine.

Kitap, ömür defterine düşülmüş bir alınyazısıydı onun. Amel defteri kitapla açılmıştı. Her kitabın derûnuna inmek onun amel hânesine kaydedilen bir sevap gibiydi. Dünya hayatında ona verilmiş bir vazifeydi kitapların “yüzünü açmak.”

Her insan dünyaya bir ameli ve nasibine düşen bir vazifeyi icra için gelirdi. O, “kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla. Ben kalemle doğmuşum. İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım. Kelimelerle mûnisleştirmek istedim düşman bir dünyayı” demek için gelmişti.

Kitapların Mevlânâ’sıydı o

Bütün kitaplara “kim olursan ol, gel. Yeter ki düşüncelerime, vicdanıma, inançlarıma ışık olabilecek bilgilerini ver bana” diyordu.

Â’râf’ta duranların, agnostiklerin ve materyalistlerin uykularını kaçıracak bir sualle başlıyordu bir yazısına. İdrakleri kül edici bir sualdi bu: “Her toplum bir kitaba dayanır: Ramayana, Neşideler Neşidesi veya Kur’an. Senin kitabın hangisi?”

Bütün çağların kitap düşmanlarını şöyle tavsif ediyordu: “Domuzlar kutsal kitaplarla beslenmezler.”

“Her kitap, tılsımlı bir saraydı” âmâ üstadım için. O, bu sarayda, yâni kitapların vaaz ettiği bir mabette yaşıyordu. Bu mabet  “fildişi kulesiydi”, yâni kütüphanesi. Ruskin’in ifadesiyle: “Kütüphane bütün çağların, bütün ülkelerin ölümsüzleri ile dolu. Bu ulular bezmine kabul edilmenin tek şartı: Liyakat. Mabede bayağılar giremez” diyordu. “Uluların hepsi fildişi kulede yaşadı. Fildişi kule, tufandan kurtulmak isteyenler için bir gemiydi” ona göre.               

“Denize atılan bir şişe her kitap. Asırlar, kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar, belki açmazlar” diyordu. Ama asırları sorgusuz sualsiz delip geçecek ve kendine ram edecek kitaplardan umutluydu. Mâziyi ve âtiyi birbirine bağlayan köprünün kitaplar olduğuna inanıyor, kendini “Türk irfanına adayan” bir fikir işçisi olmak için tâlim ediyordu.

Gençliğinde kitap bir tiryakilik, bir kaçıştı ve kitaba kitap olduğu için perestiş ederdi. “Batı’nın aydınları için kitap bir afyondu” diyen Geothe’nin sözü, l950’li yıllara kadar tam da onun  kitaplara olan müptelâlılığını anlatıyordu. “Yabancı bir dünyada ilk kanat çırpınışları” olan tercüme faaliyetlerinin ardından Avrupa’nın ve Batılılaşan Türkiye’nin müstağrib ve pozitivist müelliflerinin kitaplarına doymak bilmez tecessüsünü harcadı. Maddeciliği ve boşluğu gördü bu kaynaklarda. Avrupa medeniyetinde insanın, yâni eşref-i mahlûkatın olmadığını gördü.

Kitabın bir şahsiyetinin olduğunu söylüyordu:

“Kalbi var kitapların, onları bir kerhane sermayesi gibi haşin parmaklarınla mıncıkladın mı senin oldular sanıyorsun. Gaflet. Kahrını çekeceksin kitabın, hizmetinde bulunacaksın. Senelerce, senelerce hiçbir şey beklemeden diz çöküp emirlerini dinleyeceksin.”                     

Kitapsever câmiasına şu nasihatte bulunuyordu son günlerinde: “...Ben bu kitapları bütün dünya nimetlerinden, çok defa vazgeçilemeyenden, vazgeçilemeyecekten feragat ederek bir araya getirdim. Size bir dünya, dost bir dünya hazırladım, hazırlıyorum. Fırtınaya tutuldukça sığınacağınız tek liman bu. (...) Bu kitaplar benim sevgililerim.”

Onun nezdinde kitap,  yüceler yücesiydi: “Kitap, kâinata açılan kapı. Ruh, yazının icadından sonra ölümsüzleşti. Ehramlar ahmak taş yığını. Granit homurdanır, mermer gülümser. Yalnız kitap konuşur. İnsanı kertenkele olmaktan kurtaran, soyumuzun hafızası. Kaybolmayan mazi. Kitap binlerce yılın ötesinden gelen binlerce yıl öteye taşan ses. Kitap bütün peygamberlerin mucizesi. Eflatun’u barbarlardan ayıran okumuş olması. Hepimiz maddenin mağarasına zincirliyiz. Kitap mağaramıza akseden ışık.”    

Sana yetiyor mu kitap?

Kitabı, gelip geçici bir menfaat vasıtası olarak görenleri ve kitaba samimi bir dost muamelesi yapmayanları aşağılıyordu: “Kitap, ürperti duyanın, gaşyolanın. Doğru, belki senin de parmakların bir sevgili tenini okşar gibi dolaşıyor sayfalarında, ama o kadar. Teninle bağlısın kitaba. Uğrunda kaç gün aç kaldın? Hırsızlık yaptın mı? Hangi zillete katlandın? Sana yetiyor mu kitap? Bütün canlı hayaletlerden uzak onunla bir mağarada yaşayabilir misin?”

1960’ların başından itibaren kitaplar zihnî hayâtın bizzat kendisi değil, zihnî ve fikrî tekamülün uyandırıcısı ve hakikatlerin yolunu açıcı birer rehberdir artık. A’râf’tayım” diyordu. Fakat kalben ve fikren a’râf’tan çıkmaya azmediyordu. “Bir Dünyanın Eşiğinde” kitabıyla Hind’e yöneldi. Neşideler Neşidesi ve Vedaları okudu. Gandhi’yi tanıdı ve Doğu’nun kitaplarında ışığı gördü. Vicdanı ve selîm aklı onu  Şark-İslâm’a kanatlandırdı. “Işık Doğu’dan Gelir” kitabıyla İslâm’ın “Defter-i Âmali” önünde diz çöktü. Işığın Doğu’dan geldiğinin tescili olan kitapları okudu ve şerh etti.

1970’li yıllarda “Bir çağın vicdanı olmak”, “idrakimize vurulan zincirleri kırmak” ve “Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak “ için trajedimizi yazan kitapların müellifi oldu. “Bu Ülke” ve “Umrandan Uygarlığa” kitaplarını yazarak yerliliğe, yâni eve dönüyordu. Bir müddet kendisinin de içinde bulunduğu maddeci ve aydınlanmacı düşüncenin Avrupalı ve Türkiyeli entelektüelleri olan “Mağaradakiler”in karanlığını, yâni Avrupa’nın “izm”lerini ve maskelerini bir bir düşürüyordu. Avrupa’nın aklını, yani ideoloji ve felsefesini bir zâlimin zulmünü ifşa eder gibi anlatıyordu. Göz kamaştıran Batı medeniyetinin aslında bir fuhşiyattan ve sömürgecilikten ibaret olduğunu söylüyordu “Mağaradakiler” kitabında.

“Avrupa kültürün vatanı, Asya irfanın”


“Avrupa kültürün vatanı, Asya irfanın” diyordu “Kültürden İrfana” adlı muhteşem kitabında. Fikir mâbedinin Osmanlı olduğunu ilân ediyor, yâni Avrupa’nın maddeci kültüründen Osmanlı’nın irfanına dönüyordu.

Artık, kitap hakikatleri okumanın menbaı idi. Bir zihin jimnastiği ve marazî okuma metinleri değildi. “Karanlıkları devirme” ve ışığın kaynağına ulaşma vasıtasıydı. “Konya yolculuğundan”sonra kitap eski Yunan filozoflarının “can sıkıntısından kurtulmak için iltica ettikleri hasbî tefekkür” yâni  “tefekkür için tefekkür” ve Batı’nın tanrısız insana sunduğu “sanat için sanat gibi bir yalan” değildi. “Bir nesil uğruna, bir millet uğruna, bir medeniyet uğruna savaşmak, mukaddeslerin emrinde olmak” için bizi biz yapan değerlere gark olmaktı.

Bundan böyle “Bir devrin şuuru olmak”, “tarihe angaje olmak” ve “bütün hakikatleri yoklamak” için bir mürşid-i kâmildi kitap. “Muhteşem bir mâziyi, daha muhteşem bir istikbâle bağlayacak köprü olmak” için “tarihine vecidle eğildiği” Osmanlı’ya dönüyordu; yâni bu muazzez medeniyet ve irfanı kuran değerlere. Osmanlı medeniyetinin yazısını yazmak için cedlerinin  kitaplarına koştu ömrünün son günlerinde.

Yazgısı ve meşrebi itibariyle, âhirette kendisini kitaplardan da sual edeceklerini bildi ki, âhir ömründe mukaddeslerin emrinde olan kitap ve fikirlerin savunucusu ve yazıcısı oldu. Allah bilir ki, bunun ecrini görüp, kitabı sağ tarafından açılan kullardan olmuştur.

O, Süleyman Nazif için söylediği  “kelimelerin serdarıydı” günümüzde.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayınız.

 

NOT: Vurgular bize âittir.


Yazar: Ahmet Doğan İlbey
17-06-10
E mail: Haberkültür.net
 
 
Yorumlar: 0
Bu yazı için henüz yorum yapılmamıştır.
ÂMÂ ÜSTAD: CEMİL MERİÇ
Online Kişi: 19
Bu Gün: 376 || Bu Ay: 9.632 || Toplam Ziyaretçi: 2.221.582 || Toplam Tıklanma: 52.168.052